değişen hiçbir şey yok fakat anlatacak çok şeyim var; bunun, sıradan hayatımın sıradan günlerini yıllardır bitmek bilmez bir ısrarla temize çekme alışkanlığımdan kaynaklandığını düşünüyorum. bilirsin pek düşünmem, genelde düşünüyor gibi görünmeme rağmen sadece duvara, ekrana ya da yoldan geçen arabalara bakarım. kaşlarımı çatar bakarım, şakaklarım hafiften kıpırdanır ve bağımsız bir gözlemci düşünmenin bundan fazlası olamayacağını utanmadan iddia ettikten sonra kahvesinden bir yudum daha alır.
işten çıkmaya karar verdim fakat bunu henüz patronla görüşmedim. dün yoktu, bugün de odasında fakat canım hiç konuşmak istemiyor. elim işe gitmiyor, maksimum üç gün süren insan ömründe (dün, bugün ve yarın) bir zenginin seviştikten sonra rahatlayacağı jakuzisini 3d evreninde gerçekleştirmek ve sağa sola ışık yerleştirmek, render almak ve bunları save etmek istemiyorum. benim için hiçbir manası yok, yerden ısıtmalı dev bir villa üzerine çalışıp akşam evime gittiğimde, 800w ve 1600w olmak üzere iki seçeneği olan ihlas soba ile ısınmaya çalışmak komik geliyor artık. evden getirdiğim mandalinaları yeyip daha ilk yarıdan yatan iddaa kuponlarıma acı bir tebessümle bakarken geçirdiğim onca seneye acır oldum. uğraşıp duruyorum ve belli bir süre sonra geldiğim nokta, başladığım noktanın en fazla bir karış ilerisi oluyor. kazandığım parayı, daha fazla para kazanmak zorunda kalmamak için şans oyunlarına yatırıyor ve kısa bir süre sonra şanssızlığıma kadeh kaldırıyorum. artık içmiyorum, market yine tuborg satıyor fakat içimden bir yudum dahi olsa içmek gelmiyor. sanırım artık hiçbir şey istemiyor sadece idare ediyorum. yaşamayı ve sevimsiz gereklerini bir süre önce noktalamışım gibi, ölümün bilinmeyen varlığının içinde yol alıyorum her gün. geri kalan günlerime dair belirgin isteklerim yok; işten çıktıktan sonra yolculuk yapayım, ülkenin çeşitli şehirlerine dağılmış ve yolları zamanla bu satırların bedbaht yazarıyla kesişmiş güzel insanlarla bir kez daha görüşeyim, eski günlerden konuşurken pes oynayayım ve daha önce gitmediğim bir şehrin içinden trenle geçerken de karlı coğrafyaya bakayım bana yeter. istanbul'dan kars'a 36 saat trenle gitsem bile olur. soğuk istasyonların buz tutan paslı saçakları altında beklerken gelene geçeni izlesem, ellerimi ovalasam ve ben doğmadan önce ölenleri, ben doğduktan sonra doğup ben ölmeden önce ölen güzel yüzlü çocukları hatırlasam zaman biraz daha geçer. sonra bir bakarsın, hayatımın son gününe elimde eski bir asa ile ulaşmışım; bilgelikten arta kalan bir tebessümle yükselmeyi ve tekrar abi olmayı bekliyorum.
mimar olmama rağmen, bir kez daha evlat acısı yaşatmadan bu diyardan göçmek dışında net bir plan sahibi değilim; en sona ben kalsam da olur. lanetli bir kehanetten öteye gitmeyen yazılarım cehennemin dibine serpilse bile umrumda değil. eylülün ortasında, motosiklet kazasında ölen bir çocuktan bahsetmişim bu blogta. iki buçuk sene önce sözlükte de, temmuz'da 26'sından gün alacak solak bir çocuğu trafik kazasına kurban etmiş ve anne-babasının mahvolan hayatlarını anlatmaya çalışmışım. yamaha fazer alınmadan birkaç gün önce de, olanla ölenin önüne geçilemez diye baştan kabullendiğimi belirtmişim. bir şeyi değiştirmek elimde değil, kendi hayatımı bile kelebeklerin titrek kanatları belirliyor. bunları neden yazdım bilmiyorum, bazı şeyler benim kontrolümde olmuyor; dünya'da tüm olup biten de beş duyuyla algılanamaz. bilinmeyen bir şeyler, gündelik hayatın küçük detaylarına bile hükmediyor ve bunun farkına birçok şeyi kaybettikten sonra varıyoruz. tüm bunları fark ediyorum, yazılarımı hemen hemen hiç okumamama rağmen; bazı ifadelerin gelecekten geldiğini her şey olup bittikten sonra görüyorum. şimdi yazdıklarım bile hem geçmişin hem de geleceğin tesiri altında. olmuş olanlar ve olacak olanlar arasında bir andayım; geçmişi hatırlıyor ve bazen geleceği görebiliyorum.