30 Nisan 2011 Cumartesi

adını montaigne koydum

mutlak dengesizliğimin kökeninde, birçok işi aynı anda yarım yamalak yapmaya çalışmanın sanıyorum ki etkisi çok büyük. dün akşamdan kısa bir sahne: yatağımda uzanmış "adını feriha koydum"un o insanı çileden çıkartan tesadüflerini izliyorum, zırt pırt giren reklam aralarında da elimde montaigne-denemeler var onu okuyorum. kitap çok güzel, feriha berbat ama bir şekilde feriha galip geliyor ve o bıkkın müziklerin eşliğinde feriha'yı izlemeye devam ediyorum. 

migros'a girerken tek amacım, beni bayıltacak ve ağzımın içinde yumruklar savurarak ilerleyecek bir şişe ayran almaktan fazlası değildi. süt ürünleri reyonuna doğru giderken, paralel evrende devam eden bir düğün esnasında açılan kapıdan halay çekerek girmiş ve kendilerini migros'ta bulmuş görümce saçlı ve ağır makyajlı iki insan görünümlüyü görünce yolumu değiştirdim. onlara daha fazla yaklaşamazdım. çok tuhaflardı, her taraflarından bir şey sallanıyordu ve düğün salonundan süt ürünleri reyonuna nasıl geldiklerini sorgulamıyor gibiydiler. marketin diğer ucuna kaçtım, kaçmışken kitaplara baktım. bakmışken, indirimde olan kitapların bir bira fiyatına olduğunu fark ettim ve biraya verdiğim paralarla halk kütüphanesi kurabileceğimi utanç içinde kendime itiraf ettim. bir dakikada bitireceğim bira yerine bir ömür boyu taşıyacağım kitaba para vermek, hayatımın geri kalanında yapmam gerekenler listesine ilk sıralardan girdi. zaten içmek istemiyordum artık, anlamını yitirmiş gibiydi her şey. üç liraya denemeler'i aldım ve yeni bir ayakkabı aldıktan sonraki mutluluğumun yaklaşık 149 katı mutlulukla migros'tan çıktım. ayran? bana sakın ayrandan bahsetme.

son günlerimi geçirdiğim otelde kitabı açıp okumaya ve kendimden bir şeyler bulmaya başlamışken, mııy mıyy diye feriha başladı. feriha'yı sever ya da ondan nefret edersin ama asla kayıtsız kalamazsın evlat. ben de bir sonraki reklama kadar kitabı kenara bıraktım. bir sonraki reklam sanırım üç dakika sonra girdi. sonra dizi beş dakika daha devam etti, bir reklam daha. dizi ile reklam düello yapıyor gibiydi ve burun farkıyla feriha kazandı. feriha'nın şakirt nişanlısı ruh hastası halil yine bölüme damgasını vurdu. hele, sürekli çay içmek istemesiyle "çay, şakirdin mazotudur" aforizmasına sağlam göndermeler yaptı. feriha'nın yüzüne yerleşmiş şakirt tiksintisi bölümün en güzel mimiğiydi, feriha'nın babası rıza efendi ise tane tane konuşarak yine duvarlara giren balyoz etkisi yaptı, aklımın tüm bölümlerini yıktı. 

hey gidinin koçmarı, her şeyi bitirdin de dizi kritiği yapıyorsun he mi? o değil de, bizimkiler geliyor ve eve çıkma işlemi bugün başlıyor. enerji içeceği içmezsem, daha bir saatte diyagonal karolajlı zemine sarhoş ejderhalar gibi uzanır ve küçük ateş topları çıkarırım burnumdan. bir yatak olsun, başka bir şeye gerek yok. maddi dünyadan geçtim, daha nisan bitmeden aştım. hamdım, piştim, yandım.


29 Nisan 2011 Cuma

at the end of the april

her ayın sonunda bir durum değerlendirmesi yapmak, gelecek kuşaklara ve mobil dünyanın içinde manyaklaşmış gençlere bırakabileceğim belki de en büyük mirastır ama yine de apartman ya da arazi bırakmak isterdim. durum değerlendirmesi hiçbir ülkenin hiçbir şehrinde para etmez, oysa bir araziyi müteahhite verirsen ömür boyu yetecek kadar daire alırsın, kiracıların olur ve onları kırbaçlarsın.

çekmecemdeki börekleri gün boyu tırtıklamaktan ve kraliyet ailesinin düğününü izlemekten başka faydalı iş yapmadığım bir cumadayım ki eğer düğün izlemeye faydalı bir iş denirse. evle ilgilenmem gerekiyor ama sanki uzaktan bir arkadaşım eve çıkmış ve bana olanları bir yazıyla aktarıyormuş gibi yarı ilgisiz gözlerle olayları izliyorum. evi beş dakikadan fazla görmedim, sadece zeminin diyagonal karolajlı ve krem-kahve olduğunu hatırlıyorum. duvara mıhlanmış bir at kafası varsa bile dikkat etmedim, belki de lanetli bir sitenin en lanetli giriş katıdır ve orada kalanlar, isimsiz rüzgarların taşıdığı ölü fısıltılarla kuşatılıp çıldırıyordur. bunları da bilmiyorum, dedim ya eve çıkan başkası gibi. herhangi bir çaba göstermekten acizim ve bunun da son derece farkındayım. ne yapayım ben de böyleyim, iki paragraf bitti daha nisana karşı bir şey demedim.

1 nisan şaka zulmüyle başlayan ay, marta oranla çok çabuk geçti. ne yaptığımı tam olarak hatırlamıyorum. pazar gezileri çok isabetli oldu; çıralı, olimpos, kaleköy ve kaputaş ile tur bindirdim. iki hafta önce sezonu açıp ileriye doğru yüz kulaç atarak çaptan düşmediğimi kanıtladım. biralar su oldu aktı, içebildiğimi içtim içemediğimi dolaba koydum, ertesi gün içtim. iş konusunda can çekişmeme rağmen cehennem kadar plan ve kesitten nasıl olduğunu anlamadığım şekilde kurtuldum. hidroterapi ve yosunterapi odalarıyla günaha davet çıkardım, sevişen çiftlere yardımcı olsun diye tavanı aynayla kapladım. eğlence merkezinde plan düzlemine oyun makinelerini yerleştirirken çocukluğumu, atari salonlarını ve insert a coin yazısını özledim. yüzlerce yaprak sarması yedim, erken uyuyup vaktinde uyandım. rüyalarımdan medet umduğum günleri uç uca bağlayıp pencereden sarkıttım, işe öyle gittim. adaletsizliğe epey sövüp sayarken ülkeden gitmeyi fakat gittiğim takdirde orada göçmen muamelesi göreceğimi ve buna katlanamayacağımı, kimsenin de beni beklemediğini fark ettim ve her fark ettiğimde yaptığım gibi yol üstü markete girip kırmızı tuborg'umu dolabından çektim çıkardım.

ekseriyetle mutsuz olduğum ve bunu kanıksadığım bir ay oldu. içimdeki korkunç boşluk ne yaptıysam dolmayınca ben de doldurmaya devam etmek yerine boş bırakmaya karar verdim. allahıma bin şükür, mutsuzlukla yeni yeni tanışan bir insan değilim. kendimi bildim bileli neşeli gülücükler saçan bir jelibon olmayı tercih etmedim. aslında ne anlattığımı an itibariyle bilmiyorum çünkü odada bir adam var ve metrajları telefonla başkasına aktarıyor. "tamam okey" dedi şimdi de. tamam okey ne lan? hangi dil grubuna ait, ural-altay mı? sürekli problem çözmeye çalışırken problemin ta kendisi olan insanlar familyasından. ben bu familyaya değilim, çünkü ben problem çözmeye çalışmam. var olan probleme ayak uydurur ve onunla yaşarım. virütik bir organizma olduğumu ara sıra düşünür ve her düşündüğümde yaptığım gibi bir bira daha açarım.

aslında artık içmiyorum, haftada bir içmeye "içmemek" denirse eğer. içmeyi de önemsediğimi söyleyemem. derin bir boşvermişliğin içinde yaşıyorum, ara sıra aklıma hikayeler geliyor fakat uzun olacaklarını anladığım an bunları temize çekmekten vazgeçiyorum. kurgu yorar. günlük rahatlatır, bir gün önce yemem gereken fakat çekmecemde unuttuğum börekleri anlatmak beni autocadin artık midemi bulandıran parlaklığından uzaklaştırır.

bu nisanı hayatımın geri kalanında pek hatırlayacağımı sanmıyorum. en iyi ihtimalle "eve çıkmıştım" derim. bakalım, eve gidip eksik listesi çıkarmam lazım. hiçbir şey yok, heves gelirse belki modeller ve yerleşim yaparım. gelmezse de ayran alır fondip yapar ve ne yapmaya çalıştığımı sorgularım.


unutulmuş börekler

biraz sonra batacak güneşin odamın içine dolduğu ve günün birinde ölecek olmanın o kadar kötü olmadığını düşündüğüm bir akşam üstünde, yatakta çaprazlamasına uzanıyordum. biraz önce bitirdiğim ayranın şişesi yatağın ucundaki sehpadaydı ve mutsuzdum. ne yapsam geçmeyen bir mutsuzluğun pençesindeydim, belli bir amacım ya da beklentim yoktu ve börekler ofisteki çekmecemde kalmıştı. tek yapmam gereken kahrolası börekleri gelirken yanımda getirmek ve markete uğrayıp ayran almaktı. markete uğrayıp ayran aldım, lobisi tadilata giren otelin önünde otelin sahibi şehabettin abi'ye yakalanıp duvarların ne renk olması konusunda fikir verdim. öyle berbat bir planı vardı ki lobinin, yapılacak en işi şey duvarları kese kağıdı rengine boyamak yerine yeteri miktarda patlayıcı ile havaya uçurmak olacaktı. elimde ayran ve sırt çantamda olduğunu sandığım böreklerle odama çıktım. işte son günlerimi geçirdiğim katatonik odam, 37 ekran televizyon karşısına konuşlanmış yatağım ve yatak başımda kitaplarım. vantilatör, giyotin pencereler, lanetli bir buzdolabı ve küçük balkon. aylardır burada nasıl kaldığımı düşünmeden sırt çantamı açtım ve böreklerin orada olmadığını gördüm. çantanın üzerinde impossible is nothing yazıyordu ve böreklerin birdenbire kaybolması bence impossible idi fakat börekler "nothing" değildi. akşam yemeğim olacaktı onlar. açtım, ay sonu nedeniyle parasızdım ve tek sahip olduğum şey bir şişe ayrandı. ayranı aç karnına içersem uyuyacağımı ve bir sonraki gün böreklerle kahvaltı yapacağımı düşündüm, hala bir aptal gibi kendimi avutmaya çalışıyordum.

ayranı kafaya diktim ve bitmeye yaklaşan yaşama sevincimle yatağıma uzandım. yemek yemek dışında hiçbir şey yapmak istemiyordum. gözlerimi kapattım, başka şeyler düşünmeye çalıştım fakat tek gördüğüm bir kebabın silueti olunca lanet edip yatağımdan kalktım. üzerimi değiştim ve bir koşu otelin yanındaki kebabçıya gidip bir dürüm söyledim. adana kebabı yaptığını iddia eden bir yerdi ve örümcek hislerim, bana burasının da adana kebabına yaklaşamayacağını hissettirdi. kebap gelene kadar masada duran ve antalya sosyetesinin resmi yayın organı olan dergiye baktım. gece hayatı, parlak ve zayıf kadınlar, koca kafalı ve zengin adamlar. bir yerden çıkıp başka yere eğlenmeye gidiyorlardı ve görünüşe göre benden mutlulardı. çekmecelerinde unutulmuş börekler yerine başka şeyler vardı. dahi anlamındaki de'yi hiçbir yerde ayırmayan orospu çocuğu editörlerine küfrederken kebabım da geldi. otele geri girerken tekrar şehabettin ve tekrar fikir belirtme. otel deja vu -  bu lobiden bir kez daha geçmiştiniz.

kebap yedim, televizyonda tartışan insanlara baktım, biraz kitap okudum, istanbul'dan geçecek kanala dair pek bir şey düşünmeden, hafiften azalan mutsuzluğuma iyi geceler öpücüğü verip gözlerimi kapadım.

uzun bir uykudan sonra uyanıp ofise gelirken, börek yemek için ne kadar güzel bir gün olduğunu düşünüp gülümsedim. çekmecede beni bekliyorlardı ve akli dengem sanıyorum ki yeterince normal değildi.



28 Nisan 2011 Perşembe

moon tower

autocad'de bir kareyi sola almak isterken alamadım, tek noktayı tuttu ve ileriye fırlattı. bir kulenin tepesine benzeyen ve beni çileden çıkartan bu yanlışlığa baktım, internetim de yoktu ve bir hatanın beni nereye götüreceğini merak ettim. bir senaryo çıktı. bakalım aklımdakiyle örtüşecek mi herhangi bir yorum. yorumla panpa!


sensiz iki gün

modemde dört ışık yanması gerekiyormuş, salı sabahı ofise geldiğimde birisini ölü buldum. dns'yi otomatik almak, modemin üstüne vurmak, kablo söküp takmak, restart atıp sabretmek, telekom'u arayıp küfretmek, sağa sola iftira atmak da bir işe yaramayınca boyun eğdim. işime gücüme döndüm, patron birkaç saat sonra aradı ve "şuraya kesitleri mail atacaktın, attın mı?" dedi. atmamıştım ve internet yoktu, hemen bir sokak arkadaki internet kafeye suçluluktan yanan bir kafayla gittim. kepenkleri kapatmıştı ve iflas etmişe benziyordu. ulan bir internet kafe işinde nasıl iflas ediyorsunuz ve neden benim mail atmam gereken bir günde bunu yapıyorsunuz? murphy, mesaiye erken başlamıştı ve görünüşe bakılırsa hayatı bana dar edecekti. bir sonraki internet kafeyi öğrenmek için öğlen tatilinde olan bir ortaokulluya yaklaştım. soracağım herhangi bir soruya "anan zaaaa xd" diye cevap alacaktım sanki, sakinliğimi koruyup ona bir sonraki internet kafe nerede diye sordum. "yakınlarda yok ama ps3 kafe var abi" dedi. mail ile gerrard'ın şutlarını gönderecek olsam bu gerçekten iyi bir fikir olabilirdi ama autocad dosyası yollamam gerekiyordu.

uzun bir yoldan sonra internet kafeyi gördüm, içeri girdim ve binlerce ortaokulluyu counter strike oynarken buldum. boş bilgisayar yoktu, mailin acelesi vardı ve ardımda bıraktığım yol çetrefilliydi. sıfatlar aleyhime işleyen küçük ve sevimsiz çarklardı. yalvaran gözlerle internet kafe sahibine gittim ve onun bilgisayarından mail attım. beş dakika kullanım için bir lira vererek, kişisel rekorumu geliştirdim. olumsuzluklar ardı sıra gelince, belli bir süre sonra "sikerim kainatını" vurdumduymazlığı yerleşiyor. işte, internet kafeden çıkıp ofise geri dönerken bu vurdumduymazlık bedenimi ele geçirmişti. sitelerin arasında bir basket sahası vardı ve çocuklarla basket oynamak, en azından günün birinde yanında basket sahası olan bir eve çıkmak istedim. bir sonraki ay otelde olmak istemiyordum artık. basket sahasının etrafında dolaştım, sitenin giriş katında "kiralık" yazan bir daire vardı, numarayı öylesine aradım. adam, "güvenlikte anahtar var eve bir bakın isterseniz" dedi. gittim, 1+1 küçük bir evdi, bana yeterdi, emlakçıdan değil de direk sahibindendi ve kirası, jeopolitik önemine oranla hiç de fena değildi. aidat dahil 400 kağıt, 550'ye ev bulsam direk çıkacağım günlerde ilaç gibi geldi. basket sahasına yakındı, site güvenlikliydi ve tamam dedim, tutuyorum. modemin dört ışığı yansa ya da bir arka sokaktaki internet kafe iflas etmese, bu evi asla bulamayacak ve emlakçıya bir kira bedeli verdikten sonra bu dünya'nın yaşamak için yeterince iyi olmadığını düşünecektim. gerçi hala öyle düşünüyorum ama en azından bunu kendime ait bir evde düşüneceğim. bilgisayarımda oyun oynayıp bir şeyler yazarken de olabilir, basketten hemen sonra ya da havada süzülüp muhteşem bir lay up ile potaya doğru giderken de.

ne işe yaradığını tam bilemediğim kaparoyu (iyi yanıyor diye olabilir), ev sahibine verdim ve hafta sonu geliyorum dedim. belki hayvanlık maksatlı ayın on ikisine kadar otelde kalmaya devam edebilirim. sonuçta tam para vermiştim, en azından ibneliğimi yapayım.

internetsiz bilgisayarda epey zaman kaldı, plan-kesit-görünüş çizdiğim yetmezmiş gibi ay kulesi tasarladım bir saatte. bir sonraki postta, sana ne hissettirdiklerini soracağım ama en azından bi bak göz aşinalığı olsun!


new red has come





25 Nisan 2011 Pazartesi

beklenmeyen huzur

pazartesi olmasına rağmen ortalık epey huzurlu, ofiste kimse yok. stor perdeleri sonuna kadar indirip, behzat ç.'nin dün izleyemediğim kısımlarını izledikten sonra kahve yaptım. karnım aç ama ben ofisten çıkar çıkmaz telefonun çalacağını ve bu kahrolası telefonunun da çok önemli haberler vereceğini bildiğimden dışarıya yemek yemeye çıkamıyorum. bu sabah aldığım günde bir saat dışarıda olma planı, dudağımın kenarında sadece yerine getirilemeyen planların verdiği bir tebessüm veriyor. yarın kesin. ofiste yiyecek bir şey yok, keşke zamanında kağıt yemeye alışsaydım. şimdi selülozdan çilingir sofrası bile kurmuştum. neyse akşama artık, migrostan leziz mezeler alıp bunu odamda dizi izlerken yerim. şaşırtıcı derecede yine parasız kaldım, uzmanlar "vay ki ne vay" diye raporlar yayınladı. kaldım da neden kaldım bir sor? bir kenara para atmaya başladım da ondan parasız kaldım. bu para attığım kenar, annemin sorumluluğu altında olduğundan o parayı bir daha göremiyorum. yoksa benim adam olacağım yoktu zaten bu para işlerinde, kardeşimin aynı taktikle bir sürü birikmişi oldu ama o da bu aralar parasız. ileride bir gün mantıklı işler yapmaya karar verirsek diye var o kenar ama şu haftayı da sonlandırsam güzel olurdu.

kitap yazarsam alacağını söyleyen 200. kişiyi de geçen hafta excel tablosuna ekledim. kitaptan ziyade, ofisin printerında çıktısını alabileceğim bir format üzerine düşünüyorum. hem basım giderlerinden kısarım hem de yayınevi komisyonundan kurtulurum. ilk kitabımda inanılmaz para kazanıp yaz boyu mistik turlar yaptıktan sonra da eylül gibi ofislere geri dönerim. adam başı on kağıt kazansam, 200 kişi eskinin parasıyla iki milyar eder ki hiç fena değil. bir de sevip de söyleyemeyenler vardır, bir bakarsın ilk kitabım (birinci hamura fotokopi) beş yüz satmış, ofis printerının yanına bir de para sayma makinesi almışım. kağıt tasarrufu da yaparım ki hem; sol alt köşede ofisin logosunun ve adresinin olduğu antetli kağıtlara yazarım ilk eserimi. radikal kitap'tan abiler gelip kaval kemiğime kavalla vuruncaya dek bu arsızlığa devam ederim. eğer kitap, beklentilerin aksine yirmi altı ya da yirmi yedi satarsa, excel tablosunu açar ve adresleriyle kaydettiğim insanların evlerini sabaha karşı basmaya giderim. 

tamam saçmalamayı kesiyorum. zaten dört beş paragraf tutarlı devam etsem, anında ofisin printer'ına göndereceğim ilk taslakları. fakat takdir edersiniz ki, gezi notlarımdan bahsedecek ya da başka ülkelerin mutfaklarını masaya yatıracak kadar gezmiyorum. aynı yerde, aynı konumdayım. bu aynılık bazen haddini aşınca boyun ağrısı ile kalkıp gidiyor ve uyuşmak için bir litre ayran içiyorum.

fakat huzur, herkesin gitmesi ve geride beni bırakmasıyla her tarafa doluyor, yavaş adımlarla kahve yapmaya giderken de yalnız çalışmam gerektiğini düşünüyorum. çalışıp da deveye hendek atlatmıyorum ama yine de can sıkıcı olabiliyor, biliyorsun. aklım, yolda tıkır tıkır çalışır ve fikirler kadrandaki rakamlar gibi sürekli değişirken, ben başka bir insana dönüşüyorum. hah işte, tüm bu yazılar da o insandan arta kalanları temize çekme çabasından fazlası değil. bir gün gezi, geri kalan altı günü amorti ediyor.

huzuru da çalışırken bulduğum ender saatlerde, ağzım kulaklarıma varıyor. adeta on lemur gücündeyim, kelime oyunu oynarsam ardı ardına beş galibiyet alacağımın da bilincindeyim.





çimen lekesi

geçen cuma akşam üstü kararan gözlerim ve hareketsizliğin bonusları, bu haftaya yeni kararlarla başlamama neden oldu. dünyanın işi de olsa günde bir saat dışarı çıkıp yürüyeceğim. sakin bir yer bulursam da çimlerde uzanıp gözlerimi kapatacağım. yüzüme çarpan güneşi her zaman severim, bana başka bir ülkedeymişim gibi bir his verir. ne zaman okyanusu göreceğiz esteban? öğlen aralarımı dışarıda geçirdikten sonra da sırtımda çimen lekesi ile işe geri dönecek ve akşama kadar tek bir noktaya bakmamaya çalışacağım. canımdan değerli mi lan? cuma akşam üstü gelen boyun ağrısı ve göz feri kaybolması, etkisini cumartesi akşamına kadar devam ettirdi. kaputaş'ın soğuk suyu anca kendime getirdi, beyaz taşların üzerinde uzanmak ve kırmızı'nın yeni ambalajını patlayan dalgaların önünde çekmek de iş kaynaklı olumsuzlukları sildi. fakat pazar akşamı o kadar yorgundum ki, değil bilgisayara fotoğrafları atmak, behzat ç.'yi bile izleyemedim. deve gibi bayılmışım televizyon açık, uyandığımda dizi çoktan bitmiş ve lodos adında sanıyorum ki kalitesiz bir film başlamıştı. saatler sonra uyanacak ve işe gelecektim. pazar gecelerinin travması alabildiğine devam ediyorken, yatağa geri girdim. rüyamda italya-arjantin maçında orta sahada oynuyordum. yemyeşil çimlerin üzerinde dünya'nın en büyük futbolcularıyla başabaş mücadele ederken, messi'yi bir türlü durduramadım. çok güçlü ve hızlıydı.

5.30 yerine 5.00'te kalktım, çantamı hazırladım ve biraz daha televizyon izledim. birmingham'a beş atan liverpool'un mutluluğu, pazartesi sabahı demeden odaya doldu. seneye bir şampiyonluk? king kenny'nin idaresinde neden olmasın? kanalların arasında öylesine dolaşırken de süre bitti ve kalktım gittim. otobüs dolu geldi, yüzümü insanlara dönerek sonradan eklenmiş kolpa bir koltuğa kuruldum. straight to my heart, denizin üzerinden yükselen güneş sisli ormanların içinden geçip ortalığa masal atmosferine çevirirken dinlemek için yeterince iyiydi. bir uyuyup uyanarak, yarı gerçek bir yolculuktan sonra ofise vardım. yeni bir hafta başlamıştı, bir hafta daha dayanırsam maaş alacak ve hepsi bir avuç dolar için diye sağa sola göndermeler yapacaktım.


23 Nisan 2011 Cumartesi

flowa

patlamış çiçek, böcek, temkinli yaşlı, sümüklü martı, mendil satan kedi demeden ne varsa çekerim; çeker de bloguma koyarım. klişeleri eleştirmenin klişeleştiği ve yeni hiçbir şeyin kalmadığı 2011'de birkaç jpeg de tomurcuğa versem ne olur, vermesem ne olur? 300mm lensimiz var da biz mi çekmedik dolunayı? sanırım gelecek ay lensi sonunda alabileceğim gibi. 300mm tamron vakti. o para her şekilde iskendere, kebaba gidecek yoksa.








old man's face

öylesine çektiğim fotoğraflara sonradan bir kez daha baktığımda, fotoğraf anında orada olmadığına yemin edebileceğim yüzler görüyorum. tamam abartmaya gerek yok, internette bu konuyu yeterince abartanlar ve bulutlardan şeytan çıkaran denyolar var zaten. girintinin olduğu her yerde doğal olarak çıkıntı vardır ve birazcık ışık ile insan yüzü bulmak sanıldığı kadar zor değildir. helikoptere atlayan köpekbalığına inanan internet kitlesi, hayret edip bir milyon kişi daha bulursa tamama ereceğini düşünen facebook güruhu; yeni çağın kazananları oldu. hemen her şey onlara hitap ediyor; bulduğunu paylaşıyor, paylaşamadığını yorumluyor. küçük şımarıklıkların kabesi olan sosyal medya denilen canavar, her gün yığınlarca insanı yutuyor. 

autocadin siluetini patron gelip anahtarı kapıya sokuncaya kadar görmeyeceğim için, bu anlamsız cumartesiyi yazarak ve suistimal ederek geçireceğim. sikeyim asma tavan projesini de yerleşim planını da. hele otelin eğlence merkezine gelecek atari konsollarına plan düzleminde bakarken, onları cepheden görmek ve bu 23 nisan'da çocuk olup cebimdeki son jetonla titreyen bir ruh olmak istedim. geldiğim noktaya bak, joystick ile aduket çekmek isterken; autocad çekiyorum mecburen bir cumartesi sabahında. tamam itiraf ediyorum, aduket ve autocad arasındaki bu göz ardı edilemez bağlantıyı biraz önce buldum ve hafiften gülümsedim. bu gülümseme, son  dört yılın cumartesi çalışırken ilk gülümsemesi olarak kayıtlara geçti. bırak beni saçmalayayım, tepeden bırak aşağıya kadar yuvarlanayım ama cumartesi gelmemi isteme ne olursun! bak zaten boynum ağrıyor, ortopedim sinyal veriyor. masmavi bir gökyüzün altında uzanan akdeniz, tüm berraklığı ve tazeliğiyle beni çağırıyor; bana layer deme komutanım, bana iş deme. tamam çocuk değilim, masum olduğumu da iddia etmiyorum ama bir şeyleri düzeltemediğimi görünce kendimi de sevmemeye başlıyorum. sevmemek için en ufak fırsatı kaçırmayan bir yapım var zaten, en ufak tetiklemede ateş alıyorum.

üçüncü paragrafta neyden bahsederdim onu bile bilmiyorum bak. yarın kaputaş sahilinde yüzüstü uzanırken ayağıma çarpan dalgalar hafiften gıdıklayacak, sadece onu biliyorum. hava yaparsa yağsın, günışığı ampülünün altında akşamı getirmekten ve sonra kararan gözlerden daha iyidir. en kötü ihtimal hasta olursun, bir ihtimal daha var o da kırmızı tuborg'un yeni ambalajının fotoğrafını çekmek mi dersin?

tuborg ambalajı yeniledi fakat resmi sitede buna dair en ufak bir görsel yok. sağlam fotoğraflar çekip bu fotoğrafları elimdeki sosyal medyayı kullanarak onlara çakacağım. utandıracağım onları. bu işten para kazanan adamlarını insan içine çıkamayacak hale getirip, intikamın soğuk yenen bir yemek olduğunu neon harflerle gökyüzüne yazacağım. vurduğum yerden ses gelecek. tek isteğim odaklanabilmek.

tamam, dalın sağ tarafında bir tane yaşlı adam yüzü var. iki hafta önce çektim ve geceleri bu yüzü aklıma getirip uyuyamıyorum. bu fotoğrafı yedi kişiyle paylaşmazsan sen de yedi gün uyuyamayacak ve ancak közlenmiş patlıcanla kuzenlerini dövdüğün takdirde üzerindeki laneti kaldıracaksın.


bazen olmaz


boulogne'li gregory thil'in 83. dakikada attığı gol takımına galibiyeti getirdiğinde, ben kesif bir moral bozukluğuyla çoktan uykuya dalmıştım. dün öğleden sonra, rusya'da yapılacak bir otelin bodrum katını acilen yetiştirmem istenmiş ve patronun bir arkadaşının işi olan bu işi mevcut imkanlar dahilinde bitirmiştim. adam da hemen yanımda oturup direktif verdiğinden ne sağa sola bakabilmiş ne de ara vermek için internette öylesine dolaşmıştım. akşam üstü ilk kısmı bitti, adam elimi sıkıp gitti ve sonrasında daha önce olmayan bir şey oldu: boynumun arkasında başlayan sızı beynime kadar çıktı ve ekranda yazan hiçbir şeyi okuyamaz oldum. rahatlamak için kelime oyunu oynuyorken, harfleri seçememeye başladım. sanki birisi flaş patlatmıştı gözümde, bilgisayarı kapatıp ofisten çıktım. işi yetiştirmiştim ya gerisi önemli değildi. öğlen yemeği yememek, saatlerce tek noktaya bakmak ve yanımda başka bir insan varken çalışmak nefis etkilemişti, yollar ayağımın altından halı gibi kayıyordu ve ortalığı net göremiyordum. bir yerde yemek yedim, sonsuza dek uyumak için bir litre ayranı kafaya diktim ve otele gittim. gün ışığı odanın içine dolmuştu, başucumdaki kitaplara bakmadan gözlerimi kapattım. john lennon'un sesiyle uykuya dalarken, onun öldürüldüğüne bir kez daha üzüldüm. lennon yaşamalıydı.

gece yarısına doğru kalktım, televizyonu açtım fakat görme yetimdeki azalma devam ediyordu. gözlüğümü takmak bile bir şeyi değiştirmedi, bir şeyleri bozmuştum ve zamana ihtiyacım vardı, yarın işe gidecek olmamdan nefret edip tekrar kafamı yastığın altına koydum. otuz dakika sonra kapanacak olan telefonum, deep purple'den masallar okurken, aynı pozisyonda çalışmanın erken ölmek için yapılabilecek en iyi on şeyden birisi olduğunu fark ettim. bir el mouse'ta, önde geniş ve parlak bir ekran, klavyenin tuşları, autocad komutları, layerlar ve farklı kaydetler. boynumun arkasında bir nokta sızlıyordu ve kanımda yüksek miktarda ayran vardı. haftada altı gün çalışmak, bir sonraki sene yapmak istediğim bir şey değildi. gregory thil, son dakikalarda golü bulmasa kazanacağım 150 lira da umrumda olmazdı, parayla alıp veremediğim yoktu; tüm öfkem, boynumun arkasında başlayan ve rusya'da devam eden yetiştirilmesi gereken işlereydi. 

21 Nisan 2011 Perşembe

on para ver

bir bando takımı ısrarının hemen kenarındayım. 23 nisan için aynı marşı saatlerdir çalıyorlar ve saçma sapan marşın adı, literatürde bilinen adıyla on para ver. işte sözleri:


"on para ver on para ver

on para yoksa beş para ver
on para ver on para ver
on para para para para"


liriklerde pink floyd deneyselliği, ezgilerde de camel çeşitliliği. aynı marşı bundan seneler önce benim de çalmış olmamın yüzümü güldürmeyen örtüşmesi. bando takımındaydım evet, altın sırmalı tuhaf şeylerin kırmızı üniformanın sağından solundan sarktığı ve bunu aynı çirkinlikte bir şapkayla tamamladığımız o eski günler. trampetçiydim ve dört marşı sırayla çaldıktan sonra başa dönmekten nefret ederdim. bando takımına girmek ya da çıkmak insiyatifimde olmadığından milli bayramların bir an önce bitmesini beklerdim. öğretmenlerin dediğinin emir olduğu ve tamamen koyunlaştırıldığımız lisede, bir ara atatürk'ün sevdiği şarkıları flütle çalan ekipte başka bir ara da bir oratoryonun ne anlatmaya çalıştığını anlamadığım bir sahnesindeydim. edebiyat öğretmenime bir kez kafa tuttum, onda da sabrım taşmıştı artık. berbat bir mizah temsilinde oynamam istenmişti ve karnemde 1 görmek pahasına da olsa bunu kabul etmemiştim. mizahın kötü temsili kadar beni sinirlendiren bir şey olmamıştır. kararlılığımı gören öğretmen de bana dadanmaktan vazgeçmişti. sonraki günlerde benden umudu kesmesi, sınıf arkadaşlarım kusmuk sarısı pantolonlarla koroda gevelerken benim büyük bir mutlulukla dışarıda kalmama neden olmuştu. liverpool atakları hariç, organize yapılan her işten nefret ederim. buna tüm yörelerin tüm oyunları da dahil.

marşlar devam ederken, ben de çalışamayacağıma ikna oldum ve başka işlerle uğraşmaya başladım. insan zamanla alışır ya hani çalışmaya ya da bunun gibi dayatmalara; ben çalışamamaya alışmışım, ne yaparsam yapayım çalışma sürelerimi arttıramıyorum. internetin ucundaki duvarın üzerine çıkıp aşağıyı seyrediriyorum, ayakkabılarımın ucuna bakıyorum, bir sonraki ayakkabı ucuna bakma etkinliğinde belki babadağ'dan aşağıya, ölüdeniz'e inerim; belki de başka bir yamaçtan aşağıya. içerideki ben, ben değilim. bu isteksiz vücut ve hedefsiz beyin bana ait değil. bir rüzgarla taşınan ve ancak üzerinde gökyüzü varken özgür olan bir varlığım, haftanın sadece bir günü kendine gelebiliyor. diğer günler, vasıfsız bir etim. kasap vitrinindeki kafasız hayvan gövdesi gibiyim; bir tek malum yerimde karanfilim eksik.

gün, perşembeden cumaya evrilirken hafta sonu kaş-xanthos-kaputaş üçgeninin mi yoksa, olympos-çıralı çizgisinin mi daha yerinde bir karar olacağını kestiremiyorum. geçen hafta denize girdim ve deniz suyu sıcaklığını pek umursamayacak kadar içtiğim için bu sorun olmadı. vurdumduymazlar olimpiyatında sırt üstü dünya rekoru kırdım, madalya diye boynuma bir bira daha astılar. mecburen onu da ılımadan içtim.

bununla birlikte beni gülümseten mizansenler de yok değil. mizah temsiline zerre tebessüm etmezken, iş arkadaşımın verdiği hurmalara çılgınca gülmek istiyorum. annesi umreden mi ne gelmiş, hurmayla birlikte tespih getirdi sabah. bana ait hurma ve tespih var şu an çekmecemde. yavaştan servet yapmaya başladım ha. işler düzeliyor, istatistiklere göre dokuz gün sonra da maaş alıyorum. 

ama yine de, hurma yerine para almak isterdim. ünlü marşın da dediği gibi:

"on para ver!"



20 Nisan 2011 Çarşamba

dörtte bir

dört kişilik bir aileyiz. çocuklar henüz evlenmediği için çekirdek ailenin tanımında yazan "anne, baba ve evlenmemiş çocuklar" kavramını ağzına kadar dolduruyor hatta biraz taşırıyoruz. çocukların evleneceği de pek yok gibi. en azından benim kafamda bu sürece dair en ufak bir istek yok. kardeşimin de benden aşağı kalır yanı olmadığından, çekirdek aile ileride mermi gibi olacak. ucu açılmamış antep fıstığı gibi gözükeceğiz.

bu ailenin gezen üyesi bugüne kadar bendim. izmir ve istanbul'da devam eden tahsil hayatı, bu sırada başka şehirlere kaçamaklar, kuzey ege'den doğu akdeniz'e uzanan rotalar, patikalar, adalar ve taş sokaklar derken gezmedik yer bırakmamıştım. fotoğraf makinemi boynuma asıp kendimi yollara vurmuş ve eve geri döndüğümde, bizimkileri yine aynı yerde bulmuştum. işleri ve güçleri vardı, hayatları gezmeye pek elverişli değildi. 

fakat işe girmemle benim gezi serüvenlerim de bitti, yaklaşık beş aydır şehir dışına çıkmıyorum. sıra bizimkilere geldi. kardeşim, bu sabah samsun'a iş gezisi çerçevesinde uçtu ki akşama geri dönecek. benim katettiğim yol en fazla yüz metre iken, o binlerce kilometreden sonra aynı yere dönecek. annemle babam da, kuzenimin düğünü için bu öğlen istanbul'a uçtular. oradan da edirne'ye geçecekler. kardeşim ise, şu anda samsun'dan istanbul'a giden uçakta, aktarmalı bir uçuşun ilk dakikalarında. dört kişilik ailenin üçü aynı gün istanbul'da olabiliyorken, ben tüm gün dışarıya bakıp içimdeki isteksizlikle savaştım. hava oldukça yağmurluydu, dışarı çıkarsam sırılsıklam olacağımı bildiğimden açlığımı kabullenip akşamı getirmeye çalıştım. birkaç link beni henüz başlamış fantastik bir dizinin ilk bölümüne götürdü, akşama uyumadan önce izlemek için yeni bir serüven daha bulmamı bir fincan kahveyle kutladım. lotr'ın boromir'i sean bean'ın herkes tarafından büyük övgüyle karşılanan dizisi : game of thrones. bu hayatımda yeni bir pencere açabilir, açmalı. hafta içlerim o kadar belirsiz geçiyor ki; çarşamba akşamına geldiğim halde ne yaptığımı pek hatırlamıyorum.

öğrenim kredisi borç yapılandırmaya gidip vergi dairesinde çileli saatler geçirdikten sonra adliye'ye geçtiğim ve denetimli serbestlik bürosunda askerlikten kalma saçma davayı sonunda bir nihayete erdirdiğim salı gününü, üç kırmızı ile ebediyete uğurladım. dışarıdayken aklıma gelen onlarca şeyi kafamın bir köşesinde sonradan yazmak için biriktirirken de işlerimi hallettim. 9 hazirana kadar kahveye gitmediğim takdirde artık başım belada değil. 10 haziranda ise kardeşler kıraathanesinde parti vereceğim. sabaha kadar barbut.

sabahları bastıran yazma iştahım, ne yazık ki akşama doğru kayboluyor. gerek işlerin azalmayışı gerek üst üste geçmiş projeleri ayıklama ısrarı, beni yapmak istediğim şeylerin üzerinden alıp fersahlarca uzağa fırlatıyor. temiz düşüncelerim bulanıyor ve şu anda olduğu gibi, neyden bahsettiğimi pek anlamadığım saatlere geçiş yapıyorum. mimarlık yapma isteğim, mimarlık ofislerinde durup başka projelerle haddinden fazla oyalandığım süre boyunca azalıyor; piyangoya benzer şeyler çıktığı takdirde aklımdaki mimarlık için işten istifa ettiğimi düşünmeye başlıyorum.

kafanı kaldırıp bir katedralin tavanına bakmak, gözlerini kısıp autocad ekranına bakmaktan çok daha faydalı ama kime neyi anlatacaksın? bir sokakta küçük bir yürüyüş, zamanla şekillenmiş detaylarda biraz kayboluş; ofiste son üç ayda yaptığım herhangi bir işten daha önemli ama kimi nasıl ikna edeceksin?

kimi niye ikna etmem gerektiğini de bilmiyorum, sorumlu olduğum kimse yok. bir çekirdek ailenin büyük oğluyum sadece, öyle büyük hedeflerim yok. çalıştıkça bozulduğumu görüyorum. bir türlü olmuyor, birçok şeyi kaçırdığımı hissediyorum. öylesine amaçsız geçiyor ki günler, tek beklentimi kupa finalini televizyonda izleyebilmek üzerine kuruyorum.

oteldeki televizyonun kahrolası uydusu, maç esnasında şifreye giriyor. maçı dışarıda izleyeyim desem, gece yarısı biten maçtan sonra geri dönmek başlı başına bir sorun. maç izlemeyeyim desem, yapacak daha iyi bir şey yok. neyse, ben daha fazla yazmak istemiyorum. yine aptal bir adamın aynı sayıklamalarından başka bir noktaya gideceği yok yazının belli.

bir kılıcım ve atım olsun isterdim. bir mouse ve sırtıma batan bir koltuğum değil.


18 Nisan 2011 Pazartesi

semboller









adada yaşayan bir köpek, yerçekimine meydan okuyan parlak bir gold ve yolun diğer tarafında olup da kendi tarafında olmayan şeyin peşine düşmüş iddialı bir kaplumbağa. bunların hepsi, ben sadece yoldayken başıma geliyor. gerçek hayat, o kadar fazla gerçeküstü detaylar sunuyor ki insanın önüne; bir yerlere tıkılı kalmanın kısırdöngüye girmiş bir kabustan fazlası olmadığını bile düşünmeye başlıyorsun. kendi adası olan kaç köpek var ki, bunlardan birisi de kaleköy'e yerleşmiş? akşam üstü güneşini şişeye hapsetmek de cini lambaya koymaktan daha kolay oluyor. gerçek malzemelerle, gerçek olmayan işlerin peşinde koşarken de hem günler bitiyor; hem de yaşadığın hayattan keyif alıyorsun. ihtiyaç fazlası bir filika satın alıp saat başı sahil güvenlik tarafından kurtarılmayı bile göze alıyorsun.

sezon açılışı

üzerimi değişip kutudaki hafiften ılımış son yudumu da boğazıma gönderdikten sonra, kaleköy'ün arka tarafında bir yerde kalan ve balıkçıların doğal barınak olarak kullandığı küçük koyun berrak sularında birkaç küçük adım attım. taşlar hafiften sivriydi. güneş, parçalı bulutların arasından bir görünüp bir kayboluyor ve doğa, baharın gelişini yeşille kaplanmış patikalar ve uçuşan envai çeşit hayvan ile kutluyordu. güzel bir pazar günü,  başka mevsimlerde gelip her seferinde yeniden aşık olduğum kaleköy'ün sırtlarında devam ediyordu.

suyun içinde biraz daha ilerledim, hemen sağ tarafta küçük balıkçı tekneleri vardı. diz kapaklarıma kadar gelince daha fazla yürümeye çalışmak yerine, sezon açılışını yapmaya karar verdim. ne kadar soğuk olabilirdi ki? hem altı gün bilgisayarın karşısında iki büklüm otururken, gözlerim ışıktan kamaşırken, bileğim ve omzum tutulurken yine iyi dayanan bünyem, soğuk suya mı boyun eğecekti?

birden atladım suya, işte geçen sene bıraktığım sonsuz mavilik, dipsiz bir coğrafya. insanı kendine getiren ve hayatı hissettiren soğuk bir su, ileride küçük kayalıklar. açıktan geçen tur tekneleri, bulutların arasından süzülen güneş ve yeşilin her tonu. yüzümü nereye dönersem döneyim, yaşamanın aslında hediye olduğunu anlatan binbir türlü detay. kollarım, ofiste geçen onca günden sonra gücünü yitirmemiş; edmond dantes gibi özgürlüğe doğru kulaç attım. ait olduğum yerdeydim, bir bilgisayara bakmıyor ve beş derece sola dönük duvarların planlarıyla uğraşmıyordum. hidroterapi odası yerine, akdeniz'in kendinden terapik sularında, ufka doğru yüzüyordum. jakuzinin elektrik bağlantısının nerede olacağı da umrumda değildi, 92 santimlik kapı açıklığı da bir sonraki güne kadar ilgi alanıma girmiyordu. yönümü kaybedene dek yüzdüm, basıncı şakaklarımda hissedene dek daldım.

denizden çıktığımda evrim geçirmiş gibiydim. ılık bir esinti üzerimi kurutana dek güneş gören bir kayanın üzerinde mutlu kertenkeleler gibi bekledim. çantada ılık olmasının hiç önemli olmadığı bir bira daha vardı, liverpool havlumun üzerinde onu da içtim. doğru zamanda, doğru yerde olduğumu hissettiğim nadir anlardan biriydi; bu gibi yerlerde olmak istediğim insana dönüşüyor ve kendimle çatışmıyordum. şikayet etmiyor ve gücümün farkına varıyordum. ruhum ve bedenim daha da güçleniyordu. en dik kayaları çıkabiliyor; kayadan inerken avuç içim keskin kayanın köşesine çarpıp kanamaya başlasa bile bunu sorun etmiyordum. odaklanmaktan mustarip, beş dakikada bir internete giren ve hafta içi yaptıklarımı bir mankurtun günlüğü başlığında toplayabilen ben; doğru şartlar altında limitlerimin üzerine çıkıyordum.

sezonu açıp kayanın üzerinde kuruduktan sonra üzerimi değiştim. dolunay, ilerideki dağların arasından yükselmeye başladığında, çoktan bir bira daha içmiş ve bir kaya mezarının kenarına inmiştim.



timeless






15 Nisan 2011 Cuma

yalanlar, yalanlar ve yalanlar

iç mimarlık dergilerinin etrafımı kuşattığı ve odaklanamadığım için kelime oyununda ardı ardına kaybettiğim bir öğleden sonrasındayım. .dll uzantılı sistem dosyalarım bozulmuş gibi. bir formatın zamanı gelmiş de geçiyor, beni ancak kaleköy kendime getirebilir. iskelenin ucunda bir bira, turkuazın sonunda bir bira daha. bir gün batışı ve kalenin surlarında durup da benliğimi unutmak. bir çok şeyin bozulduğunu hissediyorum. başka yerde yazan cümleler fazla geliyor, dergilerin içinden rastgele çekip çıkardıklarımın tamamı göz göre göre yalan söylüyor.

işte 2008 şubatında çıkmış bir dergiden cümle: "bu aydınlatma; beynimizin kontrolünü yitirdiğimiz anı hatırlatan, bilinçaltımızdan dışarı fırlayarak saklanmayı reddeden bir aşk objesi". üç dört kere okudum ve ne demek istediğini hala anlayamadım. sevgililer günü dolayısıyla şubat ayında sağa sola aşk kusan dergilerden herhangi birisi işte. söz konusu lamba ise tropik bir hayvanın tenasül organına benziyor. böyle şekilsiz bir şey yapıp da bunu bilinçaltından geçirebilmek, dergilere çıkmak için yeterli sanırım. tüm sayfalar kırmızı, kalp ve iddialı cümleler içinde kalmış. fotoğraflar ve yanlarında da ürünlerin fiyatları; dekoratif tüy: 7.5 tl. kalp formlu mum: 39.50. üç tane dekoratif tüy alsam 20 lira olur mu ağbi?

derginin her sayfası sorun çıkartmak isteyen huzursuz ruhum için hazine değerinde. mesela, yorgan özel sayfasından bir cümle: "zarif nevresimler ve şık aksesuarlarla evinizde kendinize özel romantik köşeler yaratabilirsiniz." yatak örtüsü: 595 tl. debenhams şamdanlar: tanesi 520 euro. iki tane şamdana 1000 vereyim, sarın bana bunları. içimdeki boşluğun nedeni debenhams şamdan ya da dekoratif tüy olabilir. bir tüy kadar hafif olmak istiyorum ben de. yerçekimi 9.8 ile çekmesin beni arzın merkezine.

hımm, her sayfada ayrı manifesto ayrı bir insan cinneti var: "biz evimizin her köşesinde yaşıyoruz, salon ya da oturma odası yok. felsefe olarak tercih etmiyoruz. insanların evin en güzel köşesini kendilerine değil misafirlerine görmesi çok saçma. biz kendimiz için yaşıyoruz."

"bu müstakil ev, somuncuoğlu ailesinin pozitif yaşam enerjisini kapıdan giren herkese hissettiriyor." para var, huzur var. para var, pozitivist ne kadar güzellik varsa var. benim otel odam da, bunun tam tersi işte. girince, negatif enerjiyle çevreleniyor ve ne halt etmeye burada dolaştığını sorguluyorsun. bir iç mimar dokunuşu lazımmış sanırım fakat otel sahibinin parası yetmemiş. hayret, işini bilen bir adama benziyordu oysa. nakit çalışıyor ve aylık hesabı bozmuyordu. bazen olmuyor sanırım.

istanbul sokaklarının ilham verdiği bir tasarımcı ile yapılan soru-cevapla devam edeyim. istanbul sokakları, adamımıza ilham vermeden önce saçını başını dağıtmış ve biraz da yerlerde sürüklemiş sanki. herif biraz önce tamamlanan kavgadan henüz ayıklanmış gibi.

- dekorasyonda sizin için vazgeçilmez obje?
- vual perde ve eski bir ayna

- evinizin olmazsa olmazı
- sırları dökülen bir ayna

- size istanbul'u sevdiren üç neden?
- hiçbir şey umrunda değil, her an her şeyi yapabilir, şizofren.

okudukça içim şişiyor ve dışarıdan benim de böyle görünüp görünmediğimi merak ediyorum. baştan sona lavuklukla dolu bu dergiyi bir kenara bırakıp, marie claire maison'dan rastgele bir sayfa açıyorum:

haaz deri koltuk. 17.000 euro + kdv.

-fiş almasam kaça olur? öğrenciyim de.




holy wars

bir bankonun gerisinde ayakta dikilip biraz önce verdiğim büyük seçim siparişimi beklerken, sol taraftan gelen kadın hızlı adımlarla yaklaşıp "benim kolam zero olacaktı, böyle de olmaz ki ama" diye bankonun diğer tarafında koşuşturan kıza çıkıştı. aradan bir dakika geçmeden, bu sefer sağdan yaklaşan tanımlayan bir cisim de "benim patatesim tuzsuz olacak" diye üsteledi. ne istediğini bilen ve kendilerini iyi tanımlayan, benmerkezci iki gerizekalı arasında kulaklıklarımı takıp megadeth ile izolasyonu sağladım. kulaklığım yerine güzelinden iki kılıcım olsa, mcdonalds tarihinin gördüğü en kanlı eylemi gerçekleştirecektim. coca cola zero'yu yatırım amaçlı değerlendirmiyorsan, ne bu şiddet bu celal? patatesinde biraz tuz olsa ne olacak; sağlıklı bir hayatın hafif adımlarıyla kırlarda mı koşacaksın? hiç mi üşenmiyor ve yorulmuyorsunuz bu detaylarda kaybolurken, son adımına kadar her şeyin sizin karar verdiğiniz gibi olmasını isterken?

üyesi bulunduğum tür yine üzerime üzerime gelmeye başlamış, yarattıkları kurallar ve bunların ekseriyetle benim aleyhimde işlemesi moralimden ziyade sinirlerimi bozmaya yetmişti. ay sonuna kadar otelede kalacak ve sonra da başımın çaresine bakacaktım. otuz günlük ücreti beş yüz lira olan otelin, on sekiz günlük ücreti de aynıydı. fakat işe bir hafta geç girdiğimden, patronum sekiz günlük kesintiyi ay sonunda anında kesmişti. otel tam para alırken, maaş bir hafta kesikliydi. 

bankonun önünde biraz daha bekledim. ihtiraslı beden, kolasını verip yerine zerosunu aldı ve masasına geri giderken söylendi. mitolojik bir tanrı olsaydım, elinde tuttuğu bardağa şimşek çaktırır ve kadının kaşlarıyla yeni boyattığı saçlarını büyük bir keyifle yakardım. fakat tanrı değildim, görünüşe bakılırsa insan olmak konusunda bile yeterince başarılı değildim.

büyük seçimim geldi, tepsiyi alıp uzak bir masaya kuruldum. bir gazetenin seyahat eki vardı yan masada, ona uzandım ve sıcak patatesleri soslara bulayıp yerken de biraz göz gezdirdim. tropik adalar ve onların aynı tropiklikte isimleri. cancun, phuket, maldiv... ilk sayfada beyaz kumların üzerinde gülerek dolaşan bikinili bir kadın ve onun beyaz dişli eşi vardı. etrafta çocuğa benzer bir organizma gözükmüyordu. belli ki bir balayı temsiliydi bu fotoğraf, yeni evli çiftimiz hayallerinin tatiline gelmiş ve bir tropik adanın kulübesinde de sevişmişlerdi. bir haftalık balayından sonra sonra şehre geri dönecekler ve işlerine kaldıkları yerden devam edeceklerdi. bankada çalışan kadın öğlen arasında canı çok istediği için mcdonalds'a girecek ve zero istediği halde kendisine normal-rezil-sağlıksız ve ölümcül kola veren çalışana çıkışacaktı. herkes işini iyi yapmalıydı. yapamıyorsa da çekip gitmeliydi.

gezi ekindeki fotoğraflara bakıp yemeğimi yerken, başka bir hayatın ellerimden gün be gün çekip gittiğini ve bunun farkına vardığım için mutsuz olduğumu, bu mutsuzluğu da uzun yürüyüşlerden sonra büyük seçim menüler alarak geçiştirmek istediğimi düşündüm. kendime dair endişelerim, ranch ve barbekü sosa batırdığım patateslerden sonra bile düzelmiyordu. açık olan bilgisayarım, geri dönmemi bekliyordu.

ofise geri dönerken bilgilerimi güncellemek için iş bankası atmsine uğradım. kartı soktum ve telefon numaramı değiştirmek istediğimi belirttim. bana kartın numarasını sordu. orospu çocuğuna da gel hele, kartım atm'nin içindeydi. işlemi iptal edip kartı aldım, üzerindeki numarayı telefonuma yazdım ve kartı geri soktum. teknoloji beni yoruyor ve yıldırıyordu. telefon numaramı güncelledikten ve dışarıdaki insanların arasında, onlardan biri olmadığıma emin olarak yürüdükten sonra ofise geldim. temizlik günüydü ve ben dışarıdayken odam temizlenmişti. kahve lekeleri taşıyan lake masam bembeyaz gözüküyor ve yerler ışıldıyordu. yerime geçtim, iş bankası internet şubesini açtım. parolamı, güvenlik kodumu, karşılama mesajımı ve bunun gibi daha bir sürü kahrolası şeyi defalarca sorarak zaten bitik bir adama dönüşmek üzere olan varlığımı yerlere çalan iş bankası'na küfredip geri çıktım. özel sorum air idi. cevabına jordan yazdım. bunu tutturmuştum fakat biraz önce belirlediğim şifremi iki kere üst üste yanlış girdiğim için, ekranda 444'lü bir numarayı aramam gerektiği yazıyordu. aramayacaktım. geçen hafta, kredi kartı şifremi belirlemek için aradığım telefon bankacılığı, beni dakikalarca telefon başında bekletmiş ve reklamlarını zorla dinlettirdikten sonra 5.80 liramı da almıştı. bir şeyleri yerlere attıktan sonra, onun üzerinde yorgunluktan bacaklarıma kramp girinceye dek tepinmek, küfretmek, haykırmak ve en yakın binayı havaya uçurduktan sonra bir sigara yakmak istemiştim.

hayat bana zordu ve ben mevcut yapımla bunu daha da zorlaştırıyordum. imkansızlaştırıyor ve birkaç yere doğru rakamlarla harfleri bile giremiyordum. aklımda başka şeyler ve tanıdık gelen bir bıkkınlık oluyordu. beynimin çok büyük bir kısmı bağımsızlığını ilan etmiş ve benimle ilişiğini kesmiş gibi geliyordu. 

mutfağa gidip bir kahve yaptım, bu sırada hemen yakınımızdaki okuldan istiklal marşı yükselmeye başladı. eski günlerden kalma hoş bir sedaydı cuma günü okunan istiklal marşı. her şey, bir sonraki pazartesiye kadar bitmiş demekti. top oynamak istersen tonla çocuk bulurdun, terli terli su içerdin, önü açılan ayakkabıyı nasıl izah edeceğini düşünürdün.

geçen yılların ardından bu sefer istiklal marşı okuyan ben değildim, kahveyi yapıp tertemiz masaya geri geldim. biraz çizime baktım, yapamayacağıma emin olduktan sonra play tuşuna bastım. son dinlediğim şarkıdan devam etti:

holy wars: something i don't understand!


moon is full here

internetin duvarları arasında küçük bir sekinti, beni hayatımın geri kalanında benzerini çekmek istediğim bir fotoğrafın önüne götürdü bıraktı. anthony ayiomamitis diye bir adam işte, dolunay yükselirken doğru yerde doğru ekipmanla duruyor. insanın tüylerini ürperten kareleri bulup çıkarıyor. ay bir kez daha dolmaya başlamışken, bana mesaj veriyor. aynısını olimpos kalesi için yapacağım güne dek, onurlu direnişim sürecek. şimdi fitness salonu ve taytlı insanların düzenli hareketler yaparken terlediği türlü madrabazlıklara geri dönebilirim. burada kalıcı değilim, bir arkadaşa bakıp çıkacak idim.



14 Nisan 2011 Perşembe

bir mankurtun günlüğü

dört gündür devam eden autocad sağanağı dinecek gibi değil, patronun "tavanlar öyle değil, böyle olacaktı" hamlesi bir sürü saatime mal olsa da iş başı değil, ofise geldiğim gün başına para aldığımdan bunu sorun etmedim. baştan söylemezsen ben nereden bileyim tac mahal'ın tavanı gibi tavan istediğini be adam diye seslendi içimden bir ses, ona sessiz olmasını söyleyip çizime devam ettim. perşembe öğleden sonrasında, yağmurlu bir gündeyim ve sadece yazı yazmak istiyorum. bir kahve yapıp rajaz dinlerken, sonsuzluğu anımsatan cümlelerin peşinden koşmak ve sabah erken saatlerde aklıma gelen fakat gün içinde göz göre göre yok olan fikirleri temize çekmek istiyorum ama olmuyor işte. boynum ve omzumun bir yeri sızlıyor, alnımın arkasındaki kronik ağrı da ellerini biraz daha ovuşturuyor ama yapacak başka bir şeyim yok. ayağıma dolanan bu proje sayesinde ne başka bir şeye dikkatimi verebiliyorum ne de kitap okuyabiliyorum. tam bir gerizekalı gibi yemeğimi yedikten sonra uyuyor, sabah kalkıp ofise gelirken de projenin hangi aşamasında olduğumu bilmiyorum. içimdeki yeteneği açığa çıkaracak bir insana, bir mentöre ihtiyacım var. eğer zerre yeteneğim yoksa da, gerçek bir yeteneksiz olduğumu ve daha fazla zaman kaybetmeden buradan defolup gitmemi söyleyecek bir dumura uğratıcı lazım. öyle muallaktayım ki, yetenekli ya da yeteneksiz olduğuma dair en ufak bir fikrim yok. belki doğru bir yönlendirme ile çok önemli işler yapabilecekken, hayatta iz bırakabilecek ve ses getirebilecekken; ben tamamen alakasız işlerle hem hevesimi kaybediyor hem de kendimi köreltiyorum. örnekler biraz uç ama, michael jordan'a futbol oynatmak; frank lloyd wright'a da beyzbol sopası tuttumak gibi. bazı insanlar belli bir görevi yerine getirmek için doğarlar ve onların önünde hiçbir şey duramaz. zanzibar'da doğan ve günün birinde wembley'de konser veren freddie mercury'i hiçbir şey engelleyememişti. zanzibar'da kalsa ve sesini kullanmasına gerek olmadığı bir işte ömrünü tükettikten sonra da ölüp gitse, bugün "the show must go on" a dair bir şey bilmiyor olacaktık.

işte benim de saplanıp kaldığım nokta bu: ortaya çıkarılması gereken bir yeteneğim ya da üzerine eğilmem gereken güçlü bir yönüm var mı yoksa yapabileceğim en iyi şey, bir autocad ekranı başında akşama kadar oyalanıp sonra uyumaya gitmek mi? benim olmayan saatlerim nedeniyle kendimi tanıyamıyorum. ben aslında kimim? limitlerim ne, eğer doğru şartlar geldiğinde dönüşeceğim insan nasıl birisi?  doğru şartların gelmesini beklemek yerine bunları yaratmak gerekiyor belki de fakat şu an, neredeyse durmaya yakın beynimin sayıklamalarını yazıyorum. sinirleniyorum ve eğer ortaya çıkarılması gereken bir yönüm varsa; bu yönün üzerine kürek kürek toprak attığımı fark ediyorum.

ne bileyim, illa ki mimarlık yapmak zorunda değilim. seçeneklerim de özel sektör ya da kpss sonrası devlet dairesi olmamalı. star wars'taki mekanları tasarlayan, başka bir gezegen ve uzay gemisi hayal edebilen, fotoğraf çekip bunları yorumlayan ya da sanal ortamda kainat yaratabilen adamlar var. benim tek yaptığım ise, herhangi bir yetenekten ziyade beyinsiz gibi çizip durmaktan başka bir şey gerektirmeyen bir işe saplanıp kalmam. bu durumdan şikayetçiyim. elektrik projesini neden benim çizmem gerektiğini de pek anlamış değilim. neden sürekli az zamanımız olduğunu, adamların sürekli proje beklediğini, acele etmemiz gerektiğini de anlayabilmiş değilim. sakince düşünüp acele etmeden eyleme geçersem, istediğim şeyleri yansıtabileceğimi hissediyorum. fakat bunun modern dünyada daha doğrusu bu piyasa şartlarında karşılığının olmadığını da biliyorum. piyasayla neden bu kadar içli dışlı olduğumu ve ona bağımlı hale geldiğimi de kestiremiyorum. mimar olmak, illa ki saçma sapan asmatavanların ve duvarların arasında akşama kadar debelenmek değil ki. bunu az çok anladığım halde, yapacak pek bir alternatif yok. tembel birisi de değilim fakat gün geçtikçe tembelleşiyor ve benim olmayan bir hayatın içinde, "save as" yapıp çıkıyorum.

bu ben değilim de peki ben gerçekte kimim?




13 Nisan 2011 Çarşamba

next tweet manyaklıkları

aşağıdaki cümleler bir bilgisayar programı tarafından rastgele oluşturulmuştur. artık beynimi boş yere meşgul edip bir şeyler yazmaya çalışmayacağım. çalışsam bile bu yaratıcılığın binde birine ulaşmazdım zaten:

"Fakir ülkelerin mimarlığı olmadığı gibi, dünü de piyasa mimarı olamaz. 5 yıldızlı otel nedir ki bu, bir!"

"Chuck norris isterse yumruk atabilir o kadar! dünya'ya dışarıdan bakıp içeyim bu aralar."

"Sabahın köründe tenis dersi alan ve bundan sonra cumartesi çalışacağı bir kabileyi öldürecek kadar!"

"The beatles'tan başkasına basıyor tv'yi kapatıyorum fakat yine kapalı. hem de yetti artık."

"Büyümek sıkıcı da, ihtiyar bir tiyatro. en büyük cumartesi çalışmamak planını uygulamaya başlayacağım."

"If i was blind. this would be panpa! iki boş koltuk. sümeyye: return of the beatles'tan başkasına basıyor?"

"Cehenneme giderken ikametgah ilmuhaberi, adli sicil kaydı ve sharapova'dan hallice oldum."

"Ben giremeyince siz neyin peşindesiniz orospu çocukları diye. bu sefer girebiliyor fakat sonra isa'nın da?"

"Deri mağazası yapan yumruklarla yayın bile yasadışı bir yorum. valla sövmeden devam etmek istiyorum?"



12 Nisan 2011 Salı

sol ayağın izinde

her şey, defanstan seken topu hiç bekletmeden sol ayağıyla kaleciye doğru zımbalayan ve liverpool'u manchester city karşısında 1-0 öne geçiren andy carroll ile başlamıştı. o sırada antalya'da bir otelde kalıyor ve haftanın altı günü aynı ofise gidiyordum. iş sıkıcı ve anlamsızdı; akşam olsa da yatsam, ay sonu gelse de maaş alsam diye bekliyordum. bu beklemelerim bana boyun ağrısı ve göz seğirmesi olarak geri dönüyordu. steven gerrard'ın nisan ayında sezonu kapattığı ve liverpool'un bir kez daha şampiyonluk potasından uzaklaştığı kötü bir yıldı. devre arasında chelsea'ye giden torres de kötü bir yılın güncesine elinden geldiğince katkı sağlamış fakat kupalar için bıraktığı liverpool'un lanetiyle daha tek bir gol bile atamamıştı.

hatırlıyorum, 12 nisan sabahıydı. rüzgarlı bir günde liverpool montumu giymiş ve you'll never walk alone dinleyerek işe gelmiştim. bilgisayarı açar açmaz liverpool maçının gollerine bakmış ve sonrasında artık daha fazla ofiste kalmak istememiştim. king kenny'nin askerleri, arap sermayesini ve açgözlü kulüpleri bir kez daha anfield'e gömerken daha fazla uzak kalamazdım artık. çizdiğim projeler bana ait değildi, içinde bir dakika bile duramayacağım alçı tavanlı cehennemler yerine bulutların altında uzanan anfield'te olmak istiyordum. atkımı iki elimin arasında gerdirip marşlarla yeri göğü inletmek, maçtan önce ve sonra bira içmek istiyordum.

üzerinde çalıştığım projeyi kapatmadan birden ayaklandım, montum üzerimdeydi. bir daha dönmeyecektim ofise, içimdeki bulantı iyice yükselmiş ve ağzı seviyemi geçip burnumun altında bir noktaya ulaşmıştı. birkaç gün sonra nefes alamamaya başlayıp moraracaktım. benim olmayan bir hayatın dakikalarını istemiyordum artık, yapamıyordum. insanların izler bıraktığı bir hayatta suya yazı yazıyordum sanki, bir sonraki gün yaptığım hiçbir şey kalmıyordu ve sıfırdan başlıyordum. bir projeyi yetiştirsem, iki üç gün sonra başka bir tane geliyor ve ne hikmetse aynı sıkıntıları ve bıkkınlığı yaşıyordum. kırmızı formalılar bir cumartesi öğleden sonra "this is anfield'"e el basıp sahaya çıkarken, ben bir elimde mouse ile saat tüketiyordum.

kimseye haber vermeden ofisten çıktım...

-----

iş öyle berbat bir hale geldi ki ne başka bir şeye konsantre olup cümle kurabiliyorum ne de tek çizgi çizebiliyorum. gelecek bir tarihte, liverpool'da geçen bir hikaye yazmak istemiştim. daha kaçıncı paragrafta kontrolü kaybettiğimi bile bilmiyorum. birisi şakağımı tekmelemiş gibi, alnımın arkasında bir yer zıvlamakta. o kadar nefret ediyorum ki şu uğraştığım işlerden, o kadar faydasız ve incikli boncuklu işler ki, başka ne iş olsa yaparım ağbi diye belediye başkanının kapısında yatacağım. seneye bugün her şey bitecek, belki kpss'ye hazırlanmak için işi bırakacağım belki de başka bir ülkede başka bir iş peşinde koşacağım. asma tavanından geçen gizli ışığın allah belasını versin.

11 Nisan 2011 Pazartesi

kaçış yok

geleneksel "iş yetiştirme" festivali, yeni bir pazartesiyle daha start aldı. bu seferki misyonum: bir sürü kesiti, görünüşü, tavan ve elektrik planını çarşamba akşamına kadar yetiştirmek. duvarlar dik değil, saçmasapan kavislerin tanrısal bir ısrarla indirildiği lanetli topraklardan hallice. o kadar berbat bir misyon ki bu, daha akşam olmadan yüreğim kabardı, üç vakte kadar bana yol göründü. çok güzel geçen hafta sonunu, olimpos kalesine çıkan patikayı, ağaçların arasından ıslık çalarak geçen rüzgarı, ormanı, tuborg gold'u, ailecek yenilen yemeği ve vanilya renginde bir gün batışını şimdiden sıfırladı. nasıl yetiştireceğim konusunda daha öncekiler gibi bir fikrim yok ve bir saatten fazla projeye baktığım zaman hipnotize oluyorum. zoom in zoom out hastalığı ruhumu ele geçiriyor ve deve derisinden başlığıyla boş boş bakan mankurt gibi çizgilere bakıyorum. bakıyor da bir şey anlamıyorum, içimdeki sıcaklık artıyor ve yeniden tongaya düşüşümü kutluyorum. kaçarcasına uzaklaştığım her şey yeniden beni buldu. iş yapmak yerini iş yetiştirmeye bıraktı, yine bir teslim tarihi ve yine bana patlayan bir sürü şey. altından nasıl kalkacağımı bilmiyorum, çarşamba akşamına yetişmesi için en az üç kişiyle çizmek lazım böyle bir şeyi fakat görünüşe bakılırsa yalnız başımayım. nasıl yarrak gibi bir durum anlatamam. mimarlık yapmak isterken geldiğim noktaya hayret ediyorum, suretinden bile tiksindiğim her ne varsa bunların teknik çizimleriyle vakit harcıyor ve haftanın sadece bir günü kendim olabiliyorum. ofiste olduğum vakit çatılan kaşlar, ancak cumartesi akşama doğru rahatlıyor. bira içtikten sonra ormanda koşarken, nefes nefese kalıp çam iğnelerinin üzerinde uzanırken, bir mozaiğin kenarında tarihe, bir vizörün arkasından da manzaraya bakarken sevdiğim hayat; birkaç gün sonra yetiştirmekle tehdit edildiğim bir projenin önüne fırlatıyor beni. ne üzerinde düşünmeye ne de köşe bucak anlamaya vakit var. çarşamba akşam derken, "hangi çarşamba bu" da diyemiyorsan. sistem, genelde ilk çarşamba üzerinden işliyor. patron odaklı ve kurumsallıktan fersahlarca uzak bir ofiste, sinirini bozduğunla ve alternatifsizliğe ettiğin isyanla kalıyorsun.

hayır öyle bir köşeye sıkışmışlık hissi ki, yandaki parka ufo inse, beni de götürün diye tanımadığım adamların tanımadığım paçalarına yapışacağım. dairesel bir pencereden aşağı bakarken canımı sıkan işlerin aşağıda kaldığına, her şey dahil otellerin her şeyiyle birlikte cehenneme gidecek olmasına sevineceğim. küçük bir ufoda son teslim tarihi olmadan yaşayıp gideceğim. uzaylıları, kırmızı tuborg'un galaktik büyüsüyle kandırıp ay yüzeyinde bira içtikten sonra, karmakarışık mavi gezegene bakacağım. geride kalan her şey için bir kırmızı daha açıp o anda ofiste olan ve teslim tarihine birkaç güne kala çalışmaya odaklanmaya çalışan başka bir adamı düşüneceğim. 

fakat o adam şimdilik benim ve istatistiklere bakılırsa, son iki yüzyıldır antalya'ya pek ufo uğramıyor.