30 Aralık 2016 Cuma

seasons

apartmanın bahçe kapısından çıkar çıkmaz gökyüzüne baktım; daha önce hiç beyaz görmediğim tepelere kar yağmış, denizin üzerine ise koyu bulutlar çökmüştü. yağmurun yağacağı benim işe en az on dakika geç kalacağım kadar kesindi. adımlarımı hızlandırırken ani bir kararla kafamı çevirdim, oradalardı. ikinci katın penceresinden bana bakıyorlardı. küçük minişgu, annesinin kucağına yüzü dışarıya dönük şekilde oturmuş ve hafif çekik gözleri ile babasını izliyordu. işe gitmeyip eve geri dönmeyi ve yedi kiloya yaklaşan bu panda yavrusuyla yatakta yuvarlanmayı, boynundaki kokuyu ciğerlerimin en derinine dek depolamayı çok istedim fakat yılın son günüydü, bir gün daha dişimi sıkmalıydım. çalışmaktan ya da çalışmaya çalışmaktan hoşlanmıyordum fakat sorumluluklarım vardı, kafamın estiği gibi davranamaz ve bunun olası bedellerini ödeyemezdim. dört dakika sonra işe geldim ve aylardır neyi hangi sırayla yapıyorsam yine aynısını yaptım. klimayı aç, bilgisayarı aç, autocad dosyasını aç, google chrome'u aç, ne dinlemek istediğine karar ver ve yavaşça hızlan. hızlandıkça yavaşla. bağımsız gözlemciler, senin durduğunu düşünüp hayıflansın.

ülkenin geneline göre berbat geçen ve benim de bir an önce bitmesini istediğim 2016 çok mu kötüydü peki? gerçekten kötü geçen yıllarım oldu ve 2016 onlardan biri değildi. haberlere ve insanlara baktıkça sinirlerim bozuldu, bir şeyleri değiştirmenin neredeyse imkansız olduğunu, kötülerin kötülük yaptıkça güçlendiğini, iyilerin her gün yeni baştan kaybettiğini, haksız yere içeri atıldığını, arsızların ise her dönem başka insanların omuzlarında yükseldiğini gördükçe dişlerimi sıktım fakat 2016 küçük hayatım için iyi bir yıldı.

ocağın ilk günlerinde bir bebeğimiz olacağını öğrendik; küçük canavar, koparmada beta hcg rekoru kırarak "hazır mısınız, ben geliyorum gençler" dedi. sonucu gördüğüm an kalp atışım hızlandı, hafiften panik yaptım ve çok önemli bir sınava girerken olduğu gibi avuçlarım ısındı. karıma baktım, onda da benzer belirtiler vardı. bi saçmaladık, ellerimiz ayaklarımız bizden bağımsız oynadı ve ailelere haber verdik. kardeşim gittikten sonra sonunda birisi gelecekti, zaman akıp geçiyordu. 2011'in bir eylül akşamında veda etmişti, 2012'yi hatırlamıyorum, 2013'te evlenmiştim, 2014'ü hatırlamıyorum, 2015 ise hayal meyal. memurluk insanın köşelerini yontuyor ve diğerlerine benzetiyor fakat daha onlar gibi olmadım tam olarak. cuma namazına gitmiyor, islamın geri kalan ne şartı varsa onları yerine getirmiyorum. muhtemelen arkamdan, içki bile içtiğimi iddia ediyorlardır ki çok güzel içerim. cuma akşamları eve giderken markete muzaffer bir komutan gibi girer ve uzun zamandır yaptığım gibi bira alırım. biranın yanında bir şey atıştırmayı sevmem, biranın yanı değil de biranın arkasından bir bira daha çok güzel gider. hava güzelse balkonda denizi izleyerek içerim, müzik mutlaka olur. mehmet güreli kimse bilmez derken başımı öne eğerim, oasis don't look back in anger derken de geçmişi dudağımın kenarında tebessüm ile yad ederim. bir daha gelmeyecek günlerin hayaletleri masaya doluşur, gelecek günlerin bilinmezliği yelkenlerimi doldurur. gelidonya feneri'nin önünde uzanan adalara doğru pupayelken giden ve adı seasons olan lacivert gövdeli bir teknenin hayalini görürüm. sea sons. mevsimler ya da deniz oğulları. çok uzak olmayan bir geleceğin belli belirsiz yansımaları.

beta hcg, gerçekten orada bir bebek olduğunu mu gösterirdi peki? cumartesi soluğu doktorda aldık, bir kese oluştuğunu söyledi. mercimek tanesi kadar bile değildi ama oradaydı, boşluğunu yaratmıştı. yokluktan varlığa giden meşakkatli yolun ilk basamaklarını çıkmıştı bile, boşluğu vardı. orada tam olarak nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde dokuz ay geçirecek ve biz de hep etrafında olacaktık. 

2016 deli atlar gibi 2017'ye doğru koşarken, biz de her ay doktora gidip milimetrelik değişimleri büyük bir heyecanla takip ettik. susam oldu, nohut oldu, fasülye oldu; bakliyat serisini tamamlaması iki üç ayımızı aldı. kalp atışını dinledik, dördüncü ayda yeni oluşmuş elleri kollarıyla bize breakdans yaptı, bir uzaylı gibiydi ve organik bir kapsülde hızla yeryüzüne yaklaşıyordu. aydan aya olan kontrollerin arasında ise işe gelip gitmeye devam ettim. kimse tam olarak ne iş yaptığını ve yapmadığını bilmiyordu, yazıcıdan çıktı almayı ise beş altı kere denedikten sonra bırakanlar vardı. kahverengi kadifeden takım elbise giyen adamlar oyuncak ayı gibi koridorda dolaşıyor, 1984 yazına damga vuran kazak ve saç kombinasyonuyla 2016'ya ışınlananlar beni her seferinde hayrete düşürüyordu. kamu kurumu değil de kontrolden çıkmış bir tuhafiye dükkanı gibiydik, örgü örenler bile vardı. çoğu zaman benim burada ne işim var diye çay bardaklarına fısıldasam da, cumartesi çalışmadığım ve yıllık izin gibi daha önce karşılaşmadığım bir lüks ile şımartıldığım için kendimi şanslı hissediyordum. bir daha özel sektöre dönemez ya da kendi ofisimi açıp kurnazlar gibi iş kovalayamazdım. çalışmak hayatımın önemsiz bir kısmıydı, otogarda çıkan otobüslere fiş kessem de bunu sorun etmezdim. mimarlıkla hobi düzeyinde ilgilenmeye karar vermiştim ve böylesi herkes için daha iyiydi. dört beş seneye yeşil pasaport bile alabilecektim, işler o kadar tıkırındaydı.

kış bitti, bahar bitti ve hiç bitmeyen bir yaz başladı mayıs ayında. bebeğin cinsiyetini de sanırım üçüncü ayda öğrendik. oğlan olacaktı. onunla pes oynayacak ve gittiğimiz pikniklerde penaltı çekişecektik eski günlerde olduğu gibi. acaba babası, amcası ve dedesi gibi solak, dayısı gibi iki metre mi olacaktı? küçük ve zararsız sorular bunlar, kızım olsaydı da anasından aldığı çekik gözleriyle çin prensesi gibi hayatımın merkezine konacaktı. tatarlıktan gelme huysuzluğuyla herkese kafa tutacak ve bazen sinirinden zıplayacaktı. ben de o daha fazla sinirlenmesin diye içimden gülecek, onu sakinleştirmeye çalışacaktım.

dokuz eylül akşamı denize gittik, hava son dört aydır olduğu gibi yine sıcaktı. dokuz günlük bayram tatiline girmiştik ve benim tahminlerime göre daha bir hafta vardı. bahis kariyerimde olduğu gibi tahminlerim yine tutmadı ve ertesi sabah 04:00'te hastaneye doğru yola çıktık. bebeğimiz 10 eylül'de gelmeye karar vermişti ve 16:00'da viyaklayarak dünyaya geldi, dokuz ay süren yeryüzüne serüven sonunda bitmişti. bir jules verne hikayesi yazmıştı üç buçuk kilo ve elli santim boyuyla. mavi bir takım giydirdik ve ona baktık. ciğerlerindeki suyu sezaryenden dolayı tam atamadığı için doktorlar iki gün kontrol altında tutmamaları gerektiğini söyledi. cumartesiden pazartesiye iki gün yoğun bakım ünitesinde diğer arkadaşlarıyla kaldı ve minişler çetesi dönem başkanlığı yaptı. pazar günü sadece bir kez görebildim, kuvözünün içinde uyuyordu. altı aylıkken doğan parmak çocuklar vardı, zor doğumları ardında bırakan cesuryürekler, yaşama içgüdüsüyle aylardır yoğun bakımda mücadele eden bir direnişçiler ordusu vardı ve benim küçük oğlum da hayata mücadele ederek başlamıştı. yoğun bakım benim derinlerimde bir yerde yaşayan karanlıktı, kardeşimi en son yine bir eylül zamanı yoğun bakımda görmüştüm gittiği gün. o dezenfekte kokusu, o biplemeler, renkler, ışıklar... zaman bir çemberdi ve beni beş sene sonra yine bir yoğun bakım odasına getirip bırakmıştı ama bu sefer hoşçakal demek için değil hoşgeldin demek için.

kerem bey'i ertesi gün yanımıza verdiler, korkulacak bir şey yokmuş. kafasında tüyler olan bir kuş yavrusu gibiydi ve uyuyordu. hafiften gözlerini araladı ve etrafa baktı, annesine sarıldı ve hikaye aslında tam olarak orada başladı. ilk gece üç saatte bir uyanmak için on iki tane alarm kurduk, ne yapacağımızı tam bilemedik ama bir aradaydık. günler birbirini kovaladı, zaman hızla aktı ve dördüncü aya doğru hızla ilerliyoruz. geçen sene bu zamanlar bebekten haberimiz bile yokken, sabah çıkarken anasının kucağında gözleriyle beni takip ediyor, sabaha karşı aramızda yatıyor, sırt üstü yatarken yüz üstü dönüyor ve kolu altında kaldığı için sinirlenip bağırıyor, ona liverpool kadrosunu sayarken gülüyor ve yağmur yağdığı için dışarı çıkarılmadığında ağlıyor. her gün yeni bir özellik yükleniyor ve ben de bu günlerin hayatımın en güzel günleri olduğunun bilinciyle boynunu kokluyorum. beraber köşedeki gece lambasına bakıyoruz gece uyanırsa, delonghi dragon model bir yağlı petek aldık, o kutsal ışığı koruyan ejderha oluyor. havayı kurutmasın diye bir tabağa koyduğumuz su da, ejderhanın yaşadığı göl oluyor. ışık direk gözümüze gelmesin diye turuncu kutularla kapatıyoruz, hah işte onlar da bakır dağları. yatağında yatarken baksın diye astığımız iki küçük kuzu da, kutsal ışığa giderken ejderhanın dikkatini dağıtmak için yanımızda götürdüğümüz kurbanlar. bir odanın köşesinden bile masal çıkıyor, sonra onun kellesinin üstünden hafifçe öpüyorum. bir yıl birlikte bitiyor, nice yıllara oğlum diyorum. önümüzde uzun seneler olsun birlikte olacağımız, seasons adlı teknemizle adaların etrafına demirleyeceğimiz...



16 Mayıs 2014 Cuma

haberin yok

Mesaim başladığında hala evdeydim; üzerimi bile giyinmemiş ve boş gözlerle telefonuma bakıyordum. Sanki, toprağın altında kalan madencilerden biriydim ve kanıma karışan karbonmonoksitin beni o kahrolası bilirkişilerin de canlı yayınlarda utanmadan söylediği gibi tatlı bir ölüme götürmesini bekliyordum. Rüyamda sabaha kadar yüzünü seçemediğim birileriyle dövüşmüş ve büyükçe bir deponun köşesinde onu sıkıştırıp tam da öldürecekken de saatin çalmasından yarım saat önce uyanmıştım. Muhtemelen dövüştüğüm kişi, insan suretine bürünmüş devletti çünkü bir insana duymayacağım bir öfke ile ona doğru koşarken uyanmıştım.

Sabahın ilk saatlerinde durgun bir göl gibi gözüken denize ve birkaç gündür açıkta bekleyen yaklaşık on metrelik yelkenliye bakarken, beni bu iyilerin kaybetmekle kalmayıp öldüğü lanet olası ülkeye bağlayan şeyin ne olduğunu düşündüm. adını hatırlamadığım bir yazar, bir yere aidiyeti oraya ölülerini gömmüş olmakla bağdaştırmıştı fakat Tezer Özlü’nün de dediği gibi burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesiydi. Kıyıda sönümlenen dalgaları izledim, sular biraz çekildiğinden olsa gerek ufak bir kum adası ortaya çıkmış ve martılar sabahı orada karşılamıştı. Martı olsam, uyurken de uçmanın bir yolunu bulurdum. Doğru bir hava akımı yakalar ve gözümü açtığımda nerede olduğumu kestirememenin, çocukluğumdan kalan o tadını anımsardım. Martı olsam, en kötü günümde bile “en azından insan değilim” diye kendimi teselli ederdim.

Denize yüzünü dönmüş koltuğumdan yavaşça kalkıp üstümü giyindikten ve kedi yavrusu gibi yumuk gözlerle uyuyan Ceren’i uyandırmadan öptükten sonra evden çıktım. İşe gitmek istemiyordum; içimde çöken bir ocak vardı ve elimden neredeyse hiçbir şey gelmiyor, elinden bir şey gelebilecekken küstahça açıklamalar yapan pislik siyasetçilere lanetler ediyordum. Her halk, hak ettiği şekilde yönetilirdi belki ama bu kadar kötülerini, vicdansızlarını hak ettiğimizi düşünmüyordum. Hala kurtarabilecekleri madenciler içerideyken, ölenlere cuma hutbesi, ailelerine maaş müjdesi veren yaratıklara, bağlı oldukları inanç sistemine, bunları yaratana, yaratılmasına vesile olanlara küfürler ederek yolun kenarından ilerledim. Hükümet konağına kara gözlerini dikmiş bir sokak köpeği vardı, belli ki olanları duymuş ve intikam almaya karar vermişti. Bayrakların yarıya indirilmesi ve üç günlük yas riyakarlığından daha gerçekti köpeğin kara gözleri. Üç günlük yasın son günündeydik, üç günlük dünyanın da son gününe gelmeyi ve hesaplaşmanın bir an önce başlamasını istedim. Bakanların, patronların, kenelerin hesabını tanrı değil madenciler, döverek öldürülen Ali İsmail Korkmaz’ın hesabını da ailesi sormalıydı. Bu çürümüş ülkenin mahkemeleri artık yoktu, muhtemelen de hiç olmamıştı. Yaşı büyütülüp asılan çocuklar, yerin binlerce metre altında ölüme gömülen çocuklar, tecavüz edilen, darp edilen, her gün bu ülkede doğmuş olmanın bedelini yeniden ödeyen çocuklar.

Geçen sene bu zamanlar, gezi parkı olayları başlamamış ve özgürce yaşamak isteyen arkadaşlarımız dövülerek, gaz fişeğiyle, mermiyle, tomayla ve mümkün olan/olmayan tüm imkanlarla henüz öldürülmemişlerdi. şimdi her duruşmalarında devletin başka bir rezilliğini görüyor ve lanet okuyoruz. Öldürüp üzerimizde tepinen, geride kalanlara teselli vermek yerine onları kışkırtan, tüm organlarıyla bizi yok etmeye yemin etmiş bir devlete karşı hayatta kalmaya çalışıyoruz.


Sokak köpeğini geçtikten sonra adımlarım daha da yavaşladı, içimde beni boğan bir ateş yükseliyordu ve ellerim sanki arkadan kelepçeliydi. Aldığım nefes, içimdeki ateşi harlıyordu sadece. Odama girdim, bilgisayarımı açıp telefonuma biraz daha baktım. Bu ülkeden gitsem bile arkamda bırakmaya çalıştıklarım peşimi bırakmayacaktı. Okyanusun ortasındaki bir teknede, katmandu’nun dağlarında, bir yağmurun sırtında ya da bir ormanın en karanlık köşesinde bile olsam, yüreğime kazınmış bu acıyı, bu nefreti ve intikam alma güdüsünü söküp atamayacaktım. Ödeşme planlarıyla ömrümü geçirecek belki de ömrümü bitirecektim…

8 Mayıs 2014 Perşembe

nevriye: bir cinnetin anatomisi

Kocası seneler evvel evden kaçmış fakat bunun farkına aylar sonra varmış Nevriye Hanım’ın iki oğlu vardı. Oğullarından büyüğü astronottu ve pencere kenarından gökyüzünü izleyerek kırk yaşına gelmişti. Kocasının akrabaları başta olmak üzere insanlardan pek hoşlanmayan Nevriye Hanım’ın babadan kalma müstakil evine çok nadir de olsa Amerika’dan mektuplar gelir ve her seferinde, oğlunu sonunda yolculuğa çağırdıklarını düşünüp endişelenirdi. Büyük oğlu hangi işe girse, öğleden sonra istifa edecek kadar onurlu bir çocuktu. Nasa’dan gelecek bir teklifi kabul edeceğini söyleyip dururdu ve sadece, geceleri gökyüzünü kaplayan yıldızların çoktan ölmüş olabileceğini ancak onların ışığın yavaşlığı yüzünden yeni görülebilmesine öfkelenirdi. Işık hızını aşmanın ise mümkün görünmediğini, ancak kara deliklerle bir noktadan girip diğer noktadan, zamanı hiç karıştırmadan çıkılabileceğini mırıldanırdı. Zamandan ve onun dakikada atmış saniyelik yavaşlığından hoşlanmazdı büyük oğlan. Nevriye Hanım ne zaman soyulmuş meyve tabağıyla odasına girse, ışık hızına ulaşsak bile bir insan ömrünün başka galaksiye gitmeye yetmeyeceğini, başka galaksiye kaplumbağa yollamanın ise diğer kültürlerde ağır hakaret olarak görüleceğini savunurdu. Elmalar her geçen saniye paslanırken, tanrının varlığının belki de tek ispatı olan mandalinaları yerdi. Belli bir inancı ya da inançsızlığı yoktu. Küçük kardeşinin ya da babasının nerede olduğunu da hiç merak etmezdi.

Evin küçük oğlu ise liseden sonra okumamış, hatta veli toplantısında söylenenlere bakılırsa, lise esnasında ve liseden önceki dönemde de okumamıştı. Kafası sadece kanunlardaki açıklardan faydalanmaya çalışır, belediyenin üç yıllığına kiraya verdiği büfeleri belli bir komisyonla başkalarına kiralardı. Belediye başkanları ve encümen üyelerini delirtecek kadar utanmaz, paradan para devşirecek kadar kurnazdı küçük oğlan. Askerden geldiği gün, kantinde çalışırken biriktirdiklerinden ikinci el şahin alacak kadar da ticarete yatkındı. Abisine akıl vermeye, büfenin başında durmaya ikna etmeye çalışsa da yıllar içinde boş vermişti. İğne oyasıyla akşamı eden annesi ayrı, gezegenle yıldızla sabahı eden abisi ayrı manyaktı. Kiranın kirasıyla gelen parayı atlara yatırır, kolunun altında gezdirdiği ajandasında atların soyağacını çıkarırdı. Bazı günler seyis vurmak için ilk otobüsle istanbul’a gider birkaç hafta gözükmez, bazı günler de seyislerin onu vurmak için geldiğini söyleyip evin çatı katında saklanırdı. At kaçırmaya çalıştığı için dört ay içeride kalmış, at sahibinin davadan vazgeçmesi üzerine de serbest bırakılmıştı. Çatı katında saklandığı günler kamu ihale kanununu okur, resmi gazeteyi incelerdi. Gazetelerin orta sayfalarındaki ihale ilanlarına mercekle bakar, kendisine yarayacak bir açık var mı diye ince eleyip sık dokurdu. Mahallede top oynayan çocukların arasına karışır, herkesi çalımlayıp gol attıktan sonra topu balkona fırlatırdı. Haftada bir kavgaya karışır, ayda bir de güzelinden dayak yerdi. Hiç sevgilisi olmadığı gibi onu görüp de karşı kaldırımdan yoluna devam etmeyen bir kız da görülmemişti. Bir ortak bulup inşaat şirketi açmak ve yapsatçılıkla köşeyi dönmek istiyordu; atlar eskisi gibi kazandırmıyor, belediyeler de büfe ihalesine çıkmıyordu.

Yıllar önce ekmek almaya gidiyorum diye pijamayla çıkıp bir daha dönmeyen baba ise, merkezi Nevriye olan bir çember çizmiş ve insanın yaşayabileceği en uzak nokta neresiyse, büyük ve az salak oğlunun dünya atlasında orayı işaretledikten sonra evden çıkmıştı. İki oğlanın en iyi özelliklerini alsa bile ortaya çıkan yaratık, bir tam oğlan etmiyordu. Bir şeylerin düzelmesini beklemekten ve küçük oğluyla evin içinde karşılaştığında ense köküne giren ağrıdan bıkmıştı. Belki de tüm hata kendisindeydi, genleri bir sonraki nesle aktarılmamalı ve sülalesinin yedi düvelde atlattığı badireler kendisiyle son bulmalıydı. Bir süre Gürcistan sınır kapısında keşif yaptı, kamyoncularla dost oldu, bir karton sigarayla başladığı kaçakçılık macerasına iki sene sonra kendi kamyonuyla devam etti. Sınırdan her geçişinde yaşadığı tedirginlik, ona yaşadığını hissettiriyor ve Nevriye başta olmak üzere yıllarını heba eden herkesten intikam almak istiyordu. Freni patlayan kamyonun, yokuşun başındaki iki katlı bir evi yıktığını gazetenin üçüncü sayfasında okuduğunda, yeni partiden çıkan malt viskinin de desteğiyle genlerine ve döllerine son vermenin yolunu buldu. Plan basitti, zaten detaylı planı hak etmiyordu evdekiler. büyük oğlu muhtemelen yine zamanın yavaş aktığını savunuyor; küçük olan da at ajandasıyla, belediye ihalelerinin açığını kovalıyordu. Nevriye de, başka kimsede olmayan iğne oyası battaniyesiyle pencere kenarında oturup yokuşa bakıyordu. O yokuştan inen kamyonun imgesi, kaçak viski ile birleşip mutluluktan gözlerini yaktı. Kamyonun kasasına kaç dinamit sığacağını sarhoş kafayla hesaplamaya çalıştı; dinamitlerin yarısı patlasa yine de tüm mahalle, mahalleli ve mahallelinin yaz boyunca çay çekirdek zıkkımlandığı balkonlar havaya uçardı. At ajandasının metal tokası evden dört kilometre ötede bulunduğunda, iğne oyası battaniyenin külleri atmosfere karıştığında kendisi de hayatta olmayacaktı ama ruhu kahkahalarla gülecekti.

Azerbaycan’daki taş ocağına götürülmek üzere istasyona istiflenen vagonlar dolusu dinamitin bir kısmını, üst düzey kaçakçılık içgüdüsü ve doğru kişilere dağıttığı rüşvetlerle kamyonuna yükledikten sonra, bir bahar sabahı pijamayla terk ettiği şehrine doğru yola koyuldu. İki oğul ve bu ejderhaların anası olacak Nevriye’nin aynı anda evde olacağı eşsiz anda frenleri elleriyle kesecek; pencere kenarında oturan karısı yokuşu izler, büyük oğlu yıldızlar arası mesafeleri dert eder ve seyis dayağından kaçan küçük oğlu çatı katında saklanırken de bu aileyi bitirecekti.

Yıllar sonra şehrine döner dönmez, düğün organizasyon şirketinin önüne park ettiği kamyonunun kasasını maytaplarla ve havai fişeklerle süsledi. Soranları da damadın özel isteği bu diyerek geçiştirdi. Kamyoncu kasketinin altına gizlediği yüzü, eski evinin etrafında kolayca keşif yapmayı sağlıyordu. Küçük oğlu horoz dövüştürmeye başlamış, koltuğunun altından at ajandasını çıkardıktan sonra boşalan yere iki horoz sıkıştırmıştı. Çok yakındaki büyük patlamadan sonra, hayvanların çektiği zulüm de bitecekti. Nevriye ve büyük oğlan evden pek çıkmıyor fakat küçük de eve pek girmiyordu.

Horozuna dövüş antrenmanı yaptırmak için başkalarının horozunu çalan küçük oğlanın, dayak yememek için eve kapandığı o mübarek perşembe akşamında, adam kamyonunu kız gibi süsleyip yokuşun başına çekti. Son parti maldan kalan son şişe viskisini açıp saldırı planını bir kez daha gözden geçirdi. Önce, güdümlü havai fişekleriyle eve saldıracak ve ev ahalisi pencereye çıktığında yıllar sonra eve dönen, daha doğrusu eve girmek üzere olan babalarını görecekti. Zamanın yavaşlığından şikayet eden büyük oğlan kamyonun hızına şaşıracak, küçüğü horozu pencereden atmaya çalışacak, Nevriye Hanım da kocasının uzun zamandır evde olmadığını o anda anlayacaktı.

Havalı korna ve boş vitesle yokuşun başından inmeye başlayan kamyon yavaşça hızlanırken, olacaklardan haberi olmayan ahali de evin farklı odalarında farklı hayatlarına devam ediyordu. Küçük oğlan, korna sesini duyduğunda horozu paket lastiğiyle kırbaçlıyor ve ondan bir ölüm makinesi yaratmaya çalışıyordu. Büyük ise tamamen paslanmış elmaların yanındaki teleskopunun merceğini kadife bezle siliyor ve ara sıra dışarıya bakıyordu. Nevriye, havai fişekleri gördüğünde daha önce nasıl oldu da akıl edemediğine şaşırdığı yeni bir deseni işliyordu.


Kamyonun evin bahçesine girmesine birkaç saniye kala, evden çıkarken giydiği pijamasını bu tören için yeniden giyen evin reisi fren sistemine bağladığı ateşleme tesisatını harekete geçirmek için son gücüyle frene bastı. Kamyonun ön camını çıkarttığından, frenin gücüyle kamyonun şoför mahalinden fırlayıp Nevriye’sine, bin yıllık lanetine ve bu aşktan doğan çocuklarına uçmaya başladı. Adam havada, ailesi evde ve tüm mahalleli balkondayken dinamitler birdenbire patladı. Adamla nevriye’nin arasında dövüş horozu kaldı, büyük oğlanı ise kamyondan kopan büyük bir demir parçası ikiye böldü. koltuğunun altında çoğu zaman ajanda, mevsimine göre de hayvan taşıyan ihaleci küçük oğlana da havai fişek rastgeldi. Babadan kalma ev, kaçaktan kalma kamyon ve yedi nesilden bu yana süren lanet de güzel bir bahar akşamı, tüm mahalleli ile birlikte son buldu.


6 Mayıs 2014 Salı

ve düşlere dal


Her sene bir yeri yarım yamalak keşfetmek yerine, aynı yere defalarca dönmek; mekanı tüm mevsimleriyle, günün tüm saatleriyle ve kendimin ayık ya da sarhoş, mutlu ya da mutsuz tüm halleriyle sonsuza kadar mühürlüyor. Belki de o yüzden bilmediğim diyarlara gitmeye çalışmak yerine olimpos’a dönüp her seferinde kaleye tırmanır ve derenin denize her sene başka bir noktadan kavuştuğu o güzelim manzara yerine aslında kendi hayatıma bakarım. Kendimin tüm halleri sahilde mutlu mesut yaşar ve aralarından en zengin olanı, yaşı büyüklere bira, küçük olanlara da dondurma ısmarlarken ben de ayaklarımı sarkıtıp tek kişilik geniş aileme bakarım. Uzağı pek de ayırt edemeyen az astigmat gözlerim, düşlere daldığımda kartal gözü gibi olur. İstediğim kadar yakınlaşıp uzaklaşabilir, bazen kalenin yıkık surlarını ayağımla ittirip göğe yükselirim. Bu dünyanın merhametsiz yerçekimi ivmesi geride kalır, Musa Dağı’nın zirvesine konar ve nemsiz havalarda karşı kıyıları tararım. Bazen Tahtalı’ya çıkan teleferiklere musallat olur, dağın kuzey tarafından aşağıya süzüldükten sonra Çukuryayla’da karların içine gömülmüş kulübenin terasına inerim. Yürüdüğüm yollara, gündüz düşlerimde tepeden bakarım.

Hayal kurmaya ilk başladığım zamanlar, bu uzun yaz tatillerinin öğleden sonralarında kütüphaneden aldığım Jules Verne kitaplarının gölgesinde olurdu, ışığı ve fiziği tam ayarlayamıyordum. Yıldızlar arası seyahatlerimde birden güneş doğuyor ve gözlerim kamaşıyordu. Florida’nin Tampa şehrinden aya fırlatılan merminin içinde seyahat etmesine ediyordum fakat ayın yüzeyinde hareketlerimi ayarlayamıyordum. Okulda öğrettikleri hayat bilgisi, fen bilgisi, ilerleyen yıllarda fizik ve fizik uygulamaları, sürtünmesi önemsenmeyen düzenekler, hunharca paslanmış palangalar hiçbir işime yaramıyordu. Müfredatı Jules Verne hazırlasaydı, belki de şu an kapının yanında emekli olmayı bekleyen evrak dolabıyla akşama kadar bakışmak yerine başka bir yerde olurdum.

Bahane bulmak konusunda, viyana teknik üniversitesi’nden doktoram var. Başıma gelen her şeyin öznesi değil de nesnesi gibi, kadere inanmaktan başka bir yolu olmayan semavi din müptelası gibi davrandığım da oldu fakat yaşım otuzu az biraz geçmişken kötü durumlardan nasıl kurtulacağımı, boynumda kravat varken kambur balinalarla kuzeye nasıl göç edeceğimi, ısrarla çalan telefonları nasıl duymazdan geleceğimi ve insanların arkasından konuşmayı huy edinmiş başka insanları kafaya nasıl takmayacağımı biliyorum. Word, bir önceki cümleye “çok uzun tümce” uyarısı verdi. Tekrar okudum ve pek sıkıntı göremedim, şimdi de uzun tümcenin tüm katarlarının altında yeşil ve dalgalı bir çizgi var, “bir nokta koy bari hayvanadam” diye uyarı verirse, farklı kaydeder çıkarım. Teknoloji hayatımıza çok fazla müdahale etti, şarjım dolmadan evden çıkmaz oldum. Dişlerimi fırçalamayı unuttuğum geceler oldu ama telefonu şarja koymadan uyuduğum görülmedi.

Hayal kurmak karın doyurmuyor, yatacak yer de vermiyor; o yüzden çalışıyor, bedenimin ihtiyaçlarını karşılamanın türkiye’de bilinen en kolay yolu olan memurluktan devam ediyorum. Her zaman tembel bir insandım, çalışarak müreffeh yarınlara ulaşacağımı düşünmedim. Son gece yapabileceğim şeyler için kendime bir hafta eziyet etmedim. Her şeyi tamamlamaya çalışmak yerine, “olduğu kadar artık, canımı alacak değiller” savunmasını geliştirdim. Plan, kesit ve görünüş çizdiysem; maketi de yapmayıverdim. O yüzden yüksek ortalama ile mezun olamadım, olsaydım da pek bir işe yarayacağını düşünmüyorum. İnsanlar, çok büyük yanılgıları mutlak doğrular zannedip hayatlarını mahvediyor. Kesin olan neredeyse hiçbir şey yok Jules Verne’nin muazzam bir yazar olması ve yerçekimi ivmesinin haddinden fazla olması haricinde. 9.8 değil de 4-5 olsa yine de şikayet ederdim. belki de tarihin en başlarında, üşengeç bir peygamber zamanında 26 m/s^2 idi ve göğe yükselip tanrıyla beyin fırtınası yaptığı bir anda, bunu 9.8’e indirdi çetin pazarlıklarla. Bunun böyle olmadığını nereden biliyoruz? Namaz vakitleri de elli imiş, pazarlık sünnettir lafının kökeni de oradan gelirmiş. Tanrı hepimizi çok seviyor, okuyalım diye kitaplar gönderiyor ama yine de Jules verne’i tercih ederim. Kaptan nemo ile kadeh kaldırıp denizler altında yirmi bin fersah’tan dalar; bay fox’un ingiltere’ye döndüğü ve dünya turu’nu 81. günde tamamladığını düşündüğü için kendini eve kapattığı o hayal kırıklığından çıkarım. Karısının adı audi’yi andırırdı, muhtemelen auda. Uşağı da paspartou olsa gerek. Aç kalmışım, susuz kalmışım ama yirmi sene önce okuduğum kitaplar beni hiç terk etmemiş, ne güzel.

En başta da dediğim gibi, yeni bir yeri ya da insanı yarım yamalak keşfetmek yerine hep aynı yere döner ve hep aynı insana, kendime bakarım. Olimpos’un sağda yükselen yıkık kalesi ve bu yıkıntıların üzerine inşa ettiğim benliğim, bildiğim en iyi yerdir. Hariçten gazel okuyacağıma, içeriden bilgi sızdırırım.


5 Mayıs 2014 Pazartesi

here, there and everywhere

Ucuzundan beyaza boyanmış, üç ranza altı dolaplı yurt odasıyla hemen hemen aynı büyüklükte yirmi metrekarelik bir odadayım. Birbirinden dönem olarak haberi olmayan üç masa, pembesi kaçmış eski koltuklar ve yazım hatasıyla süslenmiş birkaç yerel gazete var. Geçerken uğramış gibi gözüken evrak dolabı ise hemen kapının yanında. Arkamı dönünce kaçacakmış gibi fakat onu zorla tutmuyorum, gitmek isterse gitsin. Yerel seçimlerden sonra çalıştığım yer değişti, bilgisayarımı kucakladığım gibi yeni yerime geldim. Bihaber masalardan birisini bana verdiler, üçlü prizin ikisine kasa ve monitörün fişini taktıktan sonra artık internet bağlantısı olmayan çorak bilgisayarımı açtım. Birkaç ufak çizim işi varmış, yeni görevim sadece ve sadece projeymiş. Hayhay dedim, zaten hayhay demeyeli uzun zaman olmuştu. Sessiz kaldım, ellerim çalıştı; ne isterlerse donuk bir gülümsemeyle tamam dedim, hallederiz. İnsanla anlaşabilmek yerine dünyanın tüm kesitlerini bir çırpıda çizmeye hazırım; vatandaşla boğuşmak yerine elimde metreyle tüm çölleri kağıda aktarmaya da hayır demem. Benimle nesneler arasında geçsin her şey, ikinci bir özneyle pek geçinemiyorum çalışırken.

Tüm birimler yeniden yapılanır ve yeni insanlar yeni unvanlar peşinde koşarken ben bir kenara geçip onları izledim. önceden yabaniliğim tuttuğunda dersten kaçar kütüphaneye sığınırdım, Gabriel Garcia Marquez bana Macondo’da geçen tuhaf hikayeler anlatırdı; şimdi ayın 15’inde yatan maaşımla seviyeli birlikteliğimiz olduğundan bir yere kaçmak yerine sessiz kalıp evcil hayvanımmış gibi ruhumu gezdiriyorum.

Geçen hafta kırmızı bir vosvos minibüsün, kırmızı bir deniz bisikletinin elli metre ötesinde, çıralı’da durup yüzünü olimpos’a döndüğü ve benim de şans eseri orada olduğum an, hayatımın birkaç dakikalık özeti gibiydi. Berrak bir şimdinin ortasında dikilirken, aynı anda hem geçmişte hem de gelecekteydim. Kırmızı deniz bisikleti beni 25 eylül 2011’e götürdü; ailecek geçirdiğimiz son gündü, dayım da vardı. biraz açılmış, sonra da deniz bisikletinde bira içmenin ne güzel olacağını düşündükten sonra kardeşimle yakındaki marketten bir poşet bira almaya gitmiştik. Eylülün sonunda, yazdan kalma sıcak bir günde, dayım ve babam pedal basıp annem de öndeki küçük güvertede biraz uzanırken, biz de ayaklarımızı suya daldırmış ve denizin dibini izlemiştik. Herkese yetecek bira vardı, herkese fazla gelecek bir acının varmasına ise iki gün kalmıştı. Felaket yoldaydı fakat biz bilmiyorduk, güneşli pazar öğleden sonralarımız sonsuza kadar devam edecek zannediyorduk. Kaza iki gün sonra oldu, Çağlar beş gün sonra gitti. Diğer pazar günü ise evin önündeki plastik beyaz sandalyelerde oturuyor ve yere, ayaklarımızın ucundaki sonsuz boşluğa bakıyorduk. Yeni bir gerçek, her şeyi yıkarak tek başına dikilmişti. Bitmez sandığım her şey bitmişti.

Çaycı, sadece boş bardakları bulmak için özelleşmiş gözleriyle odanın içinde dolaşırken, radyosu olan yeni iş arkadaşımın masasından da sezen aksu, kaybolan yıllar söylüyor. Kaybolan yıllar benim değil, okulları bitirip askerliği aradan çıkartmam zaten yirmi yedi yılımı aldı. Özel sektör şamarını üç dört sene yedikten sonra sözleşmeli olarak belediyeye girdim iki sene önce. Memurluğumun beşinci ayında kuzeyli bir kızla tanıştım; beyaz tenli, kızıl saçlı ve yeşil gözlü olması yetmiyormuş gibi bir de bu gözler çekikti. İki haftada bir pencere kenarında uyur ve uyanınca da onu görürdüm. Eskişehir sabahları öyle soğuk olurdu ki, insanın iç organları trampet çalardı ama Ceren gülünce ısınırdım, onunsa gözleri kaybolurdu; ben antalya’ya dönmek için otobüse binince bu sefer ağlamaktan gözleri kaybolurdu. Bu gözler gözyaşıyla kaybolmasın artık dedik, 2013’ün ilk ayında nişanlandık. Aynı evde uyanalım, aynı koltukta televizyonun karşısında uyuyakalalım,  pazar akşamları ben otogarları havaya uçurmak istemeyeyim dedik; 2013’ün onuncu ayının beşinci gününde de evlendik. Sözleşmeliler fazla sözleşmesin, saçları başları dağılmasın, otursun oturduğu yerde diyen devlet de beni kadroya aldı. Cumartesi çalışmaktan nefret edip bunu yeterince yazıya döken bir şövalye olarak, memurluk nişanıyla ödüllendirildim. Cumartesileri bir masanın ardında pasif intihar teşebbüsleriyle ölmek yerine, kendimi dağlara vurdum.

Gelidonya Feneri beni kendime getirdi, Akdağ’ın karla kaplı yamaçlarında sonsuz bir beyazlığın sırtında ilerledim. Maden koyunun patikasından devam edip Çıralı sahili’ne soldaki tepeden indim. Kardeşimi nereye gitsem götürdüm, ben nereye gitsem o zaten orada beni bekledi. Hayat dediğin bir nefeslikti, o bu nefesi her şeyden çok istediği yamahasının üzerinde verdi. Zamanda ilerlemek de beni ona hep daha çok yaklaştırdı. Kardeşime dün olduğumdan daha yakın, yarın olacağımdan da daha uzak olduğuma inandım.

Kapı pencere metrajı mı ne varmış, üç günlük işi pazartesinin ilk iki saatinde bitirip kendime büyük beyaz boşluk yarattım; şimdi de on dört ay aradan sonra bu boşluğu kelimelerle doldurmaya çalışıyorum. Yazmaya hiç bu kadar ara vermemiştim, ortaokulun anlatılmaya değmez ve bir başkasınınkinden farklı olması neredeyse imkânsız o günlerinde bile elimin altında bir günlüğüm olmuştu. Lisede devam etmiş, üniversitede bunu hastalık haline getirmiş ve sonrasında da hayatımı yazdıklarım üzerinden şekillendirmeye başlamıştım. Ceren beni, istanbul’da her sabah işe giderken kızıl saçlı bir kıza yazdığım kaside üzerinden bulmuştu ki kızın saçları boyalı, gözleri de lensti, sadece imgesine dizmiştim o satırları. Cumartesi düğününe gittiğim ve yarın yokmuş gibi içtiğim Hasan Ali’yi de dört kişilik minik bir sözlük zirvesinde, yaratılışa saygı çerçevesinde Adem baba’nın meyhanesinde benimle kadeh kaldırırken, bir büyük bitince ellilik söylerken, sonra bir küçük ile son noktayı koyduğumuzu zannedip en sonda da marketten kırmızı tuborg alıp kendimizi yok etmeye çalışırken tanımıştım. İçince iyi içerdim fakat bu adamda, şeytana bile tamam artık içmeyin dedirtecek bir şeyler vardı. Dedirtme kudreti bu herife bahşedilmişti ki tanımamış olmadan bu hayattan geçsem eksik kalırdım.

Kırmızı deniz bisikleti ile tepeden pencereli minibüsün arasında durup da denizi izlerken, yüzünü olimpos’a dönmüş kırmızı vosvosun kapısı yana kaydı ve içinden, sakallarına ak düşmüş esmer bir adam inip bana doğru yürümeye başladı. az astigmat gözlerimi kısıp görüntüyü netleştirmeye çalıştım fakat parlak güneş, adamın yüzünü seçmemi engelledi. Yarım asırlık gibi gözüken adamın elinde iki tane kırmızı kutu, üzerinde de eski bir forma vardı. Yanıma gelince elindeki kutulardan birisini bana uzattı ve yüzümüzü denize dönüp ilk yudumları aldık. Minibüsün çatısındaki paneller biraları iyi soğutmuştu. Ceren’in nerede olduğunu sordum, tepe penceresinin altındaki yatakta uyuduğunu ve uyumayı hala çok sevdiğini ama istersem uyandırabileceğini söyledi. Uyandırmaya kıyamadım, yirmi sene sonra bile orada olduğunu bilmek bana yetti. Yerime öp küçük kızıl saçlarının kenarından dedim, tamam dedi. Biralar bittikten sonra kıyının elli atmış metre açığında kırmızı bir deniz bisikleti gördüm, gözlerimi kısıp üzerindekileri seçmeye çalışırken yirmi sene sonraki halim cebinden gözlüğünü çıkarıp uzattı. Askerde göz muayenesinde gözlerimin bozuk olduğu ortaya çıkmış ve ordunun hesabından kendime bir gözlük almıştım fakat görünüşe bakılırsa üşengeçlikten değiştirememiştim.

Gözlüğü takıp bata çıka ilerleyen kırmızı deniz bisikletine bir kez daha baktım, beş kişilerdi. Babam ve dayım pedal basıyor, annem deniz bisikletinin önünde uzanıyordu. Ben de kardeşimle birlikte ayaklarımı suya sarkıtıp denizin dibini izlerken bira içiyordum.


7 Mart 2013 Perşembe

morning glory

"on yıldır her gün aynı günü yaşıyorum sanki. sabah gel, akşam geri dön."

sırtında zabıta yazan adam ile servisten inip binaya doğru yürürken, adamın sıkıntısı şakaklarından bile belli oluyordu. odasına varmak istemediğinden olsa gerek hem yürüyüp hem duruyor; schrodinger'in kedisine, üzerinde zabıta yazan süperkahraman kıyafetiyle öykünüyordu. günün, dünün aynısı olmasına bir nebze katlanabiliyorduk fakat bizi yıpratan, yarının da bir kopyası olacağını daha bugünden görebilmek oluyordu. 

karbon kağıdı bulaşmıştı her tarafımıza, 
belki de geri kalan günlerimiz 
benim adabıyla bağlayamadığım 
kravatımdan bile kısa.

binaya girdik, o zemin katın ucundaki küçük ve havasız odasına alabora olmuş bir tekne gibi sürüklendi. ben de birinci katın merdivenlerine davrandım. beş kişi ve onların telefon melodileriyle paylaştığım (üçünün nokia melodisi) odama adım attım. vakit nakittir ilkesiyle önce bilgisayarımın açma tuşuna bastım. windows sofrayı kurarken de ceketimi askıya asıp, masayı biraz toparladım. anlam bütünlüğünden istifasını vermiş resmi yazıları bir kenara yığdım ve ilk çaya yer açtım. ilk çay, dünün ve yarının ilk çayının aynısıydı ama yine de en sevilendi. çay daha tazeydi, su çekilmemişti. 

iş arkadaşım "onur bey, imzanız var" deyip, dört nüsha yapı kullanma izin belgesi uzattı. onur bendim fakat bey kimdi, bilemedim. dolmakalemimin beyaz kapağını çıkarıp, dostane bir imza attım "mimar" yazan yerin altına. dünden dört kolon loto oynamıştım, bir hevesle baktım. 2+1 bilmiş ve 3 liraya 4.85 almıştım. para parayı çekiyordu demek ki, parasız geçen uzun öğrencilik yıllarımı tebessümle hatırladım.


4 Mart 2013 Pazartesi

path of light

çiyle kaplanmış berrak bir günün ilk saatleriydi, mistik likya yolunun gelidonya feneri'ne giden bir kolundaydık. karaöz tarafından gitsek 5-6 km yürüyecekken, biz adrasan tarafından tırmanmaya başlamıştık. erken varmanın bir anlamı olmazdı, yolun sonunda adalara bakan fenerin tüm görkemiyle dikilmesi bile oraya gitmekten daha güzel değildi. 

grubun en genci 15 yaşında bir kız, en yaşlısı ise 78 yaşında bir adamdı. grubun bana en benzeyeni ise hemen önümde yürüyen babamdı. evden sabah altıda çıkmış ve erzağımızı tek bir sırt çantasına sığdırmıştık. annekuşun yokuş çıkmakla arası pek iyi olmadığından, o evde kalmıştı. 

at çiftliğine varana dek durmadık, temiz bir düzlüktü ve yer yer yığma taştan teraslar yapılmıştı fakat ortada ata benzer bir hayvan yoktu. bir yolgezer edasıyla çimleri inceledim, nal izleri de kaybolmuştu. atlar gideli çok olmuştu bu diyarlardan. belki de bir girişimci, onları gemiye bindirdikten sonra iskandinavya'ya götürmüş ve isveç'te kaybolan 9000 at projesine dahil etmişti. atlar sucuk ya da ecnebinin diliyle bacon olmuş, nice pazar kahvaltılarını şenlendirmişti. tahmin yürütmeye fazla zamanım yoktu, yola devam etmeliydik. grup halinde fotoğraf çekilme ısrarından kendimi soyutladım, fotoğraf çekmekten hoşlansam da bunları sonra gerekli yerlere ulaştırmaktan nefret ediyordum. aktif olarak facebook kullanmadığım için de çiçeği böceği çekmek bana daha insaflı geliyordu. kapıma dayanan ve ver lan fotoğraflarımızı diyen ağaç şimdiye kadar olmamıştı. 

ağaçların ve kayaların üzerine işlenmiş kırmızı beyaz likya yolunu takip ederek üç saat yürüdükten sonra, kahve molası verdik. herkes bir kayanın üzerine tünedi, ben de ceren'imin hediye ettiği termosu çantadan çıkarıp babama ve kendime kahve hazırladım. sadece su ve erzak taşıdığımız halde çanta ağırdı, özellikle tırmanırken kendimi çilekeş bir deve gibi hissediyordum. annem, bir hafta kalacağımızı sandığından yarım kilo da kuru incir koymuştu. savcı beye de ikram ettim biraz, bir zamanlar anadolu'da filminden bir kare gibiydi. bir ceset peşinde değildik sadece, deniz fenerine gidiyorduk ve daha yolumuz vardı.

dağlar, denize paralel uzansa sorun olmazdı fakat yer yer dik uzanan arsızlar yüzünden önce tırmanıyor ve sonra iniyorduk. inişler de belli süre sonra zorlamaya başlıyordu, 100 kilonun üzerindeydim ve bacaklarım bunu her seferinde hatırlatıyordu. bir kamyonu frenlemeye çalışan talihsiz balatalar gibiydiler. deniz ve suluada hemen solumuzdaydı, hava alabildiğine güneşli ve sıcaktı. aşkkuşumla eskişehir'den yeni aldığım columbia montumu arabada bıraktığım için hafif bir tebessüm ettim, yanıma alsam mont ile manyak dervişler gibi dağlarda dolaşacak ve nesiller boyu dilden dile anlatılacaktım.

taşların, kızıl toprağın, çimlerin ve yıkılmış ağaçların üzerinden geçip ileriye doğru baktığımda en sonunda onu gördüm. adaların ve denizin bekçisi gibi mağrur bir edayla dikilip misafirlerini bekliyordu. beyaz sıvası yer yer dökülmüş olmasına rağmen, yeni yapılan her şeyden daha güzel görünüyordu. uğruna tüm apartmanları, villaları ve konaklama tesislerini kurban edebileceğim gelidonya feneri'ni tüm heybetiyle görünce bacaklarıma can geldi. odamdan dahi görülebilen beş adalar, deveci taşları da denir bazı seyyahlarca, hemen karşımdaydı. zeytin ağaçlarıyla çevrelenmiş derin bir mavi, sıvası dökülmüş beyaz bir kule, kızıl ve verimli topraklar, rüzgarın sesi ve sonsuzluk. anın büyüsü, beni bu sefer de ışığa giden yolda bulmuştu. iki ayağımı yerden kesip bir kuşa dönüşmeyi ve uzun yıllar boyunca akdeniz'in üzerinde süzülmeyi istedim. ged'in dönüştüğü gibi, sessiz ogion'a ulaştığında artık eski haline gelmesinin çok zor olduğu kadim zamanlardaki gibi. geçmişte karşılaştığım ve kendime kattığım her şey, tek bir ana sığıyordu. hayat, ne zaman başlayıp bittiğinden bağımsız olarak sadece bir andı ve bulmacalara göre de an, en kısa zaman birimiydi. kendimi doğaya kattığım zaman, her şeyi tüm çıplaklığıyla görüyordum. şehirleri, medeniyetleri yani sonradan ortaya çıkmışları pek sevmiyordum. başlangıçta olan ne varsa, onlar olsa yeterdi bana. deniz fenerinin yamacına kurulup erzaklarımızı çıkartırken de bedenime geri kondum. acıkmıştım ve annem, dört hafta yetecek kadar yiyecek koymuştu. cumartesi çalıştığım o berbat zamanların ardından mücadeleye devam etmiş ve babamla, likya yolunun deniz fenerine ulaşan bir kolunu başarıyla tamamlamıştım. ne kadar övünsem azdı ama övünmedim, kafamı yukarıya kaldırıp baktım. engin maviliklerin üzerinde bir kuş süzülüyordu ve onun aslında kim olduğunu biliyordum. ailemiz hep bir arada kalmaya devam ediyordu ve işin güzel tarafı bunu her seferinde fark ediyordum.


















3 Şubat 2013 Pazar

awaking the centuries


"dört ay ne de çabuk geçmiş" diye fısıldadı genç adam. en son imara, akla ve statiğe aykırı disko toplu bir gazinonun kısmen yıkımını gerçekleştirdikten sonra, sıcak bir ekim gününde ikna kabiliyeti yüksek, konvansiyonel bir cücenin aklına uyup çift lavaşlı döner dürüm yemiş ve kuzeyden gelen sevgilisini beklemeye koyulmuştu.

sanıyorum ki hayatımın son on yılında yazmaya hiç bu kadar ara vermediğim için, genç adama bir şeyler fısıldatmakla kolaya kaçmaya çalıştım fakat yine olmadı. anı formatında yazan bir insan olarak, anlatacağım şeyler biriktikçe dağ gibi oldu ve onları çaktırmadan unutmaya çalışmanın, temize çekmekten daha kısa süreceğini fark edip unutmaya çalıştım. fakat dört ay önceki cüce ısrarını ve ardından gelen çift lavaşlıyı bile unutamadığımı sen de gördün, bu yüzden eskişehir istikametindeki beyhude turizm hayırlı yolculuklar diler.

macera, kasımın ortasında ivme kazandı. sabah erkenden, ailecek yola çıktık ve sisin içinde kaybolmuş dağın yanından geçip birkaç ay sonra donacak gölün önüne varana kadar durmadık. her zamanki gibi arka koltuktaydım ve içimde araba sürmeye dair en ufak bir istek yoktu. bir şeyler sürmek, yolda olmanın büyüsünü sakatlıyordu. önceki hayatımda da arabayı dean sürerdi, ben ise elimi camdan çıkarıp etrafa bakar ve etiketsiz şişeden bir yudum daha alırdım. ağzımın içinde beklettiğim viski, dilimi sanki arı sokmuş gibi uyuştururken de hafifçe tebessüm ederdim. bu sefer arabayı babam sürüyor ve ben bir kez daha dışarıyı izliyordum. eskişehir’e pek bir yolumuz kalmamıştı, hava kararmadan orada olacak ve sonra da aileler düzeyinde tanışmak için müstakbelimin evine gidecektik. yıllar boyu dalgasını geçtiğim bu süreç, akışına bırakınca hiç de zor gelmiyordu. nişan bile deli atlar gibi yaklaşıyordu ve olacaklardan çekinmiyordum. 2013’ün böyle geçeceğini ta 2009’dan hissetmiş ve yüzyıllık ruhumu kavuşacak olmakla müjdelemiştim.

göle inci tanesi gibi dizilmiş ağaçları görür görmez durduk. fotoğraf çekerken, aysız, nemsiz ve bulutsuz bir gecede tüm galaksiyi gölde görebileceğimi düşündüm. bir göl, tüm galaksiyi; bir insan da tüm zamanı sığdırabilirdi içine. limitlerimizi belirleyen şeyler önyargılar ve yanılgılardı. herhangi bir makine olmadan zamanda yolculuk yapabilmemi sağlayan tek şey aklım ve hayal gücümdü. yeterince sessizlik ve sakinlikte geleceği bile hatırlayabiliyor, bana doğru koşarak gelen bir kız çocuğunu görebiliyordum. gözlerini annesinden almış olsa gerek, bir çift zümrüt taşıyordu suratında. babam arabayı sürer ve annem termostan kahve servisi yaparken ben de zamanla oynuyordum. yol, hız çarpı zaman değildi; ondan çok daha fazlasıydı ve bunların farkındaydım.

erken kararan günün sırtında eskişehir’e girdik, çiçeği ve tatlıyı alıp hazırlandık. aileler tanışacak ve ben de bir köşede sesimi çıkarmadan oturacaktım fakat muhabbet güzel olunca susamadım, her konuya iştirak ettim. konuşmaktan dudaklarım çatladı, dilim kurudu; uygun bir fırsatı kollayan sevgili, yanıma yavaşça gelip “çok konuşuyorsun” dedi. ehehe dedim ve görüşmenin ikinci yarısını nispeten sessiz geçirdim. pek sevmekteydim ve onun için her şeyi yapardım, susmam gerekiyorsa ağzımı bile açmazdım.

bundan yarım asır önce kasımın yine 17’sinde doğan annem, bu sefer eskişehir’de daha önce gitmediği bir evin köşesinde oturuyor ve sağol kızım deyip tepsiden çay alıyordu. kızımız da maşallah pek maharetliydi. uzakdoğu prenseslerinin esintileriyle hayat bulmuş gibiydi.

günler azıya almış gemi misali akıp giderken, filmi kadar kötü geçmeyen ve hayatımda bir sürü yeniliğe yol açan 2012’yi de sevgiyle uğurladık. şubatta, artık cumartesi çalışmayacağım bir işe hem de mimar sıfatıyla sözleşmeli girmiş, mayısta herhangi bir araba sürebileceğimi gösteren ehliyetimi almış, haziranın sonunda ceren ile bu hayatta da karşılaşmış, temmuzun tam ortasındaki doğumgünümde de ilk defa buluşmuştum. ekimde, önünden geçen derenin denize kavuştuğu güzel bir ev almış ve kasımın son günlerinde de taşınmıştık.
bizi darmadağın eden ve her şeyi bir daha eskisi gibi olamayacak şekilde değiştiren kötü 2011’den sonra, 2012 yaralarımızı sarmaya yardım etmişti. frodo’nun, hayatı boyunca ona eşlik edecek kılıç yarası gibi bizim de kalbimizde geçmeyecek bir sızımız vardı. evin küçük oğlu, hep 24 yaşında kalacaktı. biz ise yaşamanın bedelini her geçen saniye yaşlanarak ödeyecektik. aramızdaki dört yaş fark değişecekti sadece; o hep motosikletinin üzerinde, rüzgarın omzunda devam edecekti içimizde yaşamaya. zamana ve mekana hükmedecekti, aynı anda hem dört yaşında altın saçlı bir çocuk hem de yirmili yaşlarında benimle birlikte turkuaz sulara dalıp, bir kayanın üzerinde dinlenen delikanlı olacaktı. hayat belki de onun rüyasıydı ve onsuz geçen şu yaşadığımız günler bile bu hayatın sonuna gelmekle her şeyin bitmediğinin tek kanıtıydı. acının bizi yok etmesini sadece akılla yenebilirdik, bunun üstesinden geldiğimi düşünüyorum. acı, beni usta bir heykeltıraş gibi şekillendirdi. bununla yaşamayı ve hayal etmeyi öğrendim. tüm soruları kendi başıma cevaplayabildim yeterince sakinliğe kavuştuğumda. işaretleri gözledim bir yolgezer gibi, sustum duyabilmek için.

2012 bitti ve kendimi beş gün sonra, yine elimde çiçek ve çikolatayla buldum. bu sefer takım elbise de giymiştim ve heyecan biraz daha fazlaydı. kız isteme-söz-nişan paket programının ilk adımlarını atmak üzereydim. asansöre binerken bu adımların daha önce milyonlarca kez başkaları tarafından atıldığını ve benim onlardan pek eksik yanımın olmadığını düşündüm. birazdan ağzına kadar dolu olan bir eve girecek ve ondan sonra akışına bırakacaktım, gelenekler ne getirirse artık. kız isteme faslını gecenin sonunda, iyice yükselen tansiyonun sponsorluğunda beklerken; programın ilk etkinliği olarak düşünülmüş olması her şeyi daha da kolaylaştırdı. takımlar sahaya tam dizilmeden gelişen bir atak gibiydi ve babam, luis figo’ya benzemenin avantajıyla hemen kızı isteyiverdi. ben ise salonun uzak köşesinde, masanın ardında kalmıştım. hazırlıksızdık ve bu kaos ile birden kendimi yüzük takarken buldum. kızı vermişlerdi ve fotoğraflardan da anlaşılacağı üzere bundan dolayı herkes mutluydu, ekseriyetle asık olan suratımda güller açmıştı. parmağımda yüzükle yemeğe oturdum ki yüzüğü bir önceki hafta olimpos’ta takmıştık zaten. kendi aramızda şık bir tören. bize yakışanından. yine de ailelerin sakinleşmesi için böyle etkinlikler şarttı. kavurma da pek güzeldi, kendimi kaybedip bir tabak daha isteyecekken son anda bir nişanda hatta kendi nişanımda olduğumu hatırladım. hatırlamak çoğu zaman işleri toparlar.

- yazınca da ne güzel yazıyorsun köftehor seni!
- yok be, aynı tarz işte daha ikinci sayfayı bitirmeden anlam bütünlüğü kayboldu. iyi ki yazar olmaya falan çalışmamışım. belediyede sözleşmeli mimar olmak daha kolay, getirisi de iyi. sigortam da yüksekten yatıyor, hem kadro da vereceklermiş hazirana kadar. orman ne güzel, ah ne güzel.

iş güç, özel sektörden gelme olduğum için pek zor değil sadece iş arkadaşlarıma katlanmakta bazen güçlük çekiyorum. insan faktörü her zaman beni zorlamıştır ama yine de insan görmeden geçen antalya’daki ofis günlerimi tek bir gün bile aramıyorum. lanet olsun. beş ay otelde, yedi ay zemin katta bir evde. giyotin pencereler, deri mağazaları, lüks yatak odaları, lobideki tavana bakan kedi ve otelin daimi sahibi şehabettin abi.

günler geçiyor, uzun zamandan sonra ilk defa hafta sonu evde olduğumdan yazı yazma imkanı da yarattım, bir sonraki ne zaman gelir bilemem. twitter da iyice tembelleştirmiş, bu kadar paragraftan bir senelik tweet çıkardı ama uzun yazmayı da göz ardı edecek değilim. bunlar benim belleğim, senin de can sıkıntından geldiğin mola yerin. o yüzden kimse kimseyi kandırmasın.

iyi başladın 2013, aynı şekilde devam et. 


9 Ekim 2012 Salı

friday on my mind

cuma günü olsa gerek, ruhsata aykırı yerleri olan rezil bir gazinoyu yıkmaya gitmiş ve mülk sahibi bilbo baggins'in "yıktın da rahatladın mı?" sorusunu, rahatlamak için yıkmadığımı söyleyerek cevaplamıştım. her türlü soruya verilecek cevabım vardı fakat çoğu zaman üşeniyordum, önce lafa bakmıyordum laf mı diye; sonra da söyleyene bakmıyordum adam mı diye. açıkçası yaptığım işi pek umursamıyordum. insanlardan ziyade nesneler ilgimi çekiyordu. bilbo etrafımda bir şeyler gevelerken, yarısı tavanda, yarısı yerde aynalı bir disko topunun etrafında dolaşıyor ve disko topuyla ilk defa nerede karşılaşmış olabileceğimi düşünüyordum. gördüğüm her şey, daha öncemle ilintiliydi ve bunları pek uğraşmadan görebiliyordum; duvarları yıkan sarı greyder "otostopçunun galaksi rehberi" ile, disko topu "90'ların ortalarına doğru didim" ile, mülk sahibi de "yüzüklerin efendisi" ile...

öğlen yemeğine kadar yıkımı bitirip, ekipler amiri boncuk gözlü cüneyt arkın gibi de tutanağı imzaladıktan sonra öğlen yemeğine çıktım. insanla muhatap olmadan sade bir yemek yiyebileceğim köşe ararken, bana doğru toprağım diye bağıran bir cüce ile karşılaşmak hoşuma gitmedi. cüce, bir dönercinin frontman'i olup ikna konusunda gerçek bir lannister'dı. "toprağıma torpilli olsun" dedikten sonra beni içeri itti, saatlerdir deli tavuklar gibi güneşin altında, greyderin yanında dolaşmaktan nevrim dönmüştü ve sabah kahvaltı da etmemiştim. cücenin gözlerine bakmadan uslu uslu yemeği yeyip hesabı ödedikten sonra koşarak uzaklaştım. tatar elflerinden güzel sevgilim o sırada antalya'ya doğru gelen otobüste olmasa, gerçekten iğrenç bir gün geçirdiğimi düşünebilirdim. fakat memuriyetin güzel taraflarından birisi de, hiçbir şekilde özel hayatına müdahale etmiyor. herhangi bir şeyin pek acelesi yok, yazışmalar bile aylarca sürüyor. gazinonun yıkım süreci başladığında, sürekli sıcak yerlere göç etmeyi alışkanlık haline getirmiş antipatik kuşlar bile henüz gelmemişti. mülk sahiplerine tanıdığımız süreleri uc uca eklesen, bir aşkı memnu daha çıkar ve milyonları ekran başına kilitlerdi.

yukarıdaki iki paragrafın bana verdiği yetkiye ve en sevdiğim on yazardan birisi olan cyrano'nun entrylerini geri getirmesine dayanarak, tahmin edilemez ve bir bütünlükten fersahlarca uzak yazı hayatıma devam etme kararı aldım. çünkü, hayatta karşıma çıkan tüm saçmalıkları bir yere yazmazsam onlardan kurtulamıyorum. bir yere yazmalı derken, cüceler ve bilbolarla köşe kapmaca oynuyorum. onları bu yazıya hapsedip, zihnimde yer  açacağım çünkü yer kalmadı amk. hemen her şeyi yazmaya değer buluyorum, bu beni adeta kışkırtıyor. delal arya'nın pera günlükleri'ni de henüz yeni bitirmiş olmanın verdiği serüven duygusuyla, daldan dala atlamak ve bir şeyler keşfetmek istiyorum. bir yandan okumam gereken onca kitap, devam etmem gereken iş, hafta sonu yolculukları, almam gereken adam gibi bir geniş açı lens ve sırt çantası, belediyelerin birleşmesi, kamusal entrikalar ve insanların hırsları derken bir sürü kavram etrafımda uçuşuyor. ülkenin gidişatının "yarrağa yan basmak" teması üzerine şekillenmesine bile pek ses çıkarmıyorum. baktım olmuyor, cerenimi de alır giderim başka ülkeye. izlanda ya da kanada fark etmez, beni bu ülkeye bağlayan şey kan ya da milliyet değil, sadece birkaç insan. kim bu cennet uğruna olmaz ki feda? ben olmam. keşkem de norveç'te doğsaydım demiyorum, o zaman nelere sahip olmadığımı da bilemezdim. 

edebiyat kariyerime kürek kürek kömür attığım bu gecede, artık derli toplu bir şeyler yazmak istemekteyim. yazdığım her şey, birinci tekilin ağzından çıkmamalı, benimle ilgili olmamalı. belki binasını yıkmaya gelen mendebur belediyecileri lanetleyen bir gazinocu, belki de primle çalışan dönerci bir cücenin yaşadıkları. aşk hikayesi de yazmak isterdim fakat bunu anlatabilecek kadar kelime bilmiyorum. galadriel'imin büyüsüne kaptırdım gidiyorum. suya dönüştüm sanırım en sonunda, akışına bıraktım ve geldiğim noktayı seviyorum.

her neyse, haftada bir yazı yazmaya çalışırım. beni her mecrada ısrarla takip edenlerden birer çeyrek almak gibi planlarım var, teraziye tıklama zamanınız geliyor. sizin de katkınız olsun lan biraz. sevgiler, sevgiler.

(çalışırken çektiklerimdir, izinsiz kullanılabilir; yapabiliyorsanız şantaj yapın)




29 Eylül 2012 Cumartesi

shine on you crazy diamond

mesai saatleri içerisinde olmama rağmen sıcak kumların üzerinde, kaymakamlık tarafından sahile yaptırılan büfelerin geçici kabulünde görevlendirilmiştim fakat kabulünü yapacağım büfelerin projesi elimde değildi. ilk görüşte dahi hoşlanmadığım tıknaz müteahhide dönüp, projelerin nerede olduğunu sordum. özel idarede olduğunu ve istersem getirtebileceğini söyledi. hazır sormaya başlamışken; projeler olmadan, neyi kontrol edip de neyin kabulünü yapacağımı da sordum. daha önceki memurlarla ahbaplığı iyi olduğundan, projeden bağımsızlığını ilan etmişti belli ki ama taviz vermemi gerektirecek bir durum yoktu; insanlar arasında dolaşmaktan zaten bıkmışken, bir de kurnaz olmaya çalışanlarıyla vakit kaybedemezdim. zaman ve onun diğer isimleri önemini kaybetmişti, belirsiz bir geleceğe doğru ter kokan insanlarla sürükleniyordum. çocuk ise zamanı durdurmuştu. daha bu gece de tanık olduğum gibi, zamanı geriye bile saracak güce erişmişti. başka bir deniz kenarındaydık ve çağlar, güneşte parlayan saçlarıyla mutluydu. bembeyaz teni ve sapsarı saçlarıyla üç dört yaşlarında gözüküyordu. o kadar gerçek bir rüyaydı ki; sabaha karşı uyanıp unutmamak için telefonuma not alırken, şu an içinde bulunduğumuz hayatın (benim yazdığım, senin de okuduğun düzlemin) da başka birisinin düşü olduğunu hissettim. o uyanınca bitecekti her şey ve ciddiye almaya değmezdi. bunun, çağlar'ın düşü olmadığından bile emin değilim, bilmiyorum.

hiçbir şeyden emin değilim. bu da bana, istediğime istediğim kadar inanmamı sağlıyor. seçeneklerimi kendim yaratıyor ve seçimlerimi de kendim yapıyorum. 

tıknaz müteahhit, yarım saatlik gecikmeyle projeleri getirdiğinde ben de denizi izliyordum. en uzaktaki dalga bile zamanı gelince kıyıya vuruyor ve muhtemelen bunu kendi yazgısı zannediyordu. ne daha önce ne de daha sonra, bağımsız bir gözlemci onun ne zaman kıyıyı vuracağını biliyor; dalga ise kendi verdiği kararlarla kıyıya ulaştığına inanıyordu. dalganın denizde kat ettiği mesafe yaşam ise, kıyıya vurma anı da ölümdü. yaşam ve ölüm döngüsü, olympos'taki alkestis lahdi'nin köşelerine ağaç olarak da işlenmişti ve işin tuhaf tarafı, kayaya işlenmiş bu ağacın önünde çağlar'ın fotoğrafını iki yıl önce çekerken anlamını bilmiyordum. yağmurlu bir gündü ve antik kentin içine gömülmüş köşemizde biraz bira içip dolaşmıştık. yağmur bastırmış fakat sık yaprakların arasından geçip de bize ulaşamamıştı. 

güneş gözlüğümü çıkarmadan projeyi inceledim ve aslına uygun olarak inşa edildiğine dair imzamı attım. müteahhit, beni belediyeye geri bırakırken muhabbet etmeye çalıştı. ihaleyi çok düşük fiyata almış da, zarar edecekmiş de, bu seferlik öyle olsunmuş da... birkaç kelimeyi ancak duyabiliyor ve yola bakıyordum. yol benim kardeşimdi ve hiç bitmezdi. o sırada müteahhit, kaç kardeş olduğumuzu sordu. iki kardeş olduğumuzu söylerken, arabanın sol tarafından şimşek gibi bir yamaha fazer geçti. saatte en az iki yüz km hızla gidiyordu ve gümüş grenajlarından seken güneş, asfaltta ışıktan yollar açıyordu. egzosu, two brothers markaydı ve müteahhit bunların hiçbirisini görmemişti. çağlar, benim kontrolüm altında sürüyordu artık motorunu. hiçbir tehlike olmadan, önüne kimse kırmadan. ruhunu ruhuma kattığımdan beri, nereye gitsem o da yanımda geliyordu. aralıkta eskişehir'den istanbul'a giderken, çağlar da tren rayları boyunca ilerlemiş ve sonra da karayolundan devam etmişti. haziranda, antalya'dan eskişehir'e babalar günü için tek günlüğüne giderken bile benimle gelmiş ve babama sarılırken o da espark'ın oradan dönmüştü. temmuzda, cerenim'in yanına giderken de benimle aynı anda otogara girmiş ve sevgilime sarılırken de gülümsemişti. ben eskişehir'e bile sekiz dokuz saatte ulaşabilirken, o zamanda yolculuk yapabiliyordu. her zaman benden hızlıydı, kıyıya vurmasına az kaldığını bilen bir dalga kadar hızlıydı ve içinden gelenleri yapmıştı. 

şimdi ise onun gidişinin birinci yılında, onun odasında oturmuş ayık kafayla bir şeyler yazmaya çalışıyorum. artık içmiyorum. saatlerdir shine on you crazy diamond dinliyor ve bu kadar çok paralelliği daha önce bulmamış olmama şaşırıyorum: 

"remember when you were young, you shone like the sun"

"you reached for the secret too soon, you cried for the moon"

"nobody knows where you are, how near or how far"

aylar öncesinden kabullendiğim gibi artık yazamıyorum, başlangıcımdan o kadar uzağa savruluyorum ki geri dönüş yolunu kaybediyorum. kapanmayan yazılar, aklımın yüksek tavanlı salonlarında dolaşan uçan balonlar gibi. öncesi ve sonrası olmayan cümleler geliyor aklıma günün her saati, bir yerlere yazma gereği duymuyorum. o sırada telefon çalıyor, teknik şartname ya da yaklaşık maliyet hazırlıyorum. nadiren de olsa tasarım yapabiliyorum. 

geçen sene rus zengine, osmanlı özentisi ihtişamlı bir yatak odası çizerken bu sene mezarlık girişini tasarladım. beyaz mermerden kaidenin üzerine sıra sıra ateş tuğla, sonra da beyaz bir mermer daha. mermerler doğum ve ölümün saflığını simgelerken, üst üste koyulmuş tuğlalar da insan ömrünü ve yaşama çabasını anlatıyordu. mermerler, insan ömrünün paranteziydi ve başlayıp bitiyordu. en tepede ise ışık vardı, akşam olunca bir insan boyundaki kuleleri aydınlatıyordu. o da ruhtu esasında, ışık veriyordu. bunları kimseye söylemedim, gördükleri sadece ölçülendirilmiş bir teknik çizimdi. sözleşmeli bir mimardım ve benden acilen projesini çizmem bekleniyordu fazlası değil. mimarlık birinci sınıfta hocam, yetenekli  fakat disiplinsiz olduğumu söylemişti. istikrarlı da değildim. neyse ki geçen zaman, o kadar yetenekli olmadığımı da gösterdi. bazen yaşlılar bile yanılıyor. word'te keşif metraj hazırlarken de yetenekten ziyade, hücre biçimlendirme önem kazanıyor. satır aralığı ve puntolar. türlü tuhaf saçmalıklar. 

bir sene geride kaldı evet, biz geride kalan üç kişi birbirimizden destek aldık ayakta durabilmek için. yağan yağmur, geçen zaman, doğum günü, bayramlar, seyranlar derken; bütün bu özel günler karnımıza saplandı. evde pek konuşmadık, herkes acısını kendisine göre yaşadı, yaşıyor ve yaşayacak ama ailemiz tekrar çoğalacak. çagi, her zaman benim korumamda olacak. yeni yollarda, başka ülkelerin sokaklarında, gümrük kapılarında ya da sarp bir dağ geçidinde fark etmez; her zaman motorunu istediği gibi sürecek. ona olan inancımı o kadar sağlam temellendirdim ki, çoğu zaman dünyadan şüphe duyuyorum fakat ikimizin arasındaki bağdan asla. onunla istediğim zaman konuşabiliyorum. onu biliyorum. nelere güleceğini, şimdiki zamanımda karşılaştığım insanlara ne tepki vereceğini, üstün yeteneğiyle taklitlerini nasıl yapacağını. her motor sesinde, kaskını takmış her sürücüde kardeşimi görüyor ve beraber gittiğimiz yolları düşünüyorum. bazen delicesine motor sürmek istediğimde bunun nedenini biliyorum. cerenimle, hayatımı birleştireceğim sevgilim ile kaleye çıkıp sarılmışken; uzaktaki kayaya konan bir yusufçuğun kim olduğunu biliyorum. geçen hafta sonu willy ile yine aynı yere çıkıp, çantada getirdiğimiz biraları "forever young" eşliğinde içerken çıkan rüzgarın, aslında kim olduğunu da biliyorum. ay, tamama erip yolda olanları aydınlattığında; bir zamanlar bizim de yolda olduğumuzu ve yolun hiç bitmeyeceğini de biliyorum.

senden bir sene uzaklaşmadım güzel çocuğum, sana bir sene yaklaştım. dünden yakın, yarından uzağım. ne zaman kıyıya vuracağını bilmeyen bir dalgayım. abinim ve öyle kalacağım. evlenip çoluk çocuğa karışsam, baba ve koca olsam da abin olduğumu unutmayacağım. 

ve sadece ikimizin bildiği bir şeyle yazıyı bitireceğim:

"çipike kima"