31 Ocak 2011 Pazartesi

enessava others

arkadaş bir behzat ç. indireceğiz, sabahtan beri görmediğim saçmasapan doğrulama kodu kalmadı. çoğunu okuyamadığım için yeniden deniyorum ve isimler, patlamış mısır tenceresinde infilak eden darılar gibi sağa sola zıplıyor. enessava others en insancılları çıktı, gerisini sen düşün artık.

bir saat önce, dizinin bitmesine 100mb falan kalmışken kendi kendine restart atan sistem sağolsun tüm çabayı boşa çıkardı. baştan indirmeye başladım, eğer patron ay sonunda (o da bugün oluyor) "hangi hayvan 460 gb indirdi" diye bir soruyla gelirse, vereceğim tek cevap : "üşüyorduk ve açtık reyiz, internetten yemek indirdik" olacak. sonuçta yemek vermeyen, çalışanlarının yemeğini düşünmeyen işletmelerin de bir handikapı olmalı değil mi esteban?

günün can sıkıcı gelişmelerinden birisi de iki haftalığına stajyer gelmesi oldu. bu mevsimde ne stajyeri deme, ben de bilmiyorum. liseliymiş, iç mimarlık üzerine bir şeyler yapma heveslisi liselerden birisinde okuyormuş ve sömestra girmişler. lise 3'ten sonra bir de lise 4 varmış, yeni öğrendim. iyi ki erkenden başlamışım okumak destanına, bir de lise 4 aptallığıyla uğraşamazdım ki zaten liseyi dört sene okudum. hayır sınıfta kalmadım, hazırlık okudum. hatta lise 1'de insanı hayrete sürükleyecek kadar başarılı ve sinir hastası bir öğrenciydim. tüm derslerim beşti ve geçen yılların bana öğrettiği birkaç şeyden birisi de derslerde başarılı olmanın totalde hiçbir şey ifade etmediğiydi. ki kafası durma noktasında bir yerde çalışan ortaokul arkadaşımı, son model arabasıyla gördüğümden beri okuyup da bir hiç olduğumu fark ettim. liseye gitmemiş ve bir kuyumcunun yanına girip mesleği öğrendikten sonra, zaman içinde kendi dükkanını açmıştı. ben ise muhtemelen aynı zamanlarda cebimdeki iki kuruş parayla bir yerlerde içmiş ve okulu bitirmeye, maket yapmak için sabahlamaya çalışmıştım. okumak benden çok şey götürdü, bir şeyler mutlaka getirmiştir ama şimdilik bunları bilmiyorum. ay sonuna cebimde 12 tl ile girerken bu getirdikleri arasında paranın olmadığına yemin edebilirim. hiçbir şey olamasam bile zengin olmayı denemeliyim, çünkü dünya'da hemen her şey parayla satın alınabiliyor. mastercard'ın dangalak avcısı "paranın satın alamayacağı şeyler" zokası gibi değil, para birçok kapıyı sonuna kadar açıyor. oysa cebimde 12 tl ile açabildiğim tek kapı, beni eve götürecek koltuk araları dar minibüsün kapısıydı.

dizinin 100 mb'lık kısmı bitti, eğer dizi yerine cüceli porno ya da aynı tuhaflıkta başka bir şey çıkarsa gerçekten sinirlenir ve stajyeri aşağıya atarım. staj yapmaktan zerre hoşlanmadığım gibi bunu yapan insanlara, bunu mecbur bırakan okullara ve şu an güney yarımkürenin bakir coğrafyasında tropik balıklar peşinde koşan dalgıçlara da şüpheyle yaklaşıyorum.

enessava others ha? insana dünya'yı gezmesi için umut aşılıyor sanki. oysa sadece bir dizinin doğrulama koduydu fazlası değil.


yesterdays





ah hamam

hafta sonu kendimle yüzleşmek ve hayatımın geri kalanına dair planlar yapmak için gerçekten çok zamanım oldu. cumartesi öğleden sonra 3'te başlayan tatil, bugün tüm hunharlığıyla 5.30'da bitti. yine söverek kalktım, üstelik geçen haftakilerden farklı olarak behzat ç. bile izleyemedim. behzat ç.'nin bu hafta gelen özet kısmında, türk hamamına gidip buğulanmış et gibi gelmemin faydasını gördüm. uyuya kalmadım resmen halının üzerinde bayıldım. türk hamamı gerçekten sıcağıyla adamı çileden çıkartan bir mekan. kaçacak delik aradım, göbektaşına en ufak bir temasta oraya yapışacağım korkusuyla mermerin etrafında yürüdüm. gerçekten sıcaktı ve bunun anlamı zaten insanı pişman edecek kadar sıcak olmasıydı.

hamamdan sonrası ise kayıp. gözlerimi açtığımda 5.30'du ve acı bir pişmanlık yüzümü yalıyordu. tatil bir anda bitmiş ne bilgisayarımı açabilmiş ne de evin tüm odalarını dolaşabilmiştim. salonu görmeden geldiğim zaman eksik kalmış hissediyorum, o dantellere bakıp hayatın bazen ne kadar anlamsız olabileceğini düşünüyorum. mutfağa bile iki kere falan girdim. bir kere pes oynadık ve bu hafta 12-9'luk debdeli bir sonuçla kazanan ben oldum. cumartesi gecesi, 7 kırmızı ve pamuk prens masalını gerçeğe dönüştürmekle; pazar ise karlı dağlara yolculuk ve çöken siste yolumuzu bulmaya çalışıp geri döndükten sonra mermerden cehennemle geçti. bir anda bitti lan, hala kabullenemiyorum.

bilgisayarımı açıp fotoğraf alamadım, sabah bir anlık panikle dört dvd'yi kapabilecek ancak zamanım oldu. betty blue, forrest gump, good bye lenin ve brokeback mountain. dört film ve dördünün tek ortak noktası, hepsi de daha önce defalarca izleyip büyük keyif aldığım filmler. o panikle işimi şansa bırakamayacağımdan, artık alışkanlığım olan yeni film izlemek yerine daha önceden en az iki kere izlediğim filmleri yanıma almak geleneğimi devam ettirdim. hem betty blue'nın o güzeller güzeli afişi, edirnekapı öğrenci yurdu'ndaki dolabımın kapağını süslerdi ta ki yurt görevlileri gelip onu sökene dek.

her hafta bir kitap, her akşam ise bir film bitireceğim kültür sanat mevsimi de bu vesileyle kutlu olsun.


29 Ocak 2011 Cumartesi

haftalık rapor

bir cumartesi öğleden sonrasına da ulaşmayı başardım. bunlardan yeterince biriktirirsem emeklilik madalyası ile şövalye ilan ediyorlar ve cepli penye tişört veriyorlarmış. daha önümde binlerce cumartesi var anlayacağın. fakat bunların hepsinde işe gelirsem ve bu hayattan bu şekilde göçüp gidersem, bu trajedi böyle bitmez ve elektrikli testere ile geri dönerim. cumartesi günü kapı kapı dolaşır, kim çalışıyorsa masalarını ortadan ikiye bölerim. lcd ekrandan fışkıran likitler, lake masanın beyazında kan gibi akar ve tüm patronların ben gittikten sonra verdiği tek ortak demeç:

"gözlerinde merhamete dair tek bir iz bile yoktu" olur. 


ben lafımı peşinen buraya yazıyorum, sonra "bir anlık cinnetle neler de yapmış genç osman hey hey de hey hey" diye adıma marşlar yazılmasın. perşembenin gelişi çarşambadan, luis suarez'in gelişi ise 26.5 milyon eurodan belli olur. eve gitsem de, şu transfer operasyonunu bir an önce gerçekleştirip geçen haftaki ağır mağlubiyetlerin bedelini ödetsem. gerçekten çaresiz kaldım. hele kuyt'la dönmeye çalışırken sol kolum titredi sinirden. steyşın toros gibi kadayıf saçlım, koyun kuyruklum. artık anılarını yedek kulübesinde anlatsın, suarez-torres ileri ikilisiyle hayatı zindana çevirmeye geliyorum. savaş oklarını sadağına dizmiş gerrard'ın selamı ve salavatı üzerime olsun ki intikam için ge li yo rum!

geçtiğimiz haftayı özetlersek eğer: pazartesi-salı metraj belasını bir sonuca vardırmayla, çarşamba kids club modelleyip bunu fotoğrafa monte etmekle, perşembe-cuma ise otel cephesi üzerine serbest sayıklamalar ve bunların model dünyasındaki yeri-önemi üzerine türlü uygulamalarla geçti. cumartesi ise zihnim, titreyen deve börkeneğinin güneşte bırakılmış halinden biraz daha iyi. en azından klima takıldığından titremiyorum. gelecek hafta hazır köfte alıp bunu ocağımda ısıtmamaya yemin ettim çünkü bıktım ulan. statların önündeki seyyar köftecilerin toplamından daha fazla köfte çevirdim. bir de menüler dört kişilik olduğundan ve ikinci kişiyi bile bulamadığımdan, yiyeceğim kadarını ısıtıp gerisini buzdolabına koymak gibi teknolojik bir imkan da buralara uğramadığından, her öğünüm dört insana eşdeğer oldu. her akşam koyun yutmuş yılan gibi yatağıma kıvrılıp hazmetmeyi bekledim. national geographic wild ekibi otele kadar gelip benimle görüşme yapmak istediklerini söyledi fakat fiziğimle gündeme gelmek istemediğimden kapıyı açmadım. gelecek hafta ya bir buzdolabı bulacağım ya da yasımı tutacaksınız.

tel dolap bile yok, günümüzü iki asır geriden takip ediyorum. ama her şeyimin olduğu zamanlardan daha mı mutsuzum peki? tabii ki hayır. benim için önemli olan salt mutluluk ve mercimek çorbasıdır. işaret parmağıma konup bana bakan ve muhtemelen anlam vermeye çalışan renk cümbüşü panpa'dır. kardeşimle oynadığım pes, ailemle gittiğim ören yeri, sevgilimle kaldığımız fantastik pansiyonlar ve odun sobasıdır. yoksa dolap olmuş olmamış, uğur dündar şahsıma canlı yayında hakaret etmiş, mimarlar odası eşgalimi tüm ofislere dağıtmış falan umrumda olmaz. yalnız yine de patron bir yüzlük ateşlese iyi olacaktı lan. neyse pazartesi alırız mayışı, alır da pavyona gideriz. testereyle pavyon basmayı ve kolonları kesip ortalığı cehenneme çevirmeyi uzun zamandır istiyordum zaten.

dört haftalık şubatı da seri döner tekmelerle bayıltırım. bakarsın çalışmaya da alışır buradan bir eve çıkarım ha. evin salonunda kuyu açar, her sabah büryan kebabı yerim.  kuzu sarkıtırım günaşırı, kendimi şımartır ve grekoromen güreşçisi olmak için federasyonla görüşmelere başlarım.

bıraksan akşama kadar saçmalarım ama bir şekilde toz olmam lazım ofisten. karnım acıkmaya başladığı gibi fazla geç kalmak da istemiyorum. zati çalışacağım yok, pazartesine kadar tüm şalterleri kapattım. kaldığım yerden devam ederim de şu anket ve fotoğraf ikilisini hiç sevmedim. işin yok, öncekini sil ve yeniden gönder üstte çıksın. ya da boşver bırak dağınık kalsın. halk, yanılmadığımı gösterdi. lavuklar kaybetti, kazanan luis suarez transferiyle liverpool, klima transferiyle mies, sadık kölem çilekeş esteban ve 2011'e sıcak bir yuvada merhaba diyen sesten yavaş fantastik helikopterimiz panpa oldu.

iyi hafta sonları tuborgers. bilmiyorsanız bilmek için, biliyorsanız da bilgiyi kutsamak için İÇİN!

28 Ocak 2011 Cuma

mies vs. tuborg (dev anket)




üsttekini ben çektim. alttakini ise tuborg'tan bu iş için para bile alan bir ekip hazırladı. üç erkek-iki kızlı lavuklar ordusu, rafta dizili ılık biraların önünde bira içiyor sözde. çok içip sevişmeye karar verseler bile eşleşme sorunu çıkacak, boşta kalan can sıkıntısından ılık biraları içecek. kapalı bir mekan ve erkekler kot giymiş. rahatlamak isteseler bile kot onlara bu şansı vermeyecek. neyse okuyucuyu daha fazla etki altında bırakmayayım. sağda anket var ve içinizden geldiği gibi oy verin. dediklerimi dikkate almayın. acaba lavuk olan ben miyim onu öğreneceğim.

anket sonucu: %65ile üstteki birinci gelmiş, %34 ile de "akıllı ol tuborg" seçeneği gereken yerlere mesaj vermiştir. 65+34 99 ediyor, fakat %11'lik kısım da alttakini seçmiş. yüzde yüzonluk bir katılımla, matematiği büken siz saygıdeğer tuborgers'a da saygı ve sevgilerimi yolluyorum.

on project

sadece kendi fikirlerimi çizip bunları modellerken, kimsenin keyfine göre hareket etmeyip sadece içimdeki ışığı takip ederken yaptığım işten ölesiye zevk alıyorum. bırak, sabaha kadar çizeyim. masada uyuklayıp kalkar kalkmaz yeniden kendi projemin tanrısı olayım. fakat bu istek, inanmadığım ve heveslenmediğim projelerde benim en büyük düşmanım oluyor. sol elim, sağ elimi tutuyor çizmeyeyim diye. bir motif görür görmez kendimi kapatıyorum ve çöp tenekesi gibi davranmaya çalışıyorum. fakat "bi de sen bi alternatif dene bakalım" komutuyla birlikte içimdeki mimar şaha kalkıyor ve cinema 4d'nin o caanım arayüzüne daha bir hevesle sarılıyorum. sesli düşünen adamlar yok, başkasının fikirlerini temize çekmek yok. sadece ben ve benim içimdeki rüzgarlar var. bu otel projesi de şimdilik bu güzergahta ilerliyor, patronoviç ayrı bir alternatif yapıyor ben ayrı. bakalım hangimizinki olacak, geçen sefer şık bir golle haftayı 1-0 önde kapatmıştım fakat bu hayatımda bir şeyleri değiştirmemişti. bu otel projesini ise daha fazla sahiplendiğimi söyleyebilirim. gerçi beş yıldızlı dev bir otele, cepheden başlamak nedir onu da bilmiyorum. mimarlık değil ya yaptığımız neyse fazla sorgulama, yapabildiğinin iyisini yap; en iyisini ise akşama sakla. yersin. acıktım lan. öğlen yemeğine çıkmamış olmam, sabah yaptığım sucuklu tostumsunun tüm getirdiğini götürdü. şimdi yine ne yesek krizlerinden önce, şu kütleyi bitireyim hele. hareketli bir cephe düşündüm hocam, yatay elemanlarla cepheye hareket katmak, gerekirse de hakaret etmek istedim. ahşabın sıcaklığını kullanmak, ahşabın sıcaklığıyla çorba yapmak istedim. ahşaptan mangal kömürü yapmak, onun üzerinde de adana kebap yapmak istedim. ben sanırım kafayı yedim hocam.


nasıl da geçiyor zaman

weekend comes deyip bir fotoğraf yüklememin üzerinden iki, weekend comes again deyip başka bir fotoğraf daha yüklememin üzerinden ise bir hafta geçmiş. elimde poşet ve sırt çantasıyla, yarı uykulu gözlerle ofise gelip ofisine de işine gücüne de ettiğim küfür bile bugün beşinci gününü doldurdu. insan, çocuğunun nasıl da hızla büyüdüğüne şaşırır ya hani, ona benzer bir şaşkınlık var bünyemde. işte cumaya vardık, yarın dedin mi daha akşam çökmeden sırt çantamla giderim daha da güneye. müziğim kulağımda, kotalı tatilimin ilk saatlerinde çocuksu mutlulukla pencere kenarına kurulurum. soba ben daha gelmeden yanmaya başlamış, kuyruğu hafiften uzamaya başlayan aerodinamik kuşumuz panpa da ona göre gardını almıştır. isimsiz üç balık odanın diğer köşesindeki akvaryumda voltaya devam ederken, ben yeniden evde olmayı özümserim. güzel yemekler, bu anı kutsar ve aç bir uzay maymunu gibi tabaklara saldırırım. yemekten sonra bro ile kırmızı tuborg avı için kuşanırız, arabaya binip emniyet kemerinin ısrarcı çığlıklarını fazla umursamadan marketin önüne park ederiz. işte oradalar. 6 kırmızının pek yetmeyeceğinin bilincinde, bira dolabından yansıyan görüntülerimize bakarız. başkaları bizi birbirimize benzetir ama biz pek benzetmeyiz, benzetenlerin de aklına şaşarız. fazla şaşırınca da her zaman yaptığımız gibi gelir kırmızı tuborg alırız. 

evdekiler haftada bir içmemize bir şey demez, her şeyin kararında olduğu sürece anlamı olduğunu biliriz. mısırlar patlamaya başlarken de, daha seneler öncesinden ben öss'ye çalışırken yaprak testleri aydınlatan masa lambası bu sefer de pes ortamı için odaya hafif bir ışık verir. ayağımızın dibindeki fan sıcak sıcak üflerken, buzluktan çıkan kırmızı'lar hadi şerefinize gençler der. ilkler her zaman çabuk biter, ikinci kutuları getirmek ise ilk golü yiyene nasip olur. robinho iblisini tutmaya çalışırken, neden liverpool'la eskisi kadar iyi oynayamadığımı düşünür ve takımı komple ileri çekerim. arkamda bıraktığım geniş boşluklar, copacabana plajı gibi olur. ne kadar arap varsa kaleme doğru hücum eder. bazen yenilir, bazen yenerim fakat her seferinde büyük zevk alırım.

sobanın yanındaki yatağa geçtiğimde geceyarısını geçmiş olur saat, televizyon izleyecek dermanım olmadığından yorganın altına kıvrılırım. başucumdaki malikanesinde tek ayağı üzerinde uyuyan fosforlu cevdetime ise "iyi geceler panpa" demeden zinhar uyumam.

cumartesi çalışıyor olmak, cumartesinin o nevi şahsına münhasır büyüsünü yok etmez. daha öğlenden kendimi tatile bağışlarım, pazar günü gidilecek güzergahları şöylesine gözden geçirir ve nereye gidersek gidelim mutlu olacağımı bilirim. bir arada olmayı kutlarım her pazar, bazen ön koltuk bazen de sağ arkada. fotoğraf makinem boynumdan düşmez, antalya'nın nasıl güzel bir şehir olduğunu her karede yeniden hatırlarım.

pazar akşamı behzat ç. vardır, ondan sonrası ise ölüm sessizliği. son 3097 yıldır olduğu gibi yine canım sıkılır, sabah 5.30'da kalkacak olmanın sevimsizliği ısınan yorganı bile soğutur. yorucu geçen bir gün ve sıcak banyodan sonra, daha gece yarısı olmadan koyarım başımı yastığa. beyaz kafesin hükümdarı renk paleti panpa'ya ise mutlaka iyi geceler derim. sabah erken vakitte ışığı açıp da onu uyandırmamak için çantamı hazırlar ve kapının önüne koyarım. alarm çalınca uykusu bölünür diye, telefonu sadece titreşime alırım.

her hafta sonu bu ritueli gerçekleştirmekten büyük keyif alır ve her cuma, nasıl da geçiyor zaman esteban diye kendime hayıflanırım.  



27 Ocak 2011 Perşembe

after rain





saving private envelope

sigorta kaydım için gerekli olan ikametgah ilmuhaberini nasıl alacağımla başlamıştı tüm hikaye. en son istanbul beyoğlu'nda ikamet ediyor gözüktüğümden, bunu düzeltmenin sandığımdan daha zor olduğunu baştan kabul etmiş ve üstüne gitmemiştim. benim üstüne gitmekten çekindiğim şeyleri, bir günden kısa sürede halledip yoluna koyan gerçek zamanlı süperkahraman bir babam var. ikametgahımı aldırmış, bunu bir kağıda bastırıp zarfa koyduktan sonra da ofisime yakın bir yere yollamıştı. benim tek yapmam gereken zarfı almakken aklımdan çıkmış, sabah gelen "zarfı aldın mı?" sorusu, bu işin peşini bırakmayan babamın tehditvari nefis sms'iymiş. zarfı öğlen arasında gidip aldım. güneşli güzel bir gündü ve beyaz range rover'ına uysun diye beyaz çerçeveli güneş gözlüğü takmış havalı abla, tüm havasına rağmen kırmızı ışıkta bekliyordu. belki gözlüğe uysun diye cipi almış da olabilirdi, sonuçta mantıksız bir güruhun neyi ne kadar yapacağını asla bilemediğim bir hayatı adımlıyordum.

kaldırıma park etmiş iki tane motosiklet, zarf almaktan başka bir şey istemediğim bu öğleden sonrasında beni kışkırttı. birisi bmw 1100 gs idi. diğeri ise merhum motosikletimiz suzuki v-stromdu ve fırtınadan sorumlu devlet bakanı gibi tüm ihtişamıyla duruyordu. sidecase ve topcase'leriyle tam donanımlı iki yoldaşlardı ve biraz dinlendikten sonra güneye, daha güneye gideceklerdi belki. motosikletlerin yanından ağır adımlarla geçip elektrikli ocağımı her akşam kutsayan migros'a yürüdüm. birkaç ıvır zıvırla ofise dönmek amacındaydım. gittim sınırlı sayıda üretilmiş arası çikolatalı petibör aldım. sınırlı sayıda yazmasa böyle kepazeliklere para kaptıracak bir insan değilim ama bir daha böyle bir fırsat elime geçmeyebilirdi. elimde asayla kuytu ormanlarda deli dervişler gibi pişmanlıkla yürümek yerine petibörü almak daha kabul edilebilir geldi.

kasalar öylesine boş ve kasiyerler öylesine yoktu ki, elimde pötibörle birkaç dakika dikildim. önümdeki yağız da elinde bir kutu prezervatifle dikildi. hadi ben bisküviyle o kadar değildim de, bu çokolokosu gelmiş libido mahkumu ne yapacaktı peki? perşembe öğleni ne sikyosun aslanım sen diye kulağına fısıldamak ve çikolatalı petibörden birkaç tane bağışlamak istedim fakat o sırada mutsuz kasiyer göreve başladı. migros kartım vardı ama bir petibör için bunu cüzdanımdan çıkarmak bile bana daha pahalıya patlardı. o yüzden kısa ve net bir "yok" dedim. hiçliğe övgü müydü bilemedim. prezervatifi ödeyen pehlivan seri adımlarla dışarı çıkarken, ben ağır çekim hayatıma devam ettim. 

migrostan çıkıp yüzümü güneşe döndükten sonra da, günde en azından yarım saat dışarıda dolaşmanın yazmaya değer şeyler verdiğini ve bunu alışkanlık haline getirirsem blogumu zenginleştirebileceğimi, blogum zenginleşirse benim de bundan yüzde alacağımı ve ayın son günlerinde parasız bir berduş gibi dolaşıp yemek için pötibör alacağıma sarmısaklı mayonez-acı sos ileri ikilisiyle zenginleştirilmiş bir whopper'ı gönül rahatlığıyla mideme gönderebileceğimi düşündüm. bu düşünce sabun köpüğü kadar hafifti ama ne hikmetse uzun bir cümleye dönüştü.

ofise girdim, patronoviç yoktu. olsa bile pek görmüyorduk zaten. bizim seviyemize pek inmiyordu. mutfağa gidip bir kahve yaptım, tabağa pötibörleri yığıp ikametgah ilmuhaberini taşıyan zarfı da çekmeceye koydum. bir şeyler yazmak için yeterince sakindim ve "sigorta kaydım" diyerek yine nereye varacağını bilmediğim bir yazıya başladım.

the doors






facebook nefreti

üç dört sene önce birkaç arkadaşımı ekleyip bunların bitmek bilmeyen arsızlıklarına tanık olduktan sonra kendi haline bıraktığım facebook'uma yıllar sonra birkaç adam daha eklemek durumunda kaldım. cityville midir ne zıkkımdır bilmiyorum, beni davet etti. reddettim. bu biraz önce altıncı defa tekrar etti. istemiyorum amına koyayım ya diyemedim, yaşça benden oldukça büyük birisi. silmek ve uzayın ışıksız köşelerine yollamakla da uğraşmak istemiyorum. başka insanların ne yaptığı da kurgusal güzellik olmadığı sürece ilgimi çekmiyor. kendi yaptıklarımı da başkasının gözüne sokmaktan ziyade, ileride bir gün zamanda geri dönmek için kullanacağım zaman kapsülleri olarak görüyorum. ne başkasının neyi beğendiğini umursuyorum ne de site üzerinden organize olma yılışıklığını. kaç milyon insan olursan ol, hangi görüşe karşı çıkıp hangisine balıklama atlarsan atla ama bunu ben bilmeyeyim. bana bunu bildirme. yaklaşık on tane insan var, bunların 8-9'u benim gibi sakin, facebook'u abartmamış insanlar. ama bir tanesi var ki, adam resmen titreyen kırbaç ya. ne oyunları ne davetleri bitiyor. kendisini sildirmek zorunda bırakıyor. msn'de hareketli nik seçen adamları bile gözünü kırpmadan silen bir adamım. istatistikler, listemdeki insan sayısının yaklaşık on katını helak ettiğimi söyleyip soykırım için lobi yapıyor. fakat ne zaman ki, bu kadar da asosyal olmayayım düşüncesiyle birkaç kişi ekliyorum, yine çileden çıkıyorum.

titreyen kırbaçları gizle gibi seçenekler mutlaka vardır ama profil ayarları yaparken geçen zamanıma acıyorum. ve bir kez daha facebook, senden ve yarattığın kültürden nefret ediyorum.


kurupasta

kimya hocası "bir kutu kurupasta alırsın, hallederiz" deyip sınıftan çıktığında, ben de berbat geçmiş bir yazılının ardından sınıfta dikiliyordum. sorular hiç bilmediğim yerlerden gelmişti ve bir soruyu bile hakkıyla yanıtlayamamıştım. okuldaki son dersimdi ve bir şekilde geçip sonrasında askere gitmem gerekiyordu. oysa daha lisedeydim, dünya'nın sonunda değil.

birden uyandım, saat 03.45'ti ve son kimya yazılısının üzerinden neredeyse on sene geçmişti. üniversiteye dair böyle kabuslarım yok, kendimi nispeten rahat bıraktım ve dersten kalmayı büyük bir sorun haline getirmedim. fakat lise farklı, lisenin o insanın üzerine çöken baskısı ve stresi başka hiçbir şeyde yok. 5 üzerinden 4.75 ortalama tutturmanın bilinçaltına inen karanlığı, aradan devasa bir üniversite geçmesine rağmen zerre aydınlanmıyor. daha sabaha var ve yeniden uyumak zorunda kalıyorum. yazılı haftasında dolaşıyor sanki ruhum, bu seferde fizik sınavındayım. lise fiziği kadar tiksindiğim başka hiçbir alan olmadığından, bir bayram sabahı doğduğu için adı bayram olan antipatik hocanın gözetmenliğinde hiç tanıdık gelmeyen sorulara bakıyorum yine. herkes harıl harıl bir şeyler yaparken ben sabahın olmasını bekliyorum.

gözlerimi işe gideceğim bir sabaha açmak bile mutlu ediyor onca aptalca yazılıdan ve işe yaramaz sorulardan sonra. neymiş kurupastayla halledermişiz, zıkkım ye. kurupastanın da rüyalarıma bir yerden tutunması ise ayrı trajedi. hayatta neyden hoşlanmadıysam sabaha kadar onlarla uğraşıyorum. sonra kalkıp işe geliyorum işte. en azından kimya yok fizik yok, kurupastanın da hangi cehennemin rafında dizili olduğunu bilmiyorum.

26 Ocak 2011 Çarşamba

ne yesek?

yarın hatırlamayacağım bir günün son mesai saatine girmiş bulunuyorum. gerçekten çok şuursuz bir gündü ve aklım uçan balon gibi tavana yükselip orada bekledi. inmesini bekledim inmedi. klimanın verdiği mayışıklıkla akşamı ettim yine. birkaç model yapıp biraz otel cephelerine baktım. ne hakkında olduğunu bilmediğim yazılar yazıp evden elceğizimle getirdiğim klasörlerden fotoğraf yükledim. biraz scrabble oynadım, öğlen yemeğine çıkmadım. dışarısının soğuğuyla yüzleşmek yerine kendimi hasret kaldığım sıcaklığa teslim ettim. 

gerçekten manasız ve tanımlamanın gereksiz olduğu bir gün oldu, ne yiyeceğime karar vermek ve liverpool-beşiktaş-napoli galibiyetlerine iddaa oynamak dışında beynim hiç çalışmadı. hazımsızlık çeken bir karaciğerden farksızdı bugün çok kıvrımlım, bilim dünyasını çıkmaza sürükleyen loblum. sağ ya da sol demeden, iki tarafı da nadasa bıraktım. omuriliğe inenlerle hallettim birkaç işimi, kendimi zamanda bir gün daha ileriye fırlattım. yapacak bir şey yok, şikayet de etmiyorum. ne yesem ona karar veremiyorum sadece.

ısıtınca anlamını bulan paketlenmiş etler reyonunda benim için uzun sayılabilecek bir süre dikileceğimi biliyorum. hatta bir saat sonra şimdi gibi fight club müzikleri dinleyip migros'ta dolaşıyor olacağım. ayran içip erkenden bayılacağım bir gece olacak. belki karışık turşu da alırım küçük bir poşet. dün cips almıştım, bugün onları cezalandırırım uykuya dalmak üzereyken. döner nasıl fikir peki? ekmeği de ısınmış tavaya basar ve lezzeti arttırırız ha? mayonez ve domatesimiz de var. mayonezimizin balkonda olması onun bozulacağı anlamına gelmez, havalar bir mayonez için bile fazla soğuk. hormonlu domateslerin ise hava ve iklimle pek alakası yok, askere gönder beş ay sonra geri gelsin. büzüşmüş salatalık da olacaktı insani yardım paketinin diplerinde. hımm, evet çok acıkmışım. midem, hadi defolup gidelim buradan diyor. benim değil amerikalı bir ergenin midesi sanki. seni kahrolası organ. 

belki hamburger köftesi alır, soğan dilimleri ve sarmısaklı mayonezle, birazcık büyü ve hakaretle whopper yapmaya çalışırım. belki de gerçek bir whopper yemeye karar verir ve üç kat yukarıdaki burger king'a arsız tekneler gibi yanaşırım. yaptığım seçim beni doyurduğu sürece sorun yok ama yine de ocağımı kullanmak istiyorum. keskinoğlu'nun türlü şarlatan piliçleri hem damağıma hem keseme uygun. ortaokulda gördüğüm ev ekonomisi dersleri nasıl da işe yarıyor bak, otelde halıfleks olmasa bizzat halı örecek eğitime sahibim. yün büzüklerden kaplardım tüm odayı.

ne yesek ki lan? bu önemli sorunun cevabı yarın sabah saatlerinde sadece bu sitede. tuborger, neyi ne kadar yapacağını bilemeyenlerin buluşma noktası.

(mesai biter ve genç adam markete doğru ilerlemeye başlar)



abandoned





2001: a university journey

dün akşam yeniden fight club izler ve bir yandan da bunun kitabını okurken, bu filmi izlememin üzerinden yaklaşık on sene geçtiğini fark ettim. ege üniversitesinde, sinema kulübü ziraat amfilerinden birinde bu filmi gösterime sokmuş ve izdihamdan dolayı oturacak yer bulamayıp merdivenlerde izlemiştik. ben ve willy, filmden sonra kırmızı tuborg içtiğimize eminim fakat filmi sonuna kadar izleyip izlemediğimi pek hatırlamıyorum. merdivende film izlemekten pek hoşlanmam da. diğer fight club'u da, bu sefer yıldız teknik sinema kulübü vasıtasıyla beş sene sonra yine okulda izledim. derslere girmek yerine film izlemek her zaman daha cazipti ve bir hafta önceki "masumiyet" bu kulübü takip etmem gerektiğini söylemişti. dust brothers'ın yaptığı muhteşem soundtrack'i ise dial up bağlantı ve internetin o zaman çorak topraklar olması sebebiyle haftalar boyunca indirmeye çalışmış fakat başaramamıştım. şimdi ise daha ikinci paragrafa geçmeden, albümü indirip cep telefonuma yükledim ve dinliyorum bile.

on senede birçok şeyin değiştiği doğru. hayatımın anlatmaya değer kısmı da 11 eylül 2001'de izmir'e kayıt için giderken uçakların ikiz kulelere girmesiyle başladı. terör paranoyasıyla birlikte doğdum ve dünya'nın neresine gidersem gideyim menşeim nedeniyle sorguya alındım. beni biraz sonra patlayacak bir et gibi gördüklerinden tecrit ettiler ve hep geri çevrildim. insanı çileden çıkartan bürokrasiden başım dönünce de eve geri dönüp itilmişliğimi ve parasızlığımı ancak yazarak geçirmeye çalıştım da ne anlatıyorsun aslanım sen? daha edirne'ye varamadan ne bu dünyanın götüne pandik attım ayakları?

- valla bilmiyorum ağbi bir an dikkatim dağıldı, neyden bahsedeceğimi şaşırınca bu çıktı ortaya. terör paranoyasını da cümle içinde kullanmak istiyordum, bu vesileyle kurban bayramınızı kutlarım.

neyse, çalışmak istemediğim daha doğrusu dev cepheli oteli modellemeye başlamak için yeterince sabrı bünyemde toplayamadığım için yazarak dikkat dağıtmak ve aklımın iplerini salmak istiyordum bu iyi oldu. dışarısı soğuk ve hava her an yağabilir. klima ise sıcak üflemeye devam ediyor. cuma günü tron legacy izleyip 3d'nin büyüsüyle sarhoş olmaya gayret edeceğim, şimdilik hayattan beklentim bu yönde. cumartesi ise yeniden güzel ve sıcak ev. asil ve muhabbetşinas muhabbet kuşumuz panpa'yla haftanın değerlendirmesi, karşılıklı iftira atmalar ve kırmızı tuborg'un betonarme etkisiyle biten gün.

pazar günü ise gelidonya feneri yolcusu kalmasın. kilometrelerce yürümek ve sonunda ada manzaralı beyaz duvarlı fenerin hemen kıyısında dinlenmek, yeterince dinlenip geri döndükten sonra da tarihin gördüğü en ateşli mangalda et bişirmek güzel olacak. çalışmanın verdiği ölümcül nefesi bertaraf edip fotoğraf makinemle daha uzağa gideceğim.

pazartesi de eski tas eski hamam, beni motive edecek tek şey dört haftada biten demo şubat olacak. tek eksiğimiz fotoğraf sanırım:




origin of symmetry





28 days later


aynı perspektifin mevsimler içindeki değişimini belgelemek için kaleköy iyi bir başlangıç oldu. şimdilik üç kere gittim ve üçünde de her zaman yeni bir şeyler sundu yıllardır değişmeyen ve yolu olmayan bu mistik diyar. ilkinde gittiğimde hava güneşli ve rüzgarlıydı. ikincisinde, yağmur olmasa da hava kapalıydı fakat ufka yaklaşan güneş bulutların arasından çıkıp ortalığı ateşe veriyordu. üçüncüsü ise kapalı havada başladı ve doyurucu bir sağnakla son buldu. ailecek bir saçağın altına sığındık, yağmur denizin üzerini kaplasa da yine turuncu bir ışık vardı aynı yerde. fakat deniz rengini yitirmişti, granit kaplamışlardı sanki dağlara kadar. iskeledeki tekne de bir yerlere gitmiş, fakat kaya mezarları son ikibin yıldır olduğu gibi zerre kıpırdamamıştı. yağmur ertesi açan güneş, bize bir gökkuşağı hediye etti. kaleköy, bir kez daha "hoşgeldiniz" dedi. 

ısı problemi

lise fizikten aklımda kalan birkaç başlıktan birisi de ısı problemleri. sanırım Q= m.c. delta t yazıp sıcaklık farkıyla, maddenin kütle ve sığasıyla türlü madrabazlıklar yapıyorduk. ısıyı alan genleşiyor muydu, sığayı yiyen gençleşiyor muydu hatırlamıyorum ama takılan klimanın ılıklığında ilk defa montsuz çalışıyorum. geçen cumartesi "üşüyoruz reis" temalı konuşmamız, patronun yüreğinin telini titretmiş olsa gerek hemen sağ omzumun üstünde bir klima var şu an. ılık ılık üflüyor, inverter değil john coltrane sanki. sağ omzumda mitsubishi marka bir melek, sol çaprazımda bir fincan kahve. yavaş yavaş alışıyor gibiyim ama yine de rüyamda memur olup maaşı peşin aldığımı görecek kadar memurluğu düşünüyorum. gıcır gıcır para görecek kadar aklımı kaybetmiş olabilirim ve bu yazılar, aklımı kaybetmeden önceki halime giden kestirme yol olabilir. bunları da bilmiyorum. sabah erkenden yazmak istediklerimi öğlene kadar yazmazsam, tüm ilhamım autocad cadısı tarafından sömürülüyor. metrajlar, alçıpanlar, bir yangınla kül olacak hemen her şey için son bir hafta epey canımı sıktım. bu can sıkkınlığı beni maaşıma yaklaştırmaktan başka bir şeye yaramadı. artık etraflıca düşünemiyorum herhangi bir şey hakkında, beynim her geçen gün daha az çalışıyor. ellerim çizime alışırken, beynim de tembelleşiyor.

oysa, geçen hafta hayalimdeki projeye günde bir saat ayırarak, içimdeki mimarı beslemeye karar vermiştim. parçalanmış bir kare ve ortasında bir ağaç olacaktı. duvardaki yırtıklardan içeri sızan güneş, düz duvarlara bile yeni boyut katacaktı. yapraklarını döken ve her mevsim değişen bir ağacın çevresine yerlemiş yapı, benim sıkılan canımı gevşetecek ve neler yapabileceğim konusunda fikirler verecekti. fakat geçen haftaki ölümcül metraj ve metrekareler canımdan can aldı. bu hafta biraz daha rahatım, iş yoğunluğu azalmasa da en azından yaparken keyif alacağım kısımlara geldim. beş yıldızlı bir otele cephe, konsept çalışacağım. önce dışarıdan nasıl gözükmesi gerektiğine alternatifler, sonra da iç mekanlar. dosya boyutları yine çığrından çıkacak, havuzdan yansıyan günışığının işlemcinin canına kast etmesine canlı yayında tanık olacağım ama sonsuz kesitlerden ve muhasebeci gibi metrekare hesaplamaktan daha iyidir.

güzel şeyler de oluyor bu sırada. evden getirdiğim eletrikli ocak ile marketten aldığım ıvır zıvırları kor haline gelinceye kadar ısıtabiliyorum. ekmeği ısıtıyorum, kahrolası kaşarları bile eritiyorum. alev topu yiyorum akşamları, ocakta ocağa kavuşmanın tadını çıkarıyorum. olimpos'ta yediğim o muhteşem omletlerin bir benzerini yapmayı başarabilirsem, yemek problemimi de çözmüş olacağım. fakat ısı problemi bu kadarla bitmiyor, bir buzdolabına ihtiyaç duyuyorum bu sefer de. böylece pazartesi yanımda getirdiğim insani yardımların boyutunu arttırabilir ve hafta boyunca saçma sapan yemekler yemekten kurtulurum. 

üç ısı probleminin ikisini (klima-ocak) çözdüm ve sadece buzdolabı kaldı. otel yönetimiyle görüşmeli, gerekirse rest çekeceğimi onlara hissettirmeliyim. otel yönetimi diye bir şey yoksa da, lobideki kediyi ikna ederim artık. günlerin neler getireceğini pek öngöremiyorum ama şubat bana maaş getirecek.



25 Ocak 2011 Salı

yine de yaz ulan!

1 gün 5 kare





5.30

otomotiv dünyasında 5.30, 3000 motorlu bmw 5 serisi demektir. benim talihsiz olduğu kadar renkli dünyamda ise 5.30, tek bir şeyi işaret eder: pazartesi sabahını. 5.30'da kalkarım, 6'da da beni antalya merkeze ve mükemmel işime götürecek koltuk mesafesi katlanarak gitmeme sebebiyet verecek kadar kısa minibüse binerim. sinirli olmayacak kadar uykulu olduğumdan, evrenin tamamından nefret etmem ancak saat 9 gibi gerçekleşir. yol boyu yarı uykulu halimle death'in mehter takımını bile geri püskürtecek albümü sound of perseverance dinlerim. antalya-migros'un önünde inerim ve her pazartesi olduğu gibi bir yağmur başlar. kapüşonumu başıma geçirir, bir elimde annemin verdiği insani yardım poşetim, diğer elimde sırt çantam ile gelen otobüslerin nereye gittiğini okumaya çalışırım. az dereceli miyop-astigmatım burada çok işe yarar ve genellikle otobüs yanımdan geçerken o yazıları okurum. otobüs biraz ileride durur, kalabalık ve havasızdır. iki elim dolu otobüse yanaşırım, kablo muhtemelen teknolojik kuyruk gibi bir yerimden sarkar. evden çıkmadan hazırladığım bozuğumu şoförün eline saydıktan sonra otobüsün arkasına doğru çileli yolculuğum başlar. şanslıysam bir yere oturur, insani yardımı kucağıma, sırt çantamı da bacaklarımın arasına sıkıştırırım. şanssızsam, otobüs refüje çıkar ve bir süre iki teker üstünde gittikten sonra başka bir aracı da sıkıştırarak devrilir. şoför pencereden fırlar, ezik kafalardan fışkıran çığlıklar her tarafı sarar ve insani yardım poşetimi sıkı sıkı tutup gerçekten kötü bir pazartesi geçirdiğimi düşünürüm.

5.30'da sobanın yanındaki enfes yatakta uyanarak başladığım günden pek hayır gelmez, ağırlaşan başımla akşam olmasını beklerim. saatler durmaya yakınsarsa da bir kahve yapar, yazabileceğim bir şey var mı diye aklımın odalarında dolaşırım. alçıpandan duvarlarım var, üç kırmızı tuborg'la dağıtırım. eğer yapmakta olduğum iş iğrençse akşam gelmek bilmez, işe odaklanmaya odaklanmak bile saatlerimi alır. verimsiz bir pazartesiden sonra da insani yardım poşetim ve temiz çamaşırlı sırt çantam ile ofisten çıkarım. otele yürürken yine yağmur yağar, kapüşonumu yine kafama geçiririm. death ile başlayan gün, pilli bebek ile sona yaklaşırken, hayaller içinde gün görmeye çalışırım. 

otele varıp anlamsızca etrafa bakmak beş dakikamı, ıvır zıvırla karnımı doyurmak on dakikamı, televizyon izlemek on üç dakikamı, uyuyup biraz daha güçlenmiş olarak uyanmak ise yaklaşık on bir saatimi alır. salı sabahı tonla rüya görmüş olarak kalkarım, aradaki bağlantıları yeniden hatırlamaya çalışır ve eğer yazmaya değer bir şeyler çıkarsa da başucumdaki defterlerden bir tanesini çekip alırım.

salı sabahı normalleşmiş bir insan olarak işe gelirken de, 5.30 bmw'nin yanımdan geçerken üzerime sıçrattığı suya daha bana temas etmeden ana avrat küfrederim.

22 Ocak 2011 Cumartesi

küçük mutluluklar

ve kahramanımız 5 liraya 22.95'i, manisaspor'un 4-2, alemannia aachen'ın yine 4-2 ve energie cottbus'un 2-1'lik galibiyetleriyle almaya ve şu ofisten defolup gitmeye hak kazandı. bundesliganın ve toto ligin bu güzide ekiplerine teşekkür eder, hafta sonu bize eşlik edecek kırmızıları neredeyse bedavaya getirmenin haklı gururuyla bu haftanın da sonuna geliriz. 


köfte ve diğer şeyler

semt pazarının yiyecek içecek kısmını bulmak, dumanı takip etmemle kolayca gerçekleşti. plastik tabureler, masada turşu ve ızgaranın üzerinde büzüşmüş harikulade sağlıksız köfteler. aynen maç ya da konser çıkışı olduğu gibi, tam olmasa da istanbul'daki gibi. ustam bir yarım at deyip masaya çöktüm, pazara çıkan orta halliler bu işi daha önce binlerce yaptıklarını belli eden adımlar ve pazar arabalarıyla gerilmiş brandaların altından yavaşça yürüyorlardı. soluk yüzlü anneler ve onları pazara çıkmaktan pek hoşlanmayan çocukları, kışı antalya'da geçiren turistler, gözleme yapan teyzeler ve köfteleri ikide bir ters yüz eden bıyıklı adamlar. hiçbirine ait değildim, hemen yolun üzerindeki ofisten bir koşu gelmiştim sadece. yemeği yedikten sonra bugünkü maçlara iddia oynayacak ve nasıl olduğunu bilmediğim şekilde tek maçtan yatacaktım. talihsiz goller benim aleyhime işleyecekti. yine kazanamayacağımı biliyordum ama öğleden sonra hiçbir surette çalışmayacağımdan bu boş zamanı maç takip ederek geçirecektim. iş konusunda ahlaksızlığı başlatan ben değildim, hiç olmadım. klima olayını sorduğumuz patronun "doğru ya sizin klimanız yoktu, unutmuşum" demesi yeterince sinirlendirdiğinden bir de metraj salaklığıyla uğraşmayacaktım. 

solmuş insanların yüzünden gülümseme beklemeden, kulaklığı dahi çıkarmadan gelen köfteyi kucakladım. soğan da olsun mu diyen amcaya, olsun demiştim. pilli bebek de aynı şeylerden bahsediyordu o sırada, müzik başlıca izolasyon malzememdi. içi de ısıtılmış ekmeğin içinde gecedeki yıldızlar kadar ufak gözüken köftelerim lezzetliydi. soğan olması bir şeyi değiştirmezdi çünkü sevgilim kilometrelerce kuzeydeydi. yaklaşık üç lokmada yarım ekmeği bitirip dosta güven düşmana korku verdim. bir dürüm daha söylemek dünyanın kaderini değiştirmezdi ama yine de söylemedim. akşam eve dönecek ve kuvvetle muhtemel muhteşem yemekler bulacaktım. sobanın kenarına kıvrılıp asil kuşumuz panpayı parmağımın ucuna kondurduktan sonra da ona haftanın özetini geçecektim. halı ve koltuklar beni kucaklayacaktı ve bir kez daha otel odasında ne yapıyor olduğumu sorgulayacaktım.

köfte ile olan düellomu kazandıktan sonra iddia bayiine gittim. üç maça beş lira yatırdığım takdirde 22.95 kazanabilecektim. bu 22.95 benim hayatımda çok bir şeyi değiştirmeyecekti ama yine kazanmanın getirdiği kudretle gülümseyerek binecektim otobüse. belki akşam altılı kırmızıyı bu parayla alacak ve kardeşcağızımla yarısını paylaştıktan sonra da keyfime bakacaktım. ekstrem durumlar dışında artık içmiyordum, içmeyince de her şey çizgisel ilerliyordu. oysa kırmızı tuborg parabolik diyarlardan gönderilen matematik ispatı gibiydi ve üç tanesini devirince zamanda yolculuğu rahatlıkla yapabiliyordum.

kuponu kodladım, parasını ödedim ve bu sefer olacağına dair derin inancımla ofise geri döndüm. yerler soğuk, duvarlar ise daha da soğuktu. lanet ettim. maçların başlamasına daha varken de zamanı ileriye almak için oturdum bu yazıyı temize çektim.

güzergah

blog macerasına başlamaya karar verdiğimde tuborg'tan henüz haber gelmemişti ama gelecek gibiydi. tuborg ekseninde gelişen hayatımı yazacak bir mecra olarak düşünmüş ve altyapıyı da buna göre hazırlamıştım. neyi hayal ettiysem olmadığı, neyi istemediysem de birlikte yaşamaya zorlandığım bu tuhaf yıllarda istatistik bilimi yine şaşırmadı. tuborg olmadı ve kendimi aylar sonra yağmurlu bir cumartesi sabahında, soğuk bir ofiste buldum. yolda birikmiş sudan geçen arabaların kaldırımdakileri rezil ettiği sıradan yağmurlu bir gün işte, drenajlar bile cumartesi çalışmıyor. burada daha fazla kalmak istemediğimi fark ediyorum. standartlara ulaşmamıza bile aylar var gibi gözüküyor.

standart ofis: ısıtma problemi olmayan - öğlen yemeğini görmezlikten gelmeyen - giriş ve çıkışın belli olduğu - görev tanımının da yeterince yapıldığı herhangi bir yer.

fakat bütün bunlardan azade olmak daha iki ay dolmadan sabrımı taşırdı ve şu memuriyet sınavlarına kadar olan süreci başka bir ofiste geçirme kararını ortaya çıkardı. konteynırla yunanistan'dan gelip kaçak kesit çizen vergiden muaf mülteciler gibiyiz. bizim burada olduğumuzu kimse bilmiyor, uğur dündar'ın helikopterle pencereden girmesini bekliyoruz. ayaklarım üşüyor, cumartesi kurulan pazarın bir noktasında olan köftecinin hayaliyle yaşıyorum. maç çıkışlarındaki enfes köftelerin bir benzeri ancak semt pazarında olur ve bu fırsatı kaçıramam. zaten aptalca bir beslenme rutinim oldu, neyi niye yaptığımı bile bilmeden günlerim geçiyor. salı günkü rakı zirvesi olmasa, hafta bile bitmeyecekti. çarşamba ayılmakla, perşembe ayık olmanın bilinciyle, cuma cumartesiyi beklemekle, cumartesi ise güzergah değerlendirmesi ve haftalık raporumla geçiyor.

burası olmayacak evet, bir an önce başka bir yere başlamak lazım. orası da deneme süresi ister şimdi iki ay. biraz para da oradan kaybederim, biraz sinirimi de orada bozar ve yaklaşık iki sene sonra geç uyandığım bir cumarteside "eskiden ne yazmışım" diye bakarken bu yazıyı bulursam da beni sömüren ofislere sağlamından taksim geçerim.

hep kader kısmet işi bunlar.


20 Ocak 2011 Perşembe

otello






tuhaf günlerimi tuhaf objeleriyle daha da tuhaf ve içinden çıkılamaz hale getiren otelime bir saygı gösterisi olsun. baştaki kontrol paneli the dharma initiative yıllarında kalma. üç kanallı ve nereyle konuşmam gerektiğini bilmiyorum. kozmonotlarla karşılıklı küfürleşmiştim bir keresinde. vantilatör ise ipli ve lambalı. ipi çekince ikisi de çalışmaya başlıyor. karanlıkta vantilatör keyfi için lambayı sökmek, sadece ışık yakmak için vantilatörü sökmek, hiçbir şeyin olmaması için de sigortayı sökmek gerekiyor. pencereler ise giyotin usulü, günün birinde kafamı o pencereye sıkıştırıp akşama kadar gelen geçeni mecburen seyretmeyi düşünüyorum. bedenim otelde, kafam ise havada asılı. götüne karanfil takılmış koyunlar gibi olabilirim ama bu gidişle mimar olamayacağım. acı ama gerçek.

problema


ahanda beni blogtan soğutan problemin uydu görüntüsü, casus fotoğrafı. neden butonlar çıkmıyor lan, nasıl oluyor da dünya'da bir tek ben bu işleri başarabiliyorum. the chosen one dedikleri benim, iki bin sene önce falan gönderselerdi muhtemelen çarmıhla ilgili şaşırtıcı problemleri yaşayan yine ben olacaktım. blog izleyicileri, visitorslar, dedirtenler, yok mudur bunun bir çaresi?

past future home


bu, ileride bir günde yaşamaya başlayıp belli bir süre sonunda da yaşamaktan vazgeçeceğim ev. fotoğraf da, ben yaşayıp evi terk ettikten yaklaşık on altı sene sonra çekilmiş. oysa ben yaşarken pırıl pırıl yapmıştım, pencerelerin önünde petunyalarım bile vardı. çivit mavi doğramalar, güneşi yansıtan beyaz duvarlar, vernikli kapı ve gün batışına balıklama atladığım terasım. kitaplardan hazinem vardı evin içinde duvar yerine. sabah erkenden kalkıp köyde dolaştıktan ve ileride içinde yatacağım kaya mezarını ziyaret edip gelecekteki ölü bedenime fatiha okuduktan sonra basamağında otururdum. güzel günlerdi, o korkunç felaket gelmese her şey sonsuza dek devam edecekti ama olmadı.

19 Ocak 2011 Çarşamba

ah blog

yazı karakterini bile seçemediğim bir bloga yazı getirmek istemediğimden, ara yüz eski haline dönene kadar yokum. çalışan bir şeyi bozmayın ve değiştirmeyin be ibneler, fotoğraf bile yüklenmiyor bu haliyle. iki yana yaslayamıyorum yazdıklarımı, trebuchet'imi özlüyorum tek gözü kör dilenci gibi. ne oldu da böyle birden sapıttı bir fikrim yok. internette araştırmaya başlasam en az altı siteye üye olup üç ayda da yedi santim uzatacağım. garantili diyolla.



18 Ocak 2011 Salı

günün birinde

günün birinde, öğleden sonra dönen güneşin perdeleri hafiften şeffaflaştırdığı hafif gerçek üstü bir zamanda istediğim şeyleri istediğim kadar yazacağımı umut ediyorum. trafiği olmayan kaleköy'ün önünde yolu olmayan küçük bir evinde, belki bir odun sobasının başında lacivert denize bakıp da güzel bir kitaba geri dönmek ya da yazmakta olduğum her neyse, ona odaklanmak benim kaderim olsa gerek. öyle net bir inanç ve inat var bu konuya karşı, kalenin yamacından uzaktaki adacıklara baktığımdan, iskelesinde bira içip kaya mezarlarının gölgesinde dinlendiğimden beri kaleköy'e en azından bir senemi vermek ve sadece yazmak istiyorum. günün birinde, geçimimi yapmak zorunda olduğum işlerden değil yaparken kendimden geçtiğim işlerden sağlamak fikri beni ayakta tutuyor. sinirlerimi yatıştırıyor. belki de bu pazar, tekrardan o patikayı tırmanıp yeniden isimsiz limana inme fikri, deri mağazasının alçıpan metrajlarının üzerine kusmamı engelliyor. yeniden oradan olacağım ve rajaz dinleyip kendimi rüzgara zimmetleyeceğim. biraz bira, biraz müzik ve hayatı olduğu gibi kabul etme denemesi.

yazamadıkça, isteyip de başka işlerle oyalandıkça tutkuya dönüşüyor kelimeler. yazarken mutlu  oluyorum, fontların isimlerinden bile hikayeler çıkarmaya çalışıyorum. daha helvetica'da ölüm var yarıda bıraktığım, kraterin kenarına inen bir astronotun ardından başka bir astronotun mekikteyken hissettikleri. bir yandan da "georgia on my mind" dinleyip evini düşünüyor. diğer iki hikayeyle galaktik bağlantısı olacak. şu deri mağazası fikrinden bile nefret ederken bunun uygulaması ve hesabı kitabı, lanetli bir kavmin başına gelenlerden farksız. derisinin de kürkünün de allah bin türlü belasını versin be, hayvanları rahat bırakın.

öfke kontrolünü sağlamak lazım, başarılı bir yazar olmanın yolu belki de başka her işte başarısız olmaktan geçiyordur. eh ben de az başarısız sayılmam hani, elimi attığım dal kuruyor.


after summer