15 Nisan 2011 Cuma

holy wars

bir bankonun gerisinde ayakta dikilip biraz önce verdiğim büyük seçim siparişimi beklerken, sol taraftan gelen kadın hızlı adımlarla yaklaşıp "benim kolam zero olacaktı, böyle de olmaz ki ama" diye bankonun diğer tarafında koşuşturan kıza çıkıştı. aradan bir dakika geçmeden, bu sefer sağdan yaklaşan tanımlayan bir cisim de "benim patatesim tuzsuz olacak" diye üsteledi. ne istediğini bilen ve kendilerini iyi tanımlayan, benmerkezci iki gerizekalı arasında kulaklıklarımı takıp megadeth ile izolasyonu sağladım. kulaklığım yerine güzelinden iki kılıcım olsa, mcdonalds tarihinin gördüğü en kanlı eylemi gerçekleştirecektim. coca cola zero'yu yatırım amaçlı değerlendirmiyorsan, ne bu şiddet bu celal? patatesinde biraz tuz olsa ne olacak; sağlıklı bir hayatın hafif adımlarıyla kırlarda mı koşacaksın? hiç mi üşenmiyor ve yorulmuyorsunuz bu detaylarda kaybolurken, son adımına kadar her şeyin sizin karar verdiğiniz gibi olmasını isterken?

üyesi bulunduğum tür yine üzerime üzerime gelmeye başlamış, yarattıkları kurallar ve bunların ekseriyetle benim aleyhimde işlemesi moralimden ziyade sinirlerimi bozmaya yetmişti. ay sonuna kadar otelede kalacak ve sonra da başımın çaresine bakacaktım. otuz günlük ücreti beş yüz lira olan otelin, on sekiz günlük ücreti de aynıydı. fakat işe bir hafta geç girdiğimden, patronum sekiz günlük kesintiyi ay sonunda anında kesmişti. otel tam para alırken, maaş bir hafta kesikliydi. 

bankonun önünde biraz daha bekledim. ihtiraslı beden, kolasını verip yerine zerosunu aldı ve masasına geri giderken söylendi. mitolojik bir tanrı olsaydım, elinde tuttuğu bardağa şimşek çaktırır ve kadının kaşlarıyla yeni boyattığı saçlarını büyük bir keyifle yakardım. fakat tanrı değildim, görünüşe bakılırsa insan olmak konusunda bile yeterince başarılı değildim.

büyük seçimim geldi, tepsiyi alıp uzak bir masaya kuruldum. bir gazetenin seyahat eki vardı yan masada, ona uzandım ve sıcak patatesleri soslara bulayıp yerken de biraz göz gezdirdim. tropik adalar ve onların aynı tropiklikte isimleri. cancun, phuket, maldiv... ilk sayfada beyaz kumların üzerinde gülerek dolaşan bikinili bir kadın ve onun beyaz dişli eşi vardı. etrafta çocuğa benzer bir organizma gözükmüyordu. belli ki bir balayı temsiliydi bu fotoğraf, yeni evli çiftimiz hayallerinin tatiline gelmiş ve bir tropik adanın kulübesinde de sevişmişlerdi. bir haftalık balayından sonra sonra şehre geri dönecekler ve işlerine kaldıkları yerden devam edeceklerdi. bankada çalışan kadın öğlen arasında canı çok istediği için mcdonalds'a girecek ve zero istediği halde kendisine normal-rezil-sağlıksız ve ölümcül kola veren çalışana çıkışacaktı. herkes işini iyi yapmalıydı. yapamıyorsa da çekip gitmeliydi.

gezi ekindeki fotoğraflara bakıp yemeğimi yerken, başka bir hayatın ellerimden gün be gün çekip gittiğini ve bunun farkına vardığım için mutsuz olduğumu, bu mutsuzluğu da uzun yürüyüşlerden sonra büyük seçim menüler alarak geçiştirmek istediğimi düşündüm. kendime dair endişelerim, ranch ve barbekü sosa batırdığım patateslerden sonra bile düzelmiyordu. açık olan bilgisayarım, geri dönmemi bekliyordu.

ofise geri dönerken bilgilerimi güncellemek için iş bankası atmsine uğradım. kartı soktum ve telefon numaramı değiştirmek istediğimi belirttim. bana kartın numarasını sordu. orospu çocuğuna da gel hele, kartım atm'nin içindeydi. işlemi iptal edip kartı aldım, üzerindeki numarayı telefonuma yazdım ve kartı geri soktum. teknoloji beni yoruyor ve yıldırıyordu. telefon numaramı güncelledikten ve dışarıdaki insanların arasında, onlardan biri olmadığıma emin olarak yürüdükten sonra ofise geldim. temizlik günüydü ve ben dışarıdayken odam temizlenmişti. kahve lekeleri taşıyan lake masam bembeyaz gözüküyor ve yerler ışıldıyordu. yerime geçtim, iş bankası internet şubesini açtım. parolamı, güvenlik kodumu, karşılama mesajımı ve bunun gibi daha bir sürü kahrolası şeyi defalarca sorarak zaten bitik bir adama dönüşmek üzere olan varlığımı yerlere çalan iş bankası'na küfredip geri çıktım. özel sorum air idi. cevabına jordan yazdım. bunu tutturmuştum fakat biraz önce belirlediğim şifremi iki kere üst üste yanlış girdiğim için, ekranda 444'lü bir numarayı aramam gerektiği yazıyordu. aramayacaktım. geçen hafta, kredi kartı şifremi belirlemek için aradığım telefon bankacılığı, beni dakikalarca telefon başında bekletmiş ve reklamlarını zorla dinlettirdikten sonra 5.80 liramı da almıştı. bir şeyleri yerlere attıktan sonra, onun üzerinde yorgunluktan bacaklarıma kramp girinceye dek tepinmek, küfretmek, haykırmak ve en yakın binayı havaya uçurduktan sonra bir sigara yakmak istemiştim.

hayat bana zordu ve ben mevcut yapımla bunu daha da zorlaştırıyordum. imkansızlaştırıyor ve birkaç yere doğru rakamlarla harfleri bile giremiyordum. aklımda başka şeyler ve tanıdık gelen bir bıkkınlık oluyordu. beynimin çok büyük bir kısmı bağımsızlığını ilan etmiş ve benimle ilişiğini kesmiş gibi geliyordu. 

mutfağa gidip bir kahve yaptım, bu sırada hemen yakınımızdaki okuldan istiklal marşı yükselmeye başladı. eski günlerden kalma hoş bir sedaydı cuma günü okunan istiklal marşı. her şey, bir sonraki pazartesiye kadar bitmiş demekti. top oynamak istersen tonla çocuk bulurdun, terli terli su içerdin, önü açılan ayakkabıyı nasıl izah edeceğini düşünürdün.

geçen yılların ardından bu sefer istiklal marşı okuyan ben değildim, kahveyi yapıp tertemiz masaya geri geldim. biraz çizime baktım, yapamayacağıma emin olduktan sonra play tuşuna bastım. son dinlediğim şarkıdan devam etti:

holy wars: something i don't understand!


Hiç yorum yok: