17 Şubat 2025 Pazartesi

önce duman göründü

ivmem sıfırdı...

mesai okyanusunda sabit hızla seyir halindeydim ve bu sonsuz okyanusun tam olarak neresinde olduğunu bile bilmiyordum. gps verileri birbirini tutmuyordu, pusulam ise uzun zaman önce bozulmuştu. teknem kendi gövdemdi, o yüzden bir kenarından sarkıp derinlere bakmak zor olmadı. koltuğumdan hafifçe kaykıldım ve ahşap parkeye değil de zamanın koyu lacivertine bakarken hafif bir yanık kokusuyla kendime geldim. bir şeyler yanıyordu ve teknede yangın olabilecek en kötü senaryoydu. yanık kokusunun geldiği yeri buldum, çok ince bir duman sızıyordu. sanki bir cüce, ekranımın arkasında gizlice sigara içiyordu ve dumanı saklamayı başaramamıştı.

güneşli bir sabahtı, kış güneşi arsızca pencerelerden içeri saldırıyordu. uzak yoldan gelmiş olmasına rağmen dinçti, yorgunluk belirtisi göstermiyordu. samanyolu galaksisinin batı sarmal kolunun bir ucunda, haritası bile çıkarılmamış ücra bir köşesindeydi ama bu dünya üzerinde yaşayan bir grup canlı için çok şey ifade ediyordu. 

masamda adım soyadım ve ne iş yaptığımın yazılı olduğu bir isimliğim vardı ve bu isimlik turuncu camdan bir küre ile taçlanmıştı. odak noktası kısa olan mükemmel bir küreydi ve kış güneşi bu küreden geçerken masamın üzerindeki bir noktaya odaklanıyordu. odaklandığı noktada kağıtlar vardı ve bu kağıtlar üç yüz milyon kilometre ötedeki kaynaktan gelen ışıkla tutuşmak üzereydi. dumanın sebebini öğrenmiştim. yazın binanın tepesinden geçen güneş, kışın daha yatay bir seyir izliyor ve sabahları pencereden içeri girerek bana suikast düzenlemeye çalışıyordu. mükemmel bir düzenekti, tetikçi çok uzaktaydı ve benimle kişisel husumetinin olmasına imkan yoktu. ben herkesi ısıtıyorum, herkesi besliyorum hakim bey derdi, aklanırdı. cam portakalı aldım, güneşle bir daha kavuşamayacağı bir köşeye koydum. bu buluşma için çok uzak yoldan gelen ışınlar artık portakala ulaşamayacak ve masamı yakmaya çalışamayacaktı. hikaye yarım kalmıştı...

mesai okyanusuna bir çapa attım, çapa bir balinanın sırtına takıldı ve o balina beni yedi denizlere götürdü, dünyanın ucundaki fenerin kıyısına bıraktı. içimdeki serüvenci, başımıza gelenlerden mutluydu. kırmızı gövdeli alüminyum teknem kuzey buz denizi için üretilmişti, güçlü bir gövdesi vardı ve buzdağlarının yanından geçip bir parça antik buz alırken bile bana güven verirdi. kristal bardağımla teknemden indim, hafiften çalkaladım ve deniz fenerine baktım. buzun içinde çok eski zamanlardan kalma ve ne ölü ne de diri olan bir şeyler olabilirdi. büyük bir yudum alıp dilimde beklettim, güneş ışığı kristal bardaktan geçip üzerimde ışıktan yollar çizdi fakat bu sefer duman çıkmadı. hava çok soğuktu, öfkeli bir boğa gibi dumanlar çıkarıyordum. bedenimin nerede olduğunu çok iyi biliyordum, parmaklarım klavyenin üzerinde aklımın hızına yetişmeye çalışıyor fakat bunda pek de başarılı olamıyordu. malt viskide, iskoçya'nın en soğuk günü şişelenmişti. buzun üzerinde yürüdüm, buz çatırdadı ve yeni yollar ortaya çıktı. donmuş bir devin üzerinde yürüyordum ve her adımımda damarları ortaya çıkıyordu sanki. yelken seyri için aldığım montun yakasını kaldırdım, viski bitince dönecektim. hangi yıla döneceğime ise son yudumda karar verecektim.

seyir defterimin sayfalarını karıştırdım, 2011 ve 2012 yılları detaylı işlenmişti; 2011'de izbe bir otelde kalıp deri mağazasının 3d çizimlerini yaptığım ve yavaşça delirdiğim günlere dönemezdim. 2011'i sevmiyordum, en kötü yılımdı. olacaklara engel olabilir miydim? yılın sonunu kayıpsız getirebilir miydim? yosun kokulu viski, yanağımın içini ateşe verdi. bir ejderhaydım artık ve soluğum buzullar için bir tehlikeydi. 2012'ye, henüz soğumamış küllerin üzerine de dönemezdim. yeniden takım elbise giyemez, kravat takamaz ve her şey yolundaymış gibi davranamazdım. 

her adımda ortaya çıkan yeni damarların üzerinden tekneye geri döndüm, 2025'in şubatına geri dönecektim. kış güneşi penceremden içeri girerken, ayılı tişörtüm ve sivil itaatsizliğimle haftayı bitirmeye çalışacaktım. buzul rüzgarlarıyla yelkeni ayarladım, parmak uçlarım donmak üzereydi ve gözlerimi kapattım.

seyir bittiğinde masamın başındaydım, cam portakalım güneşin değmediği bir köşede güvendeydi. kulaklığımda ludovico einaudi'nin elegy for the arctic'i çalıyordu. parmaklarım ısınmıştı, ayılı tişörtüm üzerimdeydi. zamanda birkaç saat de olsa ileri atlamanın tek yolunun, daima yazmak ve yazarken hayal kurmak olduğunu bir kez daha anlamıştım. 

pazartesi sabahının kasvetini ancak böyle dağıtacak ve mesai okyanusunda böyle hayatta kalacaktım.



Hiç yorum yok: