21 Nisan 2011 Perşembe

on para ver

bir bando takımı ısrarının hemen kenarındayım. 23 nisan için aynı marşı saatlerdir çalıyorlar ve saçma sapan marşın adı, literatürde bilinen adıyla on para ver. işte sözleri:


"on para ver on para ver

on para yoksa beş para ver
on para ver on para ver
on para para para para"


liriklerde pink floyd deneyselliği, ezgilerde de camel çeşitliliği. aynı marşı bundan seneler önce benim de çalmış olmamın yüzümü güldürmeyen örtüşmesi. bando takımındaydım evet, altın sırmalı tuhaf şeylerin kırmızı üniformanın sağından solundan sarktığı ve bunu aynı çirkinlikte bir şapkayla tamamladığımız o eski günler. trampetçiydim ve dört marşı sırayla çaldıktan sonra başa dönmekten nefret ederdim. bando takımına girmek ya da çıkmak insiyatifimde olmadığından milli bayramların bir an önce bitmesini beklerdim. öğretmenlerin dediğinin emir olduğu ve tamamen koyunlaştırıldığımız lisede, bir ara atatürk'ün sevdiği şarkıları flütle çalan ekipte başka bir ara da bir oratoryonun ne anlatmaya çalıştığını anlamadığım bir sahnesindeydim. edebiyat öğretmenime bir kez kafa tuttum, onda da sabrım taşmıştı artık. berbat bir mizah temsilinde oynamam istenmişti ve karnemde 1 görmek pahasına da olsa bunu kabul etmemiştim. mizahın kötü temsili kadar beni sinirlendiren bir şey olmamıştır. kararlılığımı gören öğretmen de bana dadanmaktan vazgeçmişti. sonraki günlerde benden umudu kesmesi, sınıf arkadaşlarım kusmuk sarısı pantolonlarla koroda gevelerken benim büyük bir mutlulukla dışarıda kalmama neden olmuştu. liverpool atakları hariç, organize yapılan her işten nefret ederim. buna tüm yörelerin tüm oyunları da dahil.

marşlar devam ederken, ben de çalışamayacağıma ikna oldum ve başka işlerle uğraşmaya başladım. insan zamanla alışır ya hani çalışmaya ya da bunun gibi dayatmalara; ben çalışamamaya alışmışım, ne yaparsam yapayım çalışma sürelerimi arttıramıyorum. internetin ucundaki duvarın üzerine çıkıp aşağıyı seyrediriyorum, ayakkabılarımın ucuna bakıyorum, bir sonraki ayakkabı ucuna bakma etkinliğinde belki babadağ'dan aşağıya, ölüdeniz'e inerim; belki de başka bir yamaçtan aşağıya. içerideki ben, ben değilim. bu isteksiz vücut ve hedefsiz beyin bana ait değil. bir rüzgarla taşınan ve ancak üzerinde gökyüzü varken özgür olan bir varlığım, haftanın sadece bir günü kendine gelebiliyor. diğer günler, vasıfsız bir etim. kasap vitrinindeki kafasız hayvan gövdesi gibiyim; bir tek malum yerimde karanfilim eksik.

gün, perşembeden cumaya evrilirken hafta sonu kaş-xanthos-kaputaş üçgeninin mi yoksa, olympos-çıralı çizgisinin mi daha yerinde bir karar olacağını kestiremiyorum. geçen hafta denize girdim ve deniz suyu sıcaklığını pek umursamayacak kadar içtiğim için bu sorun olmadı. vurdumduymazlar olimpiyatında sırt üstü dünya rekoru kırdım, madalya diye boynuma bir bira daha astılar. mecburen onu da ılımadan içtim.

bununla birlikte beni gülümseten mizansenler de yok değil. mizah temsiline zerre tebessüm etmezken, iş arkadaşımın verdiği hurmalara çılgınca gülmek istiyorum. annesi umreden mi ne gelmiş, hurmayla birlikte tespih getirdi sabah. bana ait hurma ve tespih var şu an çekmecemde. yavaştan servet yapmaya başladım ha. işler düzeliyor, istatistiklere göre dokuz gün sonra da maaş alıyorum. 

ama yine de, hurma yerine para almak isterdim. ünlü marşın da dediği gibi:

"on para ver!"



Hiç yorum yok: