16 Mayıs 2014 Cuma

haberin yok

Mesaim başladığında hala evdeydim; üzerimi bile giyinmemiş ve boş gözlerle telefonuma bakıyordum. Sanki, toprağın altında kalan madencilerden biriydim ve kanıma karışan karbonmonoksitin beni o kahrolası bilirkişilerin de canlı yayınlarda utanmadan söylediği gibi tatlı bir ölüme götürmesini bekliyordum. Rüyamda sabaha kadar yüzünü seçemediğim birileriyle dövüşmüş ve büyükçe bir deponun köşesinde onu sıkıştırıp tam da öldürecekken de saatin çalmasından yarım saat önce uyanmıştım. Muhtemelen dövüştüğüm kişi, insan suretine bürünmüş devletti çünkü bir insana duymayacağım bir öfke ile ona doğru koşarken uyanmıştım.

Sabahın ilk saatlerinde durgun bir göl gibi gözüken denize ve birkaç gündür açıkta bekleyen yaklaşık on metrelik yelkenliye bakarken, beni bu iyilerin kaybetmekle kalmayıp öldüğü lanet olası ülkeye bağlayan şeyin ne olduğunu düşündüm. adını hatırlamadığım bir yazar, bir yere aidiyeti oraya ölülerini gömmüş olmakla bağdaştırmıştı fakat Tezer Özlü’nün de dediği gibi burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesiydi. Kıyıda sönümlenen dalgaları izledim, sular biraz çekildiğinden olsa gerek ufak bir kum adası ortaya çıkmış ve martılar sabahı orada karşılamıştı. Martı olsam, uyurken de uçmanın bir yolunu bulurdum. Doğru bir hava akımı yakalar ve gözümü açtığımda nerede olduğumu kestirememenin, çocukluğumdan kalan o tadını anımsardım. Martı olsam, en kötü günümde bile “en azından insan değilim” diye kendimi teselli ederdim.

Denize yüzünü dönmüş koltuğumdan yavaşça kalkıp üstümü giyindikten ve kedi yavrusu gibi yumuk gözlerle uyuyan Ceren’i uyandırmadan öptükten sonra evden çıktım. İşe gitmek istemiyordum; içimde çöken bir ocak vardı ve elimden neredeyse hiçbir şey gelmiyor, elinden bir şey gelebilecekken küstahça açıklamalar yapan pislik siyasetçilere lanetler ediyordum. Her halk, hak ettiği şekilde yönetilirdi belki ama bu kadar kötülerini, vicdansızlarını hak ettiğimizi düşünmüyordum. Hala kurtarabilecekleri madenciler içerideyken, ölenlere cuma hutbesi, ailelerine maaş müjdesi veren yaratıklara, bağlı oldukları inanç sistemine, bunları yaratana, yaratılmasına vesile olanlara küfürler ederek yolun kenarından ilerledim. Hükümet konağına kara gözlerini dikmiş bir sokak köpeği vardı, belli ki olanları duymuş ve intikam almaya karar vermişti. Bayrakların yarıya indirilmesi ve üç günlük yas riyakarlığından daha gerçekti köpeğin kara gözleri. Üç günlük yasın son günündeydik, üç günlük dünyanın da son gününe gelmeyi ve hesaplaşmanın bir an önce başlamasını istedim. Bakanların, patronların, kenelerin hesabını tanrı değil madenciler, döverek öldürülen Ali İsmail Korkmaz’ın hesabını da ailesi sormalıydı. Bu çürümüş ülkenin mahkemeleri artık yoktu, muhtemelen de hiç olmamıştı. Yaşı büyütülüp asılan çocuklar, yerin binlerce metre altında ölüme gömülen çocuklar, tecavüz edilen, darp edilen, her gün bu ülkede doğmuş olmanın bedelini yeniden ödeyen çocuklar.

Geçen sene bu zamanlar, gezi parkı olayları başlamamış ve özgürce yaşamak isteyen arkadaşlarımız dövülerek, gaz fişeğiyle, mermiyle, tomayla ve mümkün olan/olmayan tüm imkanlarla henüz öldürülmemişlerdi. şimdi her duruşmalarında devletin başka bir rezilliğini görüyor ve lanet okuyoruz. Öldürüp üzerimizde tepinen, geride kalanlara teselli vermek yerine onları kışkırtan, tüm organlarıyla bizi yok etmeye yemin etmiş bir devlete karşı hayatta kalmaya çalışıyoruz.


Sokak köpeğini geçtikten sonra adımlarım daha da yavaşladı, içimde beni boğan bir ateş yükseliyordu ve ellerim sanki arkadan kelepçeliydi. Aldığım nefes, içimdeki ateşi harlıyordu sadece. Odama girdim, bilgisayarımı açıp telefonuma biraz daha baktım. Bu ülkeden gitsem bile arkamda bırakmaya çalıştıklarım peşimi bırakmayacaktı. Okyanusun ortasındaki bir teknede, katmandu’nun dağlarında, bir yağmurun sırtında ya da bir ormanın en karanlık köşesinde bile olsam, yüreğime kazınmış bu acıyı, bu nefreti ve intikam alma güdüsünü söküp atamayacaktım. Ödeşme planlarıyla ömrümü geçirecek belki de ömrümü bitirecektim…

8 Mayıs 2014 Perşembe

nevriye: bir cinnetin anatomisi

Kocası seneler evvel evden kaçmış fakat bunun farkına aylar sonra varmış Nevriye Hanım’ın iki oğlu vardı. Oğullarından büyüğü astronottu ve pencere kenarından gökyüzünü izleyerek kırk yaşına gelmişti. Kocasının akrabaları başta olmak üzere insanlardan pek hoşlanmayan Nevriye Hanım’ın babadan kalma müstakil evine çok nadir de olsa Amerika’dan mektuplar gelir ve her seferinde, oğlunu sonunda yolculuğa çağırdıklarını düşünüp endişelenirdi. Büyük oğlu hangi işe girse, öğleden sonra istifa edecek kadar onurlu bir çocuktu. Nasa’dan gelecek bir teklifi kabul edeceğini söyleyip dururdu ve sadece, geceleri gökyüzünü kaplayan yıldızların çoktan ölmüş olabileceğini ancak onların ışığın yavaşlığı yüzünden yeni görülebilmesine öfkelenirdi. Işık hızını aşmanın ise mümkün görünmediğini, ancak kara deliklerle bir noktadan girip diğer noktadan, zamanı hiç karıştırmadan çıkılabileceğini mırıldanırdı. Zamandan ve onun dakikada atmış saniyelik yavaşlığından hoşlanmazdı büyük oğlan. Nevriye Hanım ne zaman soyulmuş meyve tabağıyla odasına girse, ışık hızına ulaşsak bile bir insan ömrünün başka galaksiye gitmeye yetmeyeceğini, başka galaksiye kaplumbağa yollamanın ise diğer kültürlerde ağır hakaret olarak görüleceğini savunurdu. Elmalar her geçen saniye paslanırken, tanrının varlığının belki de tek ispatı olan mandalinaları yerdi. Belli bir inancı ya da inançsızlığı yoktu. Küçük kardeşinin ya da babasının nerede olduğunu da hiç merak etmezdi.

Evin küçük oğlu ise liseden sonra okumamış, hatta veli toplantısında söylenenlere bakılırsa, lise esnasında ve liseden önceki dönemde de okumamıştı. Kafası sadece kanunlardaki açıklardan faydalanmaya çalışır, belediyenin üç yıllığına kiraya verdiği büfeleri belli bir komisyonla başkalarına kiralardı. Belediye başkanları ve encümen üyelerini delirtecek kadar utanmaz, paradan para devşirecek kadar kurnazdı küçük oğlan. Askerden geldiği gün, kantinde çalışırken biriktirdiklerinden ikinci el şahin alacak kadar da ticarete yatkındı. Abisine akıl vermeye, büfenin başında durmaya ikna etmeye çalışsa da yıllar içinde boş vermişti. İğne oyasıyla akşamı eden annesi ayrı, gezegenle yıldızla sabahı eden abisi ayrı manyaktı. Kiranın kirasıyla gelen parayı atlara yatırır, kolunun altında gezdirdiği ajandasında atların soyağacını çıkarırdı. Bazı günler seyis vurmak için ilk otobüsle istanbul’a gider birkaç hafta gözükmez, bazı günler de seyislerin onu vurmak için geldiğini söyleyip evin çatı katında saklanırdı. At kaçırmaya çalıştığı için dört ay içeride kalmış, at sahibinin davadan vazgeçmesi üzerine de serbest bırakılmıştı. Çatı katında saklandığı günler kamu ihale kanununu okur, resmi gazeteyi incelerdi. Gazetelerin orta sayfalarındaki ihale ilanlarına mercekle bakar, kendisine yarayacak bir açık var mı diye ince eleyip sık dokurdu. Mahallede top oynayan çocukların arasına karışır, herkesi çalımlayıp gol attıktan sonra topu balkona fırlatırdı. Haftada bir kavgaya karışır, ayda bir de güzelinden dayak yerdi. Hiç sevgilisi olmadığı gibi onu görüp de karşı kaldırımdan yoluna devam etmeyen bir kız da görülmemişti. Bir ortak bulup inşaat şirketi açmak ve yapsatçılıkla köşeyi dönmek istiyordu; atlar eskisi gibi kazandırmıyor, belediyeler de büfe ihalesine çıkmıyordu.

Yıllar önce ekmek almaya gidiyorum diye pijamayla çıkıp bir daha dönmeyen baba ise, merkezi Nevriye olan bir çember çizmiş ve insanın yaşayabileceği en uzak nokta neresiyse, büyük ve az salak oğlunun dünya atlasında orayı işaretledikten sonra evden çıkmıştı. İki oğlanın en iyi özelliklerini alsa bile ortaya çıkan yaratık, bir tam oğlan etmiyordu. Bir şeylerin düzelmesini beklemekten ve küçük oğluyla evin içinde karşılaştığında ense köküne giren ağrıdan bıkmıştı. Belki de tüm hata kendisindeydi, genleri bir sonraki nesle aktarılmamalı ve sülalesinin yedi düvelde atlattığı badireler kendisiyle son bulmalıydı. Bir süre Gürcistan sınır kapısında keşif yaptı, kamyoncularla dost oldu, bir karton sigarayla başladığı kaçakçılık macerasına iki sene sonra kendi kamyonuyla devam etti. Sınırdan her geçişinde yaşadığı tedirginlik, ona yaşadığını hissettiriyor ve Nevriye başta olmak üzere yıllarını heba eden herkesten intikam almak istiyordu. Freni patlayan kamyonun, yokuşun başındaki iki katlı bir evi yıktığını gazetenin üçüncü sayfasında okuduğunda, yeni partiden çıkan malt viskinin de desteğiyle genlerine ve döllerine son vermenin yolunu buldu. Plan basitti, zaten detaylı planı hak etmiyordu evdekiler. büyük oğlu muhtemelen yine zamanın yavaş aktığını savunuyor; küçük olan da at ajandasıyla, belediye ihalelerinin açığını kovalıyordu. Nevriye de, başka kimsede olmayan iğne oyası battaniyesiyle pencere kenarında oturup yokuşa bakıyordu. O yokuştan inen kamyonun imgesi, kaçak viski ile birleşip mutluluktan gözlerini yaktı. Kamyonun kasasına kaç dinamit sığacağını sarhoş kafayla hesaplamaya çalıştı; dinamitlerin yarısı patlasa yine de tüm mahalle, mahalleli ve mahallelinin yaz boyunca çay çekirdek zıkkımlandığı balkonlar havaya uçardı. At ajandasının metal tokası evden dört kilometre ötede bulunduğunda, iğne oyası battaniyenin külleri atmosfere karıştığında kendisi de hayatta olmayacaktı ama ruhu kahkahalarla gülecekti.

Azerbaycan’daki taş ocağına götürülmek üzere istasyona istiflenen vagonlar dolusu dinamitin bir kısmını, üst düzey kaçakçılık içgüdüsü ve doğru kişilere dağıttığı rüşvetlerle kamyonuna yükledikten sonra, bir bahar sabahı pijamayla terk ettiği şehrine doğru yola koyuldu. İki oğul ve bu ejderhaların anası olacak Nevriye’nin aynı anda evde olacağı eşsiz anda frenleri elleriyle kesecek; pencere kenarında oturan karısı yokuşu izler, büyük oğlu yıldızlar arası mesafeleri dert eder ve seyis dayağından kaçan küçük oğlu çatı katında saklanırken de bu aileyi bitirecekti.

Yıllar sonra şehrine döner dönmez, düğün organizasyon şirketinin önüne park ettiği kamyonunun kasasını maytaplarla ve havai fişeklerle süsledi. Soranları da damadın özel isteği bu diyerek geçiştirdi. Kamyoncu kasketinin altına gizlediği yüzü, eski evinin etrafında kolayca keşif yapmayı sağlıyordu. Küçük oğlu horoz dövüştürmeye başlamış, koltuğunun altından at ajandasını çıkardıktan sonra boşalan yere iki horoz sıkıştırmıştı. Çok yakındaki büyük patlamadan sonra, hayvanların çektiği zulüm de bitecekti. Nevriye ve büyük oğlan evden pek çıkmıyor fakat küçük de eve pek girmiyordu.

Horozuna dövüş antrenmanı yaptırmak için başkalarının horozunu çalan küçük oğlanın, dayak yememek için eve kapandığı o mübarek perşembe akşamında, adam kamyonunu kız gibi süsleyip yokuşun başına çekti. Son parti maldan kalan son şişe viskisini açıp saldırı planını bir kez daha gözden geçirdi. Önce, güdümlü havai fişekleriyle eve saldıracak ve ev ahalisi pencereye çıktığında yıllar sonra eve dönen, daha doğrusu eve girmek üzere olan babalarını görecekti. Zamanın yavaşlığından şikayet eden büyük oğlan kamyonun hızına şaşıracak, küçüğü horozu pencereden atmaya çalışacak, Nevriye Hanım da kocasının uzun zamandır evde olmadığını o anda anlayacaktı.

Havalı korna ve boş vitesle yokuşun başından inmeye başlayan kamyon yavaşça hızlanırken, olacaklardan haberi olmayan ahali de evin farklı odalarında farklı hayatlarına devam ediyordu. Küçük oğlan, korna sesini duyduğunda horozu paket lastiğiyle kırbaçlıyor ve ondan bir ölüm makinesi yaratmaya çalışıyordu. Büyük ise tamamen paslanmış elmaların yanındaki teleskopunun merceğini kadife bezle siliyor ve ara sıra dışarıya bakıyordu. Nevriye, havai fişekleri gördüğünde daha önce nasıl oldu da akıl edemediğine şaşırdığı yeni bir deseni işliyordu.


Kamyonun evin bahçesine girmesine birkaç saniye kala, evden çıkarken giydiği pijamasını bu tören için yeniden giyen evin reisi fren sistemine bağladığı ateşleme tesisatını harekete geçirmek için son gücüyle frene bastı. Kamyonun ön camını çıkarttığından, frenin gücüyle kamyonun şoför mahalinden fırlayıp Nevriye’sine, bin yıllık lanetine ve bu aşktan doğan çocuklarına uçmaya başladı. Adam havada, ailesi evde ve tüm mahalleli balkondayken dinamitler birdenbire patladı. Adamla nevriye’nin arasında dövüş horozu kaldı, büyük oğlanı ise kamyondan kopan büyük bir demir parçası ikiye böldü. koltuğunun altında çoğu zaman ajanda, mevsimine göre de hayvan taşıyan ihaleci küçük oğlana da havai fişek rastgeldi. Babadan kalma ev, kaçaktan kalma kamyon ve yedi nesilden bu yana süren lanet de güzel bir bahar akşamı, tüm mahalleli ile birlikte son buldu.


6 Mayıs 2014 Salı

ve düşlere dal


Her sene bir yeri yarım yamalak keşfetmek yerine, aynı yere defalarca dönmek; mekanı tüm mevsimleriyle, günün tüm saatleriyle ve kendimin ayık ya da sarhoş, mutlu ya da mutsuz tüm halleriyle sonsuza kadar mühürlüyor. Belki de o yüzden bilmediğim diyarlara gitmeye çalışmak yerine olimpos’a dönüp her seferinde kaleye tırmanır ve derenin denize her sene başka bir noktadan kavuştuğu o güzelim manzara yerine aslında kendi hayatıma bakarım. Kendimin tüm halleri sahilde mutlu mesut yaşar ve aralarından en zengin olanı, yaşı büyüklere bira, küçük olanlara da dondurma ısmarlarken ben de ayaklarımı sarkıtıp tek kişilik geniş aileme bakarım. Uzağı pek de ayırt edemeyen az astigmat gözlerim, düşlere daldığımda kartal gözü gibi olur. İstediğim kadar yakınlaşıp uzaklaşabilir, bazen kalenin yıkık surlarını ayağımla ittirip göğe yükselirim. Bu dünyanın merhametsiz yerçekimi ivmesi geride kalır, Musa Dağı’nın zirvesine konar ve nemsiz havalarda karşı kıyıları tararım. Bazen Tahtalı’ya çıkan teleferiklere musallat olur, dağın kuzey tarafından aşağıya süzüldükten sonra Çukuryayla’da karların içine gömülmüş kulübenin terasına inerim. Yürüdüğüm yollara, gündüz düşlerimde tepeden bakarım.

Hayal kurmaya ilk başladığım zamanlar, bu uzun yaz tatillerinin öğleden sonralarında kütüphaneden aldığım Jules Verne kitaplarının gölgesinde olurdu, ışığı ve fiziği tam ayarlayamıyordum. Yıldızlar arası seyahatlerimde birden güneş doğuyor ve gözlerim kamaşıyordu. Florida’nin Tampa şehrinden aya fırlatılan merminin içinde seyahat etmesine ediyordum fakat ayın yüzeyinde hareketlerimi ayarlayamıyordum. Okulda öğrettikleri hayat bilgisi, fen bilgisi, ilerleyen yıllarda fizik ve fizik uygulamaları, sürtünmesi önemsenmeyen düzenekler, hunharca paslanmış palangalar hiçbir işime yaramıyordu. Müfredatı Jules Verne hazırlasaydı, belki de şu an kapının yanında emekli olmayı bekleyen evrak dolabıyla akşama kadar bakışmak yerine başka bir yerde olurdum.

Bahane bulmak konusunda, viyana teknik üniversitesi’nden doktoram var. Başıma gelen her şeyin öznesi değil de nesnesi gibi, kadere inanmaktan başka bir yolu olmayan semavi din müptelası gibi davrandığım da oldu fakat yaşım otuzu az biraz geçmişken kötü durumlardan nasıl kurtulacağımı, boynumda kravat varken kambur balinalarla kuzeye nasıl göç edeceğimi, ısrarla çalan telefonları nasıl duymazdan geleceğimi ve insanların arkasından konuşmayı huy edinmiş başka insanları kafaya nasıl takmayacağımı biliyorum. Word, bir önceki cümleye “çok uzun tümce” uyarısı verdi. Tekrar okudum ve pek sıkıntı göremedim, şimdi de uzun tümcenin tüm katarlarının altında yeşil ve dalgalı bir çizgi var, “bir nokta koy bari hayvanadam” diye uyarı verirse, farklı kaydeder çıkarım. Teknoloji hayatımıza çok fazla müdahale etti, şarjım dolmadan evden çıkmaz oldum. Dişlerimi fırçalamayı unuttuğum geceler oldu ama telefonu şarja koymadan uyuduğum görülmedi.

Hayal kurmak karın doyurmuyor, yatacak yer de vermiyor; o yüzden çalışıyor, bedenimin ihtiyaçlarını karşılamanın türkiye’de bilinen en kolay yolu olan memurluktan devam ediyorum. Her zaman tembel bir insandım, çalışarak müreffeh yarınlara ulaşacağımı düşünmedim. Son gece yapabileceğim şeyler için kendime bir hafta eziyet etmedim. Her şeyi tamamlamaya çalışmak yerine, “olduğu kadar artık, canımı alacak değiller” savunmasını geliştirdim. Plan, kesit ve görünüş çizdiysem; maketi de yapmayıverdim. O yüzden yüksek ortalama ile mezun olamadım, olsaydım da pek bir işe yarayacağını düşünmüyorum. İnsanlar, çok büyük yanılgıları mutlak doğrular zannedip hayatlarını mahvediyor. Kesin olan neredeyse hiçbir şey yok Jules Verne’nin muazzam bir yazar olması ve yerçekimi ivmesinin haddinden fazla olması haricinde. 9.8 değil de 4-5 olsa yine de şikayet ederdim. belki de tarihin en başlarında, üşengeç bir peygamber zamanında 26 m/s^2 idi ve göğe yükselip tanrıyla beyin fırtınası yaptığı bir anda, bunu 9.8’e indirdi çetin pazarlıklarla. Bunun böyle olmadığını nereden biliyoruz? Namaz vakitleri de elli imiş, pazarlık sünnettir lafının kökeni de oradan gelirmiş. Tanrı hepimizi çok seviyor, okuyalım diye kitaplar gönderiyor ama yine de Jules verne’i tercih ederim. Kaptan nemo ile kadeh kaldırıp denizler altında yirmi bin fersah’tan dalar; bay fox’un ingiltere’ye döndüğü ve dünya turu’nu 81. günde tamamladığını düşündüğü için kendini eve kapattığı o hayal kırıklığından çıkarım. Karısının adı audi’yi andırırdı, muhtemelen auda. Uşağı da paspartou olsa gerek. Aç kalmışım, susuz kalmışım ama yirmi sene önce okuduğum kitaplar beni hiç terk etmemiş, ne güzel.

En başta da dediğim gibi, yeni bir yeri ya da insanı yarım yamalak keşfetmek yerine hep aynı yere döner ve hep aynı insana, kendime bakarım. Olimpos’un sağda yükselen yıkık kalesi ve bu yıkıntıların üzerine inşa ettiğim benliğim, bildiğim en iyi yerdir. Hariçten gazel okuyacağıma, içeriden bilgi sızdırırım.


5 Mayıs 2014 Pazartesi

here, there and everywhere

Ucuzundan beyaza boyanmış, üç ranza altı dolaplı yurt odasıyla hemen hemen aynı büyüklükte yirmi metrekarelik bir odadayım. Birbirinden dönem olarak haberi olmayan üç masa, pembesi kaçmış eski koltuklar ve yazım hatasıyla süslenmiş birkaç yerel gazete var. Geçerken uğramış gibi gözüken evrak dolabı ise hemen kapının yanında. Arkamı dönünce kaçacakmış gibi fakat onu zorla tutmuyorum, gitmek isterse gitsin. Yerel seçimlerden sonra çalıştığım yer değişti, bilgisayarımı kucakladığım gibi yeni yerime geldim. Bihaber masalardan birisini bana verdiler, üçlü prizin ikisine kasa ve monitörün fişini taktıktan sonra artık internet bağlantısı olmayan çorak bilgisayarımı açtım. Birkaç ufak çizim işi varmış, yeni görevim sadece ve sadece projeymiş. Hayhay dedim, zaten hayhay demeyeli uzun zaman olmuştu. Sessiz kaldım, ellerim çalıştı; ne isterlerse donuk bir gülümsemeyle tamam dedim, hallederiz. İnsanla anlaşabilmek yerine dünyanın tüm kesitlerini bir çırpıda çizmeye hazırım; vatandaşla boğuşmak yerine elimde metreyle tüm çölleri kağıda aktarmaya da hayır demem. Benimle nesneler arasında geçsin her şey, ikinci bir özneyle pek geçinemiyorum çalışırken.

Tüm birimler yeniden yapılanır ve yeni insanlar yeni unvanlar peşinde koşarken ben bir kenara geçip onları izledim. önceden yabaniliğim tuttuğunda dersten kaçar kütüphaneye sığınırdım, Gabriel Garcia Marquez bana Macondo’da geçen tuhaf hikayeler anlatırdı; şimdi ayın 15’inde yatan maaşımla seviyeli birlikteliğimiz olduğundan bir yere kaçmak yerine sessiz kalıp evcil hayvanımmış gibi ruhumu gezdiriyorum.

Geçen hafta kırmızı bir vosvos minibüsün, kırmızı bir deniz bisikletinin elli metre ötesinde, çıralı’da durup yüzünü olimpos’a döndüğü ve benim de şans eseri orada olduğum an, hayatımın birkaç dakikalık özeti gibiydi. Berrak bir şimdinin ortasında dikilirken, aynı anda hem geçmişte hem de gelecekteydim. Kırmızı deniz bisikleti beni 25 eylül 2011’e götürdü; ailecek geçirdiğimiz son gündü, dayım da vardı. biraz açılmış, sonra da deniz bisikletinde bira içmenin ne güzel olacağını düşündükten sonra kardeşimle yakındaki marketten bir poşet bira almaya gitmiştik. Eylülün sonunda, yazdan kalma sıcak bir günde, dayım ve babam pedal basıp annem de öndeki küçük güvertede biraz uzanırken, biz de ayaklarımızı suya daldırmış ve denizin dibini izlemiştik. Herkese yetecek bira vardı, herkese fazla gelecek bir acının varmasına ise iki gün kalmıştı. Felaket yoldaydı fakat biz bilmiyorduk, güneşli pazar öğleden sonralarımız sonsuza kadar devam edecek zannediyorduk. Kaza iki gün sonra oldu, Çağlar beş gün sonra gitti. Diğer pazar günü ise evin önündeki plastik beyaz sandalyelerde oturuyor ve yere, ayaklarımızın ucundaki sonsuz boşluğa bakıyorduk. Yeni bir gerçek, her şeyi yıkarak tek başına dikilmişti. Bitmez sandığım her şey bitmişti.

Çaycı, sadece boş bardakları bulmak için özelleşmiş gözleriyle odanın içinde dolaşırken, radyosu olan yeni iş arkadaşımın masasından da sezen aksu, kaybolan yıllar söylüyor. Kaybolan yıllar benim değil, okulları bitirip askerliği aradan çıkartmam zaten yirmi yedi yılımı aldı. Özel sektör şamarını üç dört sene yedikten sonra sözleşmeli olarak belediyeye girdim iki sene önce. Memurluğumun beşinci ayında kuzeyli bir kızla tanıştım; beyaz tenli, kızıl saçlı ve yeşil gözlü olması yetmiyormuş gibi bir de bu gözler çekikti. İki haftada bir pencere kenarında uyur ve uyanınca da onu görürdüm. Eskişehir sabahları öyle soğuk olurdu ki, insanın iç organları trampet çalardı ama Ceren gülünce ısınırdım, onunsa gözleri kaybolurdu; ben antalya’ya dönmek için otobüse binince bu sefer ağlamaktan gözleri kaybolurdu. Bu gözler gözyaşıyla kaybolmasın artık dedik, 2013’ün ilk ayında nişanlandık. Aynı evde uyanalım, aynı koltukta televizyonun karşısında uyuyakalalım,  pazar akşamları ben otogarları havaya uçurmak istemeyeyim dedik; 2013’ün onuncu ayının beşinci gününde de evlendik. Sözleşmeliler fazla sözleşmesin, saçları başları dağılmasın, otursun oturduğu yerde diyen devlet de beni kadroya aldı. Cumartesi çalışmaktan nefret edip bunu yeterince yazıya döken bir şövalye olarak, memurluk nişanıyla ödüllendirildim. Cumartesileri bir masanın ardında pasif intihar teşebbüsleriyle ölmek yerine, kendimi dağlara vurdum.

Gelidonya Feneri beni kendime getirdi, Akdağ’ın karla kaplı yamaçlarında sonsuz bir beyazlığın sırtında ilerledim. Maden koyunun patikasından devam edip Çıralı sahili’ne soldaki tepeden indim. Kardeşimi nereye gitsem götürdüm, ben nereye gitsem o zaten orada beni bekledi. Hayat dediğin bir nefeslikti, o bu nefesi her şeyden çok istediği yamahasının üzerinde verdi. Zamanda ilerlemek de beni ona hep daha çok yaklaştırdı. Kardeşime dün olduğumdan daha yakın, yarın olacağımdan da daha uzak olduğuma inandım.

Kapı pencere metrajı mı ne varmış, üç günlük işi pazartesinin ilk iki saatinde bitirip kendime büyük beyaz boşluk yarattım; şimdi de on dört ay aradan sonra bu boşluğu kelimelerle doldurmaya çalışıyorum. Yazmaya hiç bu kadar ara vermemiştim, ortaokulun anlatılmaya değmez ve bir başkasınınkinden farklı olması neredeyse imkânsız o günlerinde bile elimin altında bir günlüğüm olmuştu. Lisede devam etmiş, üniversitede bunu hastalık haline getirmiş ve sonrasında da hayatımı yazdıklarım üzerinden şekillendirmeye başlamıştım. Ceren beni, istanbul’da her sabah işe giderken kızıl saçlı bir kıza yazdığım kaside üzerinden bulmuştu ki kızın saçları boyalı, gözleri de lensti, sadece imgesine dizmiştim o satırları. Cumartesi düğününe gittiğim ve yarın yokmuş gibi içtiğim Hasan Ali’yi de dört kişilik minik bir sözlük zirvesinde, yaratılışa saygı çerçevesinde Adem baba’nın meyhanesinde benimle kadeh kaldırırken, bir büyük bitince ellilik söylerken, sonra bir küçük ile son noktayı koyduğumuzu zannedip en sonda da marketten kırmızı tuborg alıp kendimizi yok etmeye çalışırken tanımıştım. İçince iyi içerdim fakat bu adamda, şeytana bile tamam artık içmeyin dedirtecek bir şeyler vardı. Dedirtme kudreti bu herife bahşedilmişti ki tanımamış olmadan bu hayattan geçsem eksik kalırdım.

Kırmızı deniz bisikleti ile tepeden pencereli minibüsün arasında durup da denizi izlerken, yüzünü olimpos’a dönmüş kırmızı vosvosun kapısı yana kaydı ve içinden, sakallarına ak düşmüş esmer bir adam inip bana doğru yürümeye başladı. az astigmat gözlerimi kısıp görüntüyü netleştirmeye çalıştım fakat parlak güneş, adamın yüzünü seçmemi engelledi. Yarım asırlık gibi gözüken adamın elinde iki tane kırmızı kutu, üzerinde de eski bir forma vardı. Yanıma gelince elindeki kutulardan birisini bana uzattı ve yüzümüzü denize dönüp ilk yudumları aldık. Minibüsün çatısındaki paneller biraları iyi soğutmuştu. Ceren’in nerede olduğunu sordum, tepe penceresinin altındaki yatakta uyuduğunu ve uyumayı hala çok sevdiğini ama istersem uyandırabileceğini söyledi. Uyandırmaya kıyamadım, yirmi sene sonra bile orada olduğunu bilmek bana yetti. Yerime öp küçük kızıl saçlarının kenarından dedim, tamam dedi. Biralar bittikten sonra kıyının elli atmış metre açığında kırmızı bir deniz bisikleti gördüm, gözlerimi kısıp üzerindekileri seçmeye çalışırken yirmi sene sonraki halim cebinden gözlüğünü çıkarıp uzattı. Askerde göz muayenesinde gözlerimin bozuk olduğu ortaya çıkmış ve ordunun hesabından kendime bir gözlük almıştım fakat görünüşe bakılırsa üşengeçlikten değiştirememiştim.

Gözlüğü takıp bata çıka ilerleyen kırmızı deniz bisikletine bir kez daha baktım, beş kişilerdi. Babam ve dayım pedal basıyor, annem deniz bisikletinin önünde uzanıyordu. Ben de kardeşimle birlikte ayaklarımı suya sarkıtıp denizin dibini izlerken bira içiyordum.