22 Mart 2012 Perşembe

sunset tuborgs

öyle bir his var ki içimde, 22 mart 2002'de hafiften uzamaya başlamış günlerin hafifliğinde taa bostanlı'ya gidip birkaç bira içtiğime eminim. balıkçı barınağının ardından batan güneş, soğumaya başlayan hava ve kırmızı tuborg. okul hayatım son hızla irtifa kaybederken, diğer branşları yavaştan yoklamak. etrafımda willy'nin olduğunu ve sigarasını yaktığını bile on sene sonrasından görebiliyorum. martın 22'sinde izmir'de ve dışarıdaydım, yurda dönmek istemiyordum. belki şu anda bile değilim, 2012'den 2002'yi hayal eden bir orta yaşlıyımdır ve takvimler 22 mart 2022'yi gösteriyordur. imar müdürü olduktan sonra işleri iyice boşvermiş ve deniz gören odamın penceresinden akşama kadar dalgaları izlemişimdir. gelecekten ya da şimdiden pek emin değilim, sadece on sene önce izmir'de bir yerlerde içtiğimi biliyorum. winamp da bunu biliyormuş gibi "if tomorrow never comes"ı çalmaya başladı. beni 2002'den alıp 2004'e götürdü. rock barda çalışıp tek gecelik ilişkilerin arsız şövalyesi olduğum iki senenin ardından, uzun yıllar boyunca sevebileceğim kızı sonunda bulmuştum. gülünce yıldızların bile yeryüzüne biraz daha yaklaştığı bir kızdı ve patron ortalıkta değilse iş esnasında öpüşürdük. taze bir meyvenin tadı vardı dudaklarında fakat hangi meyveydi hatırlamıyorum, aradan uzun zaman geçti. ben onu öptüğüm esnada sevişen bir çiftin çocukları okula başladı, sanıyorum ki okumayı bile söktü. çalışma saatlerim esnekti, akşam üstü başlar ve sabaha karşı barı kapattıktan sonra bar personeli olarak biraz daha içerdik. konuşur, güler ve kalkınca hiçbir şeyi hatırlamazdık. gündüzlerimi sevgilime vermek için sabah yatmışsam bile öğlene doğru mutlaka kalkardım ve birlikte denize giderdik. kalp atışlarım dengesizleşirdi onun yanındayken. onun minik ellerini tutup aşkın bu olduğunu düşünürken bir sene önce ablasıyla birlikte olduğumu aklıma getirmemeye çalışırdım.

akşama kadar ihale dosyalarını kontrol ettiğim ve fiyat teklifi için birkaç çizim yaptığım bir gün oldu. kelimeleri anlamayana çizim, çizimi de anlamayana 3d modelleme yaptım. 3d modellemeyi de anlamayan oldu, onun yakasına yapıştım. yerel gazetenin manşetinde dün akşama kadar uğraştığım projenin vaziyet planını gördüm fakat kendimle gurur duymadım. bir şeyleri başardığımı hissetmedim. ihale dosyalarına bir süre ara verip geniş teraslara açılan bir zemin katı çizdim. bir dönüm portakal bahçesi alıp köşesine tek katlı bir ev konduracağız. şu aralar tek ciddiye aldığım şey, bu evin projesi. doğramalarının hangi malzemeden olması gerektiğine kadar düşünüyorum. antalya'da bir benzeri olmayan güzel bir şeylerin peşindeyim ve buna ulaşacağım. verandasında oturup başka bir akşam üstüne şarap içerken de uyuyakalacağım. yıldızların yine yakınlaşır gibi olduğu bir geleceği planlıyorum, sadece evin planından ve odaların nereye gelmesi gerektiğinden bahsetmiyorum.

az önce bizimkiler geldi ve misafirliğe gideceğimizi söyledi. onlara, beni hayatımın geri kalan günlerinde misafirliğe gitmek için zorlamamalarını söyleyip ikinci kırmızım için mutfağa girdim. ilk kırmızı iyi işe yaramış ve iki paragrafı benim yerime yazmıştı. paragraf! ne güzel bir kitabevi ya da cafe olurdu senden. ankara'daki sakal gibi, tavana kadar raflar ve kitaplar. ne günlerdi değil mi? bir başka sevgilin için tek günlüğüne ankara'ya gitmiş ve onunla öğlene doğru, bir parkta kırmızı tuborg içmiştin. birkaç gün önce kar yağdığı için her taraf karla kaplanmıştı, kız arkadaşının dudağındaki piercinge uysun diye kulağını deldirmiştin. sahi ne oldu o kız? tiyatrocu olmak istediğini söylerdi, google'a göre bunu başarmış. başarmakla kalmayıp dizilerde oyuncu bile olmuş, youtube'dan eski sevgiliyi görmek de ne enteresan değil mi mimarım? bunlara alış, hayat zaten gerçek değil. ya senin ya da bir başkasının gördüğü rüya. on sene öncesi, nasıl bir an gibi geliyorsa; tüm hayatın da aslında bundan uzun değil. yirmi ya da kırk yıl fark etmiyor, hepsi ana tekabül ediyor. o yüzden uzun vadeli planlarını rafa kaldır, anı yaşa. bir belediyenin imar ve şehirciliğinde ne kadar yaşayabiliyorsan artık. hayat bir an fakat maaş ayda bir geliyor. gelen paranın bir kısmını ehliyet kursuna, bir kısmını öğrenim kredisine, bir kısmını kanal tedavisine ve dağcılık ekipmanlarına yatırıyorsun. feda olsun, öğrenim kredisiyle içtiğin biranın parasını şimdi ödüyorsun. 

biraz önce annem geldi ve hafta sonu olympos'a yakın bir araziye bakmaya gideceklerini söyledi. hemen ormanın kenarındaymış. mevzuat der ki: imar durumuna bakmadan bir dönüm araziye 75 m2'lik bir ev yapabilirsin. 75 m2'ye tüm hayallerimizi sığdırabilirim, verandamıza açılan kapılar boydan boya cam olabilir. ege'nin taş evlerindeki mimariyi kısmen uygulayabilirim. merkezi plan ve rengin anlamını bulduğu duvarlar. hayat adını verdikleri bölüm ile birlikte yüksek pencereler. yağmurla yıkanan bir veranda ve ormandan sızan toprak kokusu. medeniyetin pek yaklaşmadığı yerlerde yıldızlar yaklaşır insana, ışıktan duvarlar kalkar. istanbul'da milyonda birini görmediğin yıldızların altında sabahı getirirsin. damağında dolaşan bir yudum şarap, seni astral bir seyahate çıkarır. dünya'yı dolaşamadım diye hayıflanırken, bir başka galaksiden uzanıp izlersin gökyüzünü. 

akşam iyice çöktü. metallica "to live is to die" ile devam ederken dolaptaki üçüncü kırmızım da omzumdan dürtüp "hadi öpüşelim" dedi.


20 Mart 2012 Salı

nirvana

dayrede uzun uzun yazacak zamanım olmuyor, akşamları da özellikle ehliyet kursundan sonra kafam durma seviyesine yaklaşıyor. aynı sorulara aynı cevaplar son yirmi yılda değişmemesine rağmen, göz göre göre 50 soruda 28 yanlış yapan adamın ensesinden sıkıca kavrayıp "yaradan rabbinin adıyla oku lan şu soruları artık" demek istiyorum. derslere giderek zamanımı çarçur ediyorum fakat sona yaklaştık, artık sadece soru çözüyoruz.   ilkokul hayat bilgisinden aklımda kalanlarla iyi idare ediyorum. dersane birincisi olursam, seneye bedavadan kursa gelip gelemeyeceğimi merak ediyorum.

neyse, bugünden itibaren şunu yapacağım: hangi ayın kaçındaysak, yaklaşık dört yıl sürüp artık biten sözlük kariyerimde o güne denk gelen yazılardan birisini buraya taşıyacağım. blog işi tam benlikmiş, sözlükte yine iyi idare etmişim. entryleri silmeyi şimdilik düşünmüyorum, gerçi cyrano'dan sonra benim için hiçbir anlamı yok ama dursun. here we go:

nirvana

trafikte duran ciplerin yanından usulca yürürken the man who sold the world çalıyordu kafamda. yine ay sonuna bir haftadan fazla varken sıfırı tüketmiştim. evden para istesem, "fatura almasak kaça olur" diyen müşteri gibi "nasihat almasak kaça olur?" diye pazarlığa girişsem, ek kaynaklarla idare ederdim belki ama her ay aynı teraneyi yaşamaktan da sıkılmıştım. gerçi kendi partisinin mitinglerine devletin uçağıyla giden adamın uçak yakıtını ödüyorum, o kadar fakir sayılmam. 19 yaşındaki türbanlının cipindeki benzinin de bir kısmını karşılıyorum. üç günde bir fatura gelir eve, on tane faturadan payıma ne kadar vergi düşüyorsa tıkır tıkır öderim. demokrasinin görkemli seçimlerinin parlak afişleri için de cebimdeki parayı veririm, istemesem bile çalarlar. gasp deyip suç duyurusunda bulunsam, alırlar merkeze "düzeni bozmaya çalışmaktan." sesimi yükseltirsem, biber gazı gelir ciğerime. polisi değil ama ciğerimi severim. devlete borçlu doğduğumdan, hesabım ödemekle kapanmaz. dünyayı satsam ancak karşılarım derken, çalıyordu işte şarkı. nirvana, her zaman yaptığı gibi yine nokta atışıyla vurmuştu beynimi tam ortasından.

istemediğim kadar çok çalışıp da istediğim şeyleri elde edememem. rızam olmadan benden bir sürü şeyin araklanması da tecavüze uğradığımı hissettirdi. manevi tazminat davası açsam, suçlusu yine ben olurdum. mağdur durumda olup da bunun giderilmesi için çaba gösterirken daha fazla mağdur olmak, her ülkede başa gelebilecek bir olay değil. "sen türkiye'sin, çok düşünme bunları" dediğim an, rape me başladı. fiili tecavüz eden yaşlı sapıkların alenen kollandığı bir ülkede, 14 yaşındaki bir kıza salyalarını bulaştırmaktan daha kötü olan tek şey sorgulamaktır. "din kisvesi adı altında ne kafa siktiniz, ümmetinizi ne kolladınız, inandığınız allah önce sizin belanızı versin" demek gerçek hayatta mümkün değildir, altı üstü bir internet sitesinde, bu entrynin götümüze girebilir gerekçesi ise silinmeyeceğinden bile emin değilim. devletin benden aldığı onca paraya rağmen verdiği tek hizmet, korkudur. sadece bende değil arkadaşım, aynısı sende de var. sindirilmiş bir milletin, sesini ancak bir sitede çeyrek yükseltebilen neferleriyiz. öğretmekten ziyade ezberletmekten yana olan eğitim sisteminin, karşısındakine saygı göstermeyi bırak, kendi düşüncesini bile savunmaktan aciz kadavralarıyız.

sözlükte yıllardır görüyoruz; adam başkasından bahsederken "bilmem ne yapan orospu çocukları" gibi başlık açıyor. daha ikinci entryde tam karşı görüşte olan bir başkası girişiyor bu sefer "önce kendilerine bakması gereken orospu çocuklarının tespitidir" diye. al birini vur ötekine, cahil kutuplaşmanın binlerce başlıkta incelenmesi. hiçbir şeyi düzeltmeye ya da başkasının omuzlarına basıp yükselmeye çalışmıyorum. artık "bana ne" demeyi öğrendim, sadece kendimden sorumluyum. yaptığım her şey, okuduğum her kitap, gittiğim her film, tiyatro, düşünce, müzik sadece kendimi geliştirmek için. mahşer gününde, bana hesap soracak tanrıya bile gider yapacak kadar hazırcevap olmak amacındayım. "önce sen hesap ver, başkaları adını kullanarak, milyonlarca insanı fakirliğe, açlığa, çaresizliğe sürüklerken ne yapıyordun?" diye soracağım. "her şeye gücün yetiyordu da, tüm iyi niyetli insanlar rezil olurken, kötüler kazanırken, ne halt ediyordun da şimdi benden hesap soruyorsun" diyebilmeliyim. düşüncelerimin köşesi sivrilmeye başladığında, kanamamak için something in the way dinler, yoluma devam ederim. nirvana sakinleştirir, öfkelenmem gerektiği zaman ise bunu tetikler.

dinlemeye başlayalı uzun süre oldu, her durumuma göre bir şarkıları hep vardı. evdeki sony müzik setinden walkmene, discmanden mp3 çalara kadar bir çok şey değişti; bu adamlardan aldığım lezzet değişmedi. aylarca dinlemediğim zamanlar oldu, başka gruplar geldi geçti, insan sesi duymak istemeyip klasik müzikle haşır neşir olduğum dönemler de yalan değil ama içlerindeki net öfke ihtiyacım olduğu zaman hep yanımdaydı. come as you are dinledim insana ihtiyacım olduğu zaman. onları kırdığım zaman all apologies. pennyroyal tea niyetine devirdim biraları, sevdiğim kız başka şehirde telefonuma cevap vermezken delirip where did you sleep last night'ı çevirdim sabahlara kadar. içimdeki her duygunun süssüz, gösterişsiz, alımsız yansımasıydı nirvana. ne bir ergenlik bunalımı, ne de arayış. ulaşmam gereken nokta, zirvedeyken duyacağım huzurdu.

"and if you save yourself
you will make him happy"

sappy şarkısının ilk iki dizesi. yani diyor ki; herkes kendini kurtarırsa, tanrı bile mutlu olur. herkes kendini geliştirirse, herkes okursa, herkes düşünürse tanrıya ihtiyaç kalmayacağından, o da kafa dinler.




18 Mart 2012 Pazar

fields of gold

cuma akşamından girdiğim hafta sonu tatilleri o kadar uzun geliyor ki, nerede çalıştığımı ve en son hangi konuda kiminle ne konuştuğumu unutuyorum. sanıyorum ki yarın toplantıya girip, benden yaşça büyük bir sürü insanla bir mütabakata varmaya çalışacağım. cuma günü varmış mıydık acaba? eğer varmışsak ve ben yarın, mütabakat diye toplantı masasında yılan gibi kıvranırsam gerçekten hoş olmaz. aldığım parayı hak etmediğim gibi bir sonuca benden başka kimsenin varmasını istemiyorum. maaşı geçen hafta aldım ve o zamandan beri önüme gelene yemek ya da içki ısmarlıyorum. aynadaki aksime bile beş tane bira içirdim bugün, tutarsızlığım ondandır. hiç, bir araya gelemeyeceğiz diye düşünme talihsiz yansımam, paralel çizgiler bile sonsuzda kesişirmiş, matematik öyle der. dünkü ferhat göçer röportajında karşıma çıkan "aynada bana bakan adamı seviyorum" demeci, ferhat göçer'in aslında bir muhabbet kuşundan fazlası olmadığını anlamama yardımcı oldu. bu kadar berbat şeyleri, narsist kuşumuz panpa bile söylemiyor ki bu adam, bir de röportaj veriyor. 

dün kanal tedavimin ikinci aşamasına devam ederken, bir sting albümünü kafaya diktik doktor ile. fields of gold'ta aklıma ağustosta çıktığımız ve ayçiçek tarlalarının kenarından geçtiğimiz yolculuk geldi. şarkı anlamını buldu ve aklıma mühürlendi. sabah erkenden yayla yolu üzerinden, insanların doğup öldüğü köylerin içinden bir anda geçerken yeterince hızlıydık. artık o kadar değilim, aklımda uzun mevsimler ve başı sonu olmayan düşünceler. an geliyor tam kalbime bir sızı saplanıyor, bununla nasıl başa çıkabileceğimi düşünürken de gideceğimiz yere ulaşmış oluyoruz. arabadan iniyorum, sırt çantamı taktıktan sonra derenin kenarından ilerliyorum. adım attığım sürece düşmüyorum, doğa mutlaka bana bir cevap veriyor; taşların üzerinden seken güneş ışığı ya da su içen bir kuş. bakmak ve görmek arasındaki fark neydi tam olarak hatırlamıyorum ama dışarıdayken daha iyiyim. bugün sabahtan olimpos'a gittik, bundan yirmi sene önce olduğu gibi yine nevi şahsına münhasır çiftler vardı. güneşlenen avrupalı çiftleri her zaman sevmişimdir, bana sanki bağımsız bir filmde yan rollerinden birinde oynadığımı hissettirirler. bununla birlikte amatör fotoğrafçı terörü de vardı belli başlı yerlerde. tahta köprünün üzerinden, antimachos'un lahdinin hemen önünden ilerleyip a kilisesinin ardında kalan ve pek kimsenin bilmediği su kenarına oturdum. hani yazın bile serin ve gölgelik olan, yaprakların arasından sızan ışığın spotlar gibi bölgesel aydınlattığı. hiçbir şey değişmemişti, sadece yaprakların biraz daha büyümesi gerekiyordu. devrilmiş bir ağacın gövdesine yaslandım, rastgele bir şarkı için tuşa bastım ve rajaz çıkınca, yalnız olmadığımı anladım. şarkıları seçen ben değildim ki şimdi de yalnız değilim; onbinlerce şarkı arasından "after all these years" çalıyor. genelde rajaz ve bunu ardı ardına dinlerdik olimpos'ta, buzlu poşetlerimizde biralar olurdu ve bizimkilerin yanına gittiğimizde içtiğimizi çaktırmamak için direk denize koşar ve tuzlu suyla gargara yapardık. devrilmiş ağacın gövdesinde rajaz'ı bitirdikten sonra sahile geri döndüm. çocuklarını bir ruh hastası gibi yetiştirmeye ant içmiş bir türk ailesi vardı ve çocuklarına uzaktan bağırıyorlardı. baba çileden çıkmıştı ve anne de küçük kıza meyveli yoğurt yedirmeye çalışırken kendinden geçmişti. uzak bir köşede ise annesi ve babası kitap okurken uslu uslu oturan dünya güzeli bir bebek vardı ve ne ağlıyor ne de ortalığı ateşe vermeye çalışıyordu. medeniyet, üç yaşındaki bir çocuğun tavırlarında saklıydı. olimpos sahilinden çıralı tarafına yürümeye başladık, dereye gelince durakladık ve suyun diğer tarafına geçip geçmemekte kararsız kaldık. suyun diğer tarafında olup da bizim yakada olmayan hiçbir şey yoktu ve kimse ayakkabılarını çıkarmak istemiyordu. su kenarına geçici obamızı kurduk, ben güneşin altında hafiften uyuya kaldım. belli bir süre sonra kafamı kaldırdığımda, enine çizgili cesur bikinisiyle kate upton'ı bana doğru koşarken gördüm. taşlar ısınmış ve havayı dalgalandırmaya başlamıştı, gördüğüm bir seraptan fazlası değildi fakat yine de kate'in hızını alamayıp bana çarpmasını ve ağzımı burnumu dağıtmasını istedim. 

günün geri kalanı, aileden bağımsızlığını ilan etmiş abraham lincoln gibi fotoğraf çekip bira içerek geçti. tuborg gold hemen her yerdeydi ve güneş ışığının yumuşaklığı tam istediğim gibiydi. 18*55 yerine, 50mm ve çok az da 50*250 ile fotoğraf çektim. 50mm prime'ın çekim kalitesini o kadar seviyorum ki, kazandığımı adam gibi lenslere yatırmak istiyorum. fotoğraf çekerken de, montaigne'nin denemelerde yaptığı gibi kavramlar hakkında ileri geri düşündüm. paralel hayatlar yaşamamız, sonsuzda kesişeceğimiz anlamına geliyordu. bir dönüm portakal bahçesi almaya karar vermiştik ve bahçeye konduracağımız evin ahşap mı yoksa taş mı olması gerektiğini henüz bilmiyordum. tüyleri güneşte parlayan güzel bir köpeğimiz olacaktı ve ona archy diye seslenecektim. birkaç tane de zeytin ağacı, evin arkasında bir yerde basket potası, verandasında rahat bir salıncağı ve sessizliği. başka evlere benzemeyecekti, azın çokluğu daha ilk adımdan belli olacaktı. annem ve babam toprağı ekip biçerken oyalanacaktı. olimpos'a giden yol üzerindeki evimizden çıktıktan beş on dakika sonra, asırlık aidiyetimin olduğu antik kente ulaşacak ve ancak çok yakın hissetiklerimin bilmesini istediğim köşelerde olacaktım. malzemeler, özlerini kaybetmeyecekti. ahşap ahşap renginde, taş duvar ise taşın doğasında ne varsa. makyaja gerek yoktu, hiç olmamıştı. biraz içtikten ve uzun uzun izledikten sonra, cevaplar da belirginleşiyordu. baton almam gerekiyordu. dağ yürüyüşlerinde limitlerimi görüyor ve kendimi tanımak hususunda sağlam adımlar atıyordum. önceden köpek korkum varken, şimdi archy ile akşama kadar yuvarlanmak istiyordum. ara sıra ege'nin neden beni çağırdığını ve cunda'da dolaşan bir hayalet olup olmadığımı bilmek istiyordum. egede yaşayan bir kıza aşık olmuş olsun mesela, o nereye giderse peşinden gitsin. bir ara sözlüğe yazdığım bir şeyler var mıydı acaba bu konu hakkında, başlığını hatırlamamın mümkünatı yok. içeriklerim, başlıktan her zaman bağımsız oldu.

olimpos'a çöken akşamın sırtında arabaya binip evimize geri döndük. yarım saat geçmeden evimizdeydik ve her şey yerli yerindeydi. bu evde daha fazla kalmak yerine, zemin kattan başka katı olmayan ve yere kadar camlarını sağa sola açtığımızda doğanın tüm kartelasını odanın içine alacak minik bir eve geçmeli, onu inşa etmeliydik. ingiltere'den gelen kuzen, bahçede köpekle oynamalı ve force kullanarak onu sakinleştirmeye çalışmalıydı. bazı akşamlar sadece yıldızlar olmalıydı, bazen de tatlı bir esinti. bir evin hayalini paylaşarak,apartmanın yedinci katında oturduk. yorgun ama huzurluydum, fotoğrafları da bir şekilde bilgisayara aktardıktan sonra yatabilir ve eğer kısa olacaksa da bir şeyler yazabilirdim. fotoğrafları hallettim fakat kısa yazmayı yine beceremedim.

tintin

gold

akalteke

jojo & tintin

sea sons







16 Mart 2012 Cuma

dünya

gerçek zamanlı değil.

evet, diğer insanların (bu sanıyorum ki siz oluyorsunuz) bugün yaptığı gibi 16 mart 2012'deydim fakat sanki uzak bir gelecekte dikilip de geçmişe bakıyor gibiydim. belediye başkanı kırmızı uzun bir cüppe giymişti ve nikah kıyıyordu, kız 17 oğlan ise 18 yaşındaydı ve tanımadığım bir sürü insan kırmızı plastik sandalyelerde oturmuştu. belediyenin bünyesinde bulunan nikah salonunda erkenden evlenmek isteyen bir çüklü vardı ve tüm personeli davet etmişti. kimsenin çalışmak istemediği bir cuma olduğundan, kaytarmak için nikaha girdik ve girerken de metro çikolatalarımızı aldık. birkaç saat süren toplantıdan sonra tüm enerjimi uzun masada bırakmıştım, sadece başkanın giydiği vampir kostümüyle birlikte genç çiftin tepesinde asılı kalan avizeye bakıyordum. nikah salonumuz gerçekten iğrençti ve seksenlerden kalma bir film dekoru gibiydi. çikomu yeyip bu vahşi habitatı izledim. mesainin bitmesine bir saat kalmıştı fakat haftanın biteceğine inanmıyordum. üç farklı mimarla proje üzerine konuşmak beni yıldırmış ve mimarlara olan nefretimi perçinlemişti. sadece zamanın ötesinde nikah izlemek ve taraflar "evet" dediğinde tüm gücümle alkışlamak istiyordum. ellerim büyüktü küçüğüm, minik fırtınalar yaratabiliyordum.

nikah bitince herkes ait olduğu yere döndü, ben kravatımı biraz gevşetip pencereden dışarıyı izledim. fırtına uyarısı yapılmıştı ve uzak ülkelerin bandıralarını onurları gibi taşıyan gemileri iyice yanaşmıştı. denizi görebilmeyi seviyordum, hızlı koşarsam elli saniye sonra denize girebileceğimi bilmek beni rahatlatıyordu. saat beşi biraz geçe, bilgisayarları ve bir haftayı daha kapattık. maaşımı dün almış ve param olmadığı zamanlarda yaptığım gibi gidip de tuborg'a yatırmıştım. deniz kenarındaki ahşap kulübenin ılık akşam üstüsünde, biraları ardı sıra devirirken de yükselip sönen dalgaların insan hayatına ne kadar benzediğini düşünmüştüm. ahşap dikmelerin üzerinde yükselen ve yerel halkın yazlarını geçirdiği küçük kulübelerin birisindeydim ve parıldayan yıldızlarda sonsuzluğu yakalıyordum. aklıma gelen onca şeyi istiflemek yerine, onları serbest bırakıyordum. çocuklarım gibi kumlarda oynuyorlar ve arada sırada bana dönüp bakıyorlardı. düşüncelerimin gözleri güzeldi, annelerine çekmişlerdi. elimde bir poşet birayla kumsalı arşınladıktan sonra da pencere kenarında geceyi getirmiştim.

winamp bugün tahayyül edilemeyecek kadar iyi, çaldığı her şarkının dolaysız olarak benimle bir bağlantısı var. radiohead - creep desem, willy (eğer üşenmeyip de okuyorsa) muhtemelen sıradaki sigarasını bu şarkıya içecektir. bu aralar sigara içme isteğiyle boğuşuyorum, bir şeyleri içime çekmek istiyorumdur belki. aşırı sağlıklı yaşayınca insan kendisini sabote etmek istiyor. şöyle işten çıkıp da denizin kenarında yavaş adımlar atarken, arada sırada durup da denizi izlerken. sigara içmesi bir şey değil de, sigara kokmaya katlananam. o yüzden, bu fikir sadece ütopyamın raflarında kalsın; önceden içmeyip de yeni başlayanlar varsa da bıyıklarının sararacağını düşünüp bıraksın, bıyığı olmayanlar ise sadece gülümsesin. gülümsemesi olmayanlar ise gelsin belediyenin nikah salonundaki avizenin altında yarım saat beklesin.

uzun süreye yayınca yazıyı, daha öncekilerde olduğu gibi anlam bütünlüğünden fersahlarca uzaklaştım. önceden ayağımın tozuyla beş kırmızı içer ve başucu eseri yazardım, şimdi üç kırmızıdan sonra nereden başladığımı unutuyorum. yaşlanıyor muyuz acaba cavidan? geri kalan yıllarımızı ada gören bir ege kasabasında, dokulu beyaz duvarlarının arasında yuva yapmış koyu mavi pencerelerin ardında mı geçirelim? dar sokaklar denize mi ulaşsın dersin? peki ya begonvilleri ne yapacağız?

her paragrafta başlığı da değiştiriyorum bu arada; mein herz brennt ile başlayıp song from a stormy night ile devam ettikten sonra şimdilik dünya'da karar kıldım. yavuz çetin iyisindir umarım, oralarda güzel bir çocuk olacak gitara sevdalı; ona biraz daha teknik öğret. bir kere göstersen yeter, çocuk çok yetenekli. bizim de burada ne kadar kalacağımız belli değil, doğru anın gelmesine bakar her şey. orada huzurlu olmasaydınız bunu hissederdim, bunu hissettiğim için de her şeyi berbat ederdim fakat yolundasınız, ara sıra jack kerouac'ın öykülerini dinleyip "vay be" diyorsunuz. gerçekten kaçık bir herif, yapabileceğiniz bir şey yok. biz geride kalanlar da bunun farkındayız ki klavyemin hemen yanında onun kitabı var, günde birkaç sayfa okuyup işe öyle gidiyorum. zamanımın gelmesini bekliyorum. toplantılar oluyor, insanlar sürekli bir şeyler anlatırken ben sadece bekliyorum. beklerken de fotoğraf çekiyor ve elimden geldiğince yazıyorum, bunu sen de biliyorsun. 





me di







12 Mart 2012 Pazartesi

ae gean







the boi

anası ingiliz, babası ise bizzat dayım olan efsanevi prensin doğum günü yine geldi çattı. martın 13'ünde, jack kerouac'tan tam bir gün sonra doğan ve henüz altı aylıkken ülkeler arası uçmaya başlayan bu kurabiye suratlı güzel çocuğu senede en fazla iki hafta görüp, geri kalan elli hafta boyunca deliler gibi özlüyorum. sondan eklemeli türkçe'yi kırık dökük kullanması, jedi kültürünü benimsemesi, darth vader maskesini taktıktan sonra force kullanıp beni boğmaya çalışması, batman kostümünü giydikten sonra adalet peşinde koşması, kusursuz ingilizcesi ve sabahlığını giyip evde dolaşması derken, aklımı başımdan alıyor. sırf bu velede benzesin diye ingilizin birisiyle evlenmek ve çocuğumu bir süre ingiltere'de star wars adetlerine göre yetiştirmek istiyorum. ışıldayan gözleri, anasından gelen asaleti, babasından aldığı deli damarı ve yanından ayırmadığı ışın kılıcıyla, acaba büyüyünce iki kültür arasında kalacak mı endişesiyle, bizi unutup da türkiye'ye gelmek istemez mi kaygısıyla bekleyip duruyoruz işte. mayısın ortasında gelip kendine ait küçük valizi ve üzerinde mutlaka bir mesaj barındıran tişörtüyle bana doğru koşacağını, onuuu diye bağıracağını ve bir şeyler anlatmaya başlayacağını şimdiden görüyor ve altıncı yaşına giren ingiltere'nin en genç kralını blogumun bana verdiği yetkiye dayanarak kutsuyorum. çok yaşayasın lordum, bizimle birlikte yaşlanasın. 









9 Mart 2012 Cuma

rolling in the office

tüm ciddiyetimi bir süre önce kaybettim, ciddi insanların arasında yaşayıp her şeyin alabildiğine komik olduğu fikrini bastırmaya çalışıyorum sadece. office space'i izleyenler bilir, oradaki milton karakterinin bir benzeri benim iş arkadaşım. zımbasını çok seviyor, delgecini de çekmecede saklıyor. herkesin delgeci ve zımbası var, oldukça zengin bir kamu kuruluşuyuz. şahsıma özel balya balya aydıngerlerim, kalem setlerim ve raflarım var. görsen benimle gurur duyardın ve bir çayımı içerdin kımıl dudaklım.

biraz önce, melodisini canım ciğerim adele'min rolling in the deep'ine ayarlayan diğer iş arkadaşım telefonunu masada unutup dışarı çıkınca, epey kalabalık bir topluluk olarak şarkıyı dinledik. odanın diğer köşesinde ruhsatla ilgili konular dönüyordu, emsalde sorunlar vardı, yaşlı insanlar gergindi (kırışıklığa yine de çare olmadı) ve adele bunları umursamadan şarkısını söylüyordu. arayan kişi de ısrarından vazgeçmediği için, o saf sesi biraz daha dinleme imkanı bulduk.

tavuk şiş yemeliyim, vücudum bunu istiyor. dukan diyetinde beşinci günüme giriyorum ve şimdiden on kilo verdim. geçen sefer tam altı kiloda dokuz gün vermiş ve beynimin son durumu hakkında endişelenmiştim. şaka lan, hemen kulaklarının arkası karıncalanmasın. diyete ya da kilo vermeye değil, damağımda dağılan lezzetlere ve yemek sonrası rehavetinde aklıma gelen başı sonu olmayan fikirlere inanırım. fikirler kurşungeçirmez diyen maskeli kahraman kimdi peki? gazetenin verdiği mesut yılmaz maskesiyle dolaşan bir deli miydi? yağmurlu günlerde denizin rengini, okula giden yolda taşları tekmeleyen sırt çantalı küçük çocuğu severim. denizimiz bazen tropikal tonlardan seçkiler sunar, güneşin altında öylece uzanmak isterim. belki bir şezlong ama şemsiye olmasın, zararlı olduğu ileri sürülen güneş ışınları yanaklarıma çarpsın. ona bakarsan nefes almak da bir yangın, oksijen ve karbondioksitin bilinmez dengesi. ehliyet kursunda hücrenin ne olduğunu gösterdiler dün, vücudun en küçük yapıtaşı olduğundan falan bahsettiler. konu sonundaki testi ders bitmeden çözdüm ve doksan soruda doksan doğru yaptıktan sonra da ne halt etmeye akşamlarımı bu kursta helak ettiğimi düşündüm. yani övünmek gibi olmasın, bundan on sene önce moleküler biyoloji, genetik ve hücre organelleri diye dersler aldım; bunlardan büyük bir görkemle kalmış olmam dersleri dinlemediğim anlamına gelmesin. sadece lisede çok fazla ders çalışınca, üniversitede kendimi rölantiye almış ve sonra da öss'ye tekrar girip başka bir bölüm kazanmanın, dersleri toparlamaktan daha kolay olduğuna karar verdikten sonra da istanbul'a mimarlık okumaya gitmiştim. kolaya kaçmayı severim, zoru başarmak başkalarının zamanını alsın. kız olsam da kocaya kaçar ve çivit mavisi panjurları her bahar bir kez daha boyardım. beyaz boyalı sandalyeler ve açık mavi bir masam olurdu, rakı içen kadın olurdum. ganyan oynayıp ata küfretmezdim ama seviyeyi korumaya çalışırdım. iki çocuğum olurdu, birisini müfredata göre diğerini de elf sanatlarına göre yetiştirirdim. birisinin ağır bir okul çantası, diğerinin oku ve sadağı olurdu. birisi hecelemeye çalışırken, diğeri de metreler öteden bir elmanın kabuğunu tek bir ok ile sıyırırdı.

yarın kekova'da sonlanan uzun bir yürüyüş yapmak ve imkanlar el verirse de denize girmek istiyorum. aslında tek başınalığımda hayatta kalma yüzdemi biraz arttırırsam, bir adada kamp yapmak da çok cazip geliyor. bu kaçıncı hayatım acaba? ruhum ölmeye doydu mu bilmiyorum ama ilk ve son değil, çeşitli duyumlar alıyorum. tehlike anındaki gerçek kişiliğim ne, korkularım, güneş doğarken çıplak denize girmemin kime ne sakıncası var? kurallar ve kumaşlar karada kalsın. biraz da içimdeki hayvan nereye giderse oraya sürükleneyim diyorum. birkaç hafta önce, dağın yamacına kurduğu kulübesinde yaban hayatı yaşayan ve sanıyorum ki atlas dergisi için çalışan "into the wild" temsili genç adam, varlığımda büyük izler bıraktı. çayını demlemişti ve uzakta parlayan adalara bakıyordu. benim iki gün önce rüyamda gördüğüm üç adalara bakıyordu hem de, rüyalar renksiz olur diyen bilimadamlarına ve onları umutsuz gözlerle bekleyen eşlerine inat, turkuazın en güzel tonunu gördüm gecenin bir köründe.

sen bu paragrafa bir anda geçtin pekan cevizim fakat ben yemeği çoktan yedim, üstüne de deniz kenarında yaklaşık yarım saat yürüdüm. siyah takım elbisem tüm güneşi soğurdu ve beni küçük bir cehenneme çevirdi. rüzgar sörfü yapmak için bir şeyleri monte eden iki tane adamdan başka kimseler yoktu, onları uzaktan izledim. hayatın ta kendisinin ne kadar büyüleyici olduğunu ve bunun farkına varan az sayıda insandan biri olduğumu düşünürken, öğle tatili de bitti. yola çıktım, siyah mercedes'iyle başkan da o sırada önümden geçti ve geçerken bana el salladı. ben de ona el salladım, iyi niyetli bir başkanımız var. bazen kavak ağacının altındaki soluk kırmızı sandalyesinde oturup dağları izlerken çay ve sigara içiyor. bazen daireye gelip, bir çay ısmarlayın da içelim diyor. gerçek insanlar, gerçek işlerin arasında ve cuma öğleden sonrasının, taşları tekmeleyerek okula giden o küçük çocuğunda şu saatlerde hissettiği gibi, huzurundayım. 


6 Mart 2012 Salı

iki zamanlı

"yazdığım her şeyi, dünyaya inmiş ve onu hüzünlü gözlerle izleyen bir melek olduğumu hayal eder ve öyle yazarım"  - jack kerouac

ehliyet kursunun ilk günü, sabır limitlerimi zorlamakla ve acaba aptallar için ehliyet kursuna gelip gelmediğimi merak etmekle geçti ama yine de dersten kaçmadım, bekledim. telefonlarınızı kapatın uyarısına rağmen telefonunun sesini kısmayan ergen irisinin kafasına krank mili ile vurduğum takdirde ortalığa saçılacak kanı düşündüm. eğitmen ne derse, ona bir espri yapmaya çalışan ve ehliyetsiz araba sürdüğü için polisten kaçıp duran başka bir gerizekalıya da bujileri sırayla takmanın maliyetini hesapladım. neymiş, polis buna kafayı takmış da nerede görse durduruyormuş. ben olsam durdurmaz ve gelişine vururdum sana ergen, vadilerde yankılanırdı çatlak sesin.

yine de bu yaşa kadar ehliyet almayan ve buna heves bile etmeyen bu satırların yazarına da çeşitli ithamlarda bulunabiliriz. sen danakelleli cizvit rahipleri gibi oradan oraya dolaş, ne okulunu zamanında bitir ne de sorumluluğun altına gir, debriyajdan yavaşça çekilen ayaklarla dalganı geç, fırsat bulunca otur; imkan bulunca uzan, miskinliğin esiri ol ve köşeye sıkışınca da ergenlerle birlikte ehliyet kursuna gitmeye saydır. beter olmadığına şükret komisyon üyesi, ihalesavar!

ilçeye dönmekle sıradanlaşacağını düşündüğüm hayatım azıya aldı gidiyor: belediye ve onun game of thrones'a rahmet okutan entrikaları, işlerin siyasi boyutu, kadroya geçirilmesi düşünülen sözleşmeli personel, yeni bilgisayar ve masa, kanal tedavim, dağ yürüyüşleri, güzelcik ile bazı akşam üstleri kaleiçi'nin teraslarında içmeler, içip de sarılmalar, döviz kurları, at kafaları, cüceler, annem ve babam, sevgilisini bir süre önce kaybeden muhabbet kuşumuz panpa, memuriyetin güçlü temsilcisi willy, özel sektörün yıkılmaz kalesi zaphod, ayakta kalmaya çalışmalar, ısınmayan havalar, sobanın yanındaki yatağım, erkenden uyumalarım ve yüzmek için güneşin çıkmasını beklemelerim derken dörtnala gidiyoruz. bunu değiştirmeye çalışmak beni aşar, sadece kendimi koyverdim ırmağın akışına. karşı dursam yıkılırdım, şimdi ise su gibi akıp gidiyorum. bir düşün içindeyim, ehliyet kursuna devam etsem de tam olarak sizden biri değilim. belki de kerouac benim.

şubatın sonundaki "at the end of the february"i farkına varmadan kaçırmışım, birkaç cümleyle özetimi geçeyim. sigorta girişim ancak 9 şubatta yapılabildiği için ayın 15'inde çok az bir para aldım fakat harcayacak pek fazla yerim olmadığından iyi idare ettim. kira ya da fatura yok, yemeği de annem gayet güzel yapıyor. evde de içmiyorum artık, fazla oyalanmadan uyuyorum. rüyalarım birden çok serüvene ev sahipliği yapıyor, kitap okumaya biraz ara versem de shameless izlemeye devam ediyorum. güçlü olmaya ve kalmaya çalışıyorum, ölümden sonrasını, yaşayan bir insanın bilmesinin mümkünatı olmadığından fazla derine inmiyorum. yüzleşiyorum, ancak bu şekilde içim ferahlayabiliyor. düşüyorum fakat yeniden ayağa kalkıyorum, sırtına tutunduğum kahramanlarım var ve kendime paylar çıkarıyorum:

"and why do we fall, bruce? so we can learn to pick ourselves up"