geleneksel "iş yetiştirme" festivali, yeni bir pazartesiyle daha start aldı. bu seferki misyonum: bir sürü kesiti, görünüşü, tavan ve elektrik planını çarşamba akşamına kadar yetiştirmek. duvarlar dik değil, saçmasapan kavislerin tanrısal bir ısrarla indirildiği lanetli topraklardan hallice. o kadar berbat bir misyon ki bu, daha akşam olmadan yüreğim kabardı, üç vakte kadar bana yol göründü. çok güzel geçen hafta sonunu, olimpos kalesine çıkan patikayı, ağaçların arasından ıslık çalarak geçen rüzgarı, ormanı, tuborg gold'u, ailecek yenilen yemeği ve vanilya renginde bir gün batışını şimdiden sıfırladı. nasıl yetiştireceğim konusunda daha öncekiler gibi bir fikrim yok ve bir saatten fazla projeye baktığım zaman hipnotize oluyorum. zoom in zoom out hastalığı ruhumu ele geçiriyor ve deve derisinden başlığıyla boş boş bakan mankurt gibi çizgilere bakıyorum. bakıyor da bir şey anlamıyorum, içimdeki sıcaklık artıyor ve yeniden tongaya düşüşümü kutluyorum. kaçarcasına uzaklaştığım her şey yeniden beni buldu. iş yapmak yerini iş yetiştirmeye bıraktı, yine bir teslim tarihi ve yine bana patlayan bir sürü şey. altından nasıl kalkacağımı bilmiyorum, çarşamba akşamına yetişmesi için en az üç kişiyle çizmek lazım böyle bir şeyi fakat görünüşe bakılırsa yalnız başımayım. nasıl yarrak gibi bir durum anlatamam. mimarlık yapmak isterken geldiğim noktaya hayret ediyorum, suretinden bile tiksindiğim her ne varsa bunların teknik çizimleriyle vakit harcıyor ve haftanın sadece bir günü kendim olabiliyorum. ofiste olduğum vakit çatılan kaşlar, ancak cumartesi akşama doğru rahatlıyor. bira içtikten sonra ormanda koşarken, nefes nefese kalıp çam iğnelerinin üzerinde uzanırken, bir mozaiğin kenarında tarihe, bir vizörün arkasından da manzaraya bakarken sevdiğim hayat; birkaç gün sonra yetiştirmekle tehdit edildiğim bir projenin önüne fırlatıyor beni. ne üzerinde düşünmeye ne de köşe bucak anlamaya vakit var. çarşamba akşam derken, "hangi çarşamba bu" da diyemiyorsan. sistem, genelde ilk çarşamba üzerinden işliyor. patron odaklı ve kurumsallıktan fersahlarca uzak bir ofiste, sinirini bozduğunla ve alternatifsizliğe ettiğin isyanla kalıyorsun.
hayır öyle bir köşeye sıkışmışlık hissi ki, yandaki parka ufo inse, beni de götürün diye tanımadığım adamların tanımadığım paçalarına yapışacağım. dairesel bir pencereden aşağı bakarken canımı sıkan işlerin aşağıda kaldığına, her şey dahil otellerin her şeyiyle birlikte cehenneme gidecek olmasına sevineceğim. küçük bir ufoda son teslim tarihi olmadan yaşayıp gideceğim. uzaylıları, kırmızı tuborg'un galaktik büyüsüyle kandırıp ay yüzeyinde bira içtikten sonra, karmakarışık mavi gezegene bakacağım. geride kalan her şey için bir kırmızı daha açıp o anda ofiste olan ve teslim tarihine birkaç güne kala çalışmaya odaklanmaya çalışan başka bir adamı düşüneceğim.
fakat o adam şimdilik benim ve istatistiklere bakılırsa, son iki yüzyıldır antalya'ya pek ufo uğramıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder