1 Nisan 2011 Cuma

başucumda kırmızılar

son gördüğüm paramparça olmuş köpekler ve kırmızı tuborg'un yeni kutuları oldu. başıma sert bir darbe almış gibiydim. kulaklarımdan sızan kan boynumu takip ediyor ve oradan yastığıma bulaşıyordu. tavanda eski bir vantilatör ve dışarıdan gelen belli belirsiz sesler; başka odalarda kalan başka insanlar. gözlerimi açmak istesem de başaramadım, kanlar içinde kalan bir köpekle göz göze gelip sonsuz bir uykuya daldım. 

üç saat öncesi...

ayın son gününe geldiğim halde cumaya varamamış olmamın şaşkınlığını taşıyan metabolizmam, kendisini kırmızı tuborg içmeye şartlandırınca ve otele dönerken girdiğim ilk markette de kırmızı tuborg'un yeni ve daha güzel ambalajını görünce, martı uğurlamak farz oldu. maaşı almıştım ve bunu ıslatmalıydım. parayı değil katlanabilmeyi, her gün aynı şeyleri yapabilmeyi, bir koltuğun üzerinde akşamı getirebilmeyi ve içimde yanan her şeye karşın sakinliğimi muhafaza edebilmeyi kutlamalıydım. içimde yine bir şeyler yükseliyordu, bu dünya'da barınamıyordum.  bir şeyler benim için bir kademe daha zor oluyordu ve bu, cesaretimi kırıyordu. sürprizlerle karşılaşmamak için çevremdeki her şeyi aynılaştırıyordum. aynı siteler, aynı yollar ve aynı bira.

üç kırmızıyı dolaptan çıkarırken, bu sefer üç kırmızının yetmeyeceğini hissettim. hava henüz aydınlıktı ve koca dünya'da yapacak başka hiçbir şeyim kalmamıştı. hiçbir şey için istek duymuyordum, bir şeyler okuyacak kadar ruh dinginliğine sahip değildim; belki bir film, belki de sadece müzik. üç kırmızıyı koltuğumun altına sıkıştırıp dördüncü süvariyi de dolaptan söktüm aldım. benim kıymetlilerimdi. önceden de öyleydi, bundan sonra da öyle olacaktı. istanbul'daki odam ve kırmızı tuborg duvarım aklıma geldi. eşyalardan nasıl kurtulacağımı bilemeyip çıldırdığım ağustos dışında ev iyiydi. koyu stor perdeler ışığı keser ve karanlığı diplere kadar yayardı. 

bir kırmızıyı yolda yürürken açtım. mekanlarda oturan insanlar, arabalar ve karşıdan karşıya geçen köpekler ile sıradan bir andı. daha önceden binlerce kez tekrarlandığı, mekanın kapısında bekleyen adamın "bunu daha önce de görmüştüm" bakışlarından belliydi. ilk yudumların soğukluğu, içimde yükselen volkanik dağı biraz sakinleştirdi. güneşin yatay ışıkları, yüksek binaların arasından geçip kırmızı kutunun ağzında parladı. bir elimde bira poşeti, diğerinde de bira; maaşımı henüz almış olmanın anlamsızlığı ve askerlikten kurtulmuş olmanın özgürlüğünde, her zamanki gibi, izleyeni çileden çıkartan yavaş adımlarla otelime doğru yürüyüyordum. yapacak hiçbir şey yoktu, beynimi ofisten çıkarken çekmeyece koymuş gibiydim. derin nefesler alan denize bakarak birkaç yudum daha içtim. willy olsaydı dışarıda içerdik ve sonra bir uçurumdan aşağıya işerdik. fakat willy ortalıkta yoktu, içtikten sonra arayabilirdim. sonsuza kadar bira içebileceğime pek inanmasam da willy'nin bunu rahatlıkla yapacağını, son birayı içtikten sonra bile açık petrol istasyonunda bir bira daha arayacağını düşündüm. ankara'da bir damacana bira içtikten sonra bile tek yaptığı bir bira daha bulmak için petrol ofisi'ne girmek olmuştu.

otele girdim, aynı merdivenleri bir kez daha çıktım. ikinci değil üçüncü katta kalıyordum ve bunun farkına daha önce varmamıştım. odaya girip giyotin pencereleri sonuna kadar açtım. akşam üstleri çıkan hafif esinti, eski perdeleri hafiften havalandırdı. ahşap doğramaların boyası çatlamıştı, yerdeki halıfleks ise ben lisede okuyup da isteksiz adımlarla dersaneye giderken döşenmişti. tuhaf, o gün dersaneye gitmeyip birkaç soru daha çözmesem, her şey tamamen farklı olurdu ve şu anda ne antalya'da olurdum ne de bir otel odasının yalnız akşam üstlerini elimde bira ile karşılardım. 

ilk birayı yürürken bitirdiğimden, ikinciye başlamak otel odasını buldu. akşama doğru görüşeceğimiz ev sahibi, evi başkasının tuttuğunu söylemişti markete girmeden önce. bekar olduğumu duyunca, muhtemelen önüne gelen ilk evli aileye evi verdi. tehlikeli ve namussuzdum, ne yapacağımı bilmediğim akşamlar bira da içiyordum.

amores perros'u izlemenin güzel bir fikir olacağını düşünüp gülümsedim. sonunda düşünmeye başlamıştım ve ofisteki çekmecede olan şey beynim değildi demek ki. daha önce izlemiş miydim? bazı sahneler çok tanıdık gelse de izlememiştim. yine bir yerlerde sızmadan önce mi karşılaşmıştım acaba? geçmişe dair bildiklerim yazdıklarımla sınırlı. yazdıklarım da bildiklerimle sınırlı. bloga başlayalı yedi buçuk ay olmuş desem, hadi oradan dersin değil mi? ben üç ay falan geçmiş zannediyordum fakat, 2011'e gireli üç ay oldu. 2011, insanlığın bir önceki seneye göre daha fazla çuvalladığı ve benim de daha az umursamaya başladığım kötü bir yıl oluyor. belki de asal sayıdır, ondan böyle yapıyordur.

paramparça köpeklere bakarken dördüncü kırmızımı da bitirdim. ayağa kalkınca ne durumda olduğumu görecektim. dört biradan sonra tuvalete giden bir süperkahramanım ben; mesaneman! ayağa kalkmamla tavanın bana yaklaşması bir oldu; hızlı içmiş ve hızlı sonuç almıştım. saatin kaç olduğunun önemi yoktu, zaten cuma da değildi. cuma, yarın olacaktı ve bir sonraki gün yeniden eve gidecektim. pazartesi sabah ise yeniden dönecektim. düzenli bir işim ve oldukça çişim vardı. yaşıtlarımın ne yaptığı pek umrumda değildi, ben de böyle bir insan olmuştum sonuçta. 

rüyamda kendimi gördüm. siyah montum ve siyah kapüşonlu bluzum vardı, saçlarım hafiften uzayıp laf anlamadığı için berbat gözüküyordum. ev arıyor ve bulamıyordum. paramparça köpekler, halimi hatrımı soruyordu. kırmızı tuborglar ise yeni üniformaları içinde, başucumda nöbet tutuyordu.


Hiç yorum yok: