ofise geldiğim andan itibaren yaptığım işlere bakıyorum da, ne belli bir başlangıcı ne de sonu var. yarısından başlayıp son çeyreğe kadar devam ettiğim, başlayıp yarısında çıktığım, sonlandırdığım, rölövesini almaya gittikten sonra bir daha haber alamadığım bambaşka şeylerle dört ayımı geçirmişim. cafeden otele, mağazadan odaya dek geniş ve bozuk bir yelpaze bu, mimarlıkla (en azından benim kafamdakiyle) en ufak bir alakası yok. projeye göre yapmak yerine, biz yapılmış olana göre projeyi yeniliyoruz. kurgudaki güzelliğe, tarkovski'ye yapılan göndermelere gel. santim hesabını boşverdim, projede 6.90 olan aks mesafesi, her ne hikmetse 6.40 olarak yapılıyor ve biz, projeyi 6.40 olarak revize ediyoruz. bunun gibi türlü saçmalıklarla geçiyor günler ve neden burada olduğumu, burada olmanın biraz para dışında bana ne kazandırdığını merak ediyorum.
hiç alakası olmayan adamlar yüksek lisans yapıp yurtdışına giderken, bir katedralin önünde fotoğraf makinelerine gülümserken ben donuk bir yüzle, projeden projeye sekiyorum. bir hafta bile süre tanınmıyor genelde, bir an önce sonuç istiyor herkes. üzerinde düşünmek yerine, başlıyorum çizmeye. düşünme kısmı görünüşe göre herkese büyük paralar kaybettirecek ve belki de fazla düşündüğümüz için ofise baskın olacak, daha basılmamış dwg'ler toplatılacak. imamın planı diye isim versem bir kesite, kasayı söküp götürecekler. beni de yerlerde sürükleyecekler.
daha 18'ine girmemiş insanların geleceğiyle ve umutlarıyla oynayan, tüm pişkinlikleriyle bir de "kopya yok" diye demeç veren, açıklamalardan tatmin olan ve kendisi gibi olmayana adil olmak gibi bir kaygı gütmeyen devlet büyüklerinin kotardığı ve her ne hikmetse her seçimde bir kez daha başa geldiği bu ülkede yaşamaktan epey sıkılsam da, bu ülkeden başka herhangi bir ülkenin bana göçmen muamelesi yapacağını bildiğimden, bir ingilizle evli olduğu halde senelerce ingiliz polisinin dallamalıklarına maruz kalmış dayımın halini gördüğümden ve medeniyet diye bayrak sallayan ülkelerin aslında birbirinden vahşi olduğunu her geçen gün biraz daha anladığımdan başka bir ülkeye yerleşmek gibi planlar kurmuyorum. ıslak bir bulaşık süngerinden farkı olmayan ingiltere'de biraz güneş açsa, insanlar bunu önemli bir olay gibi görüyor. senede iki hafta türkiye'ye gelip güneşin altında uzanmak, güzelim denizlere girmek ve mavi turlarla koy koy dolaşmak için gün sayıyorlar. şimdi, bu zenginlik bırakılıp da başka yere gidilir mi? medeniyeti ve demokrasiyi algılayışı dışında ülkemle pek bir problemim yok. insanını da pek sevdiğimi söyleyemem da ben genel olarak insan fikrinden hoşlanmıyorum zaten. hele bu çalışmakla aklını kaybedenleri ve hayatının son gününe kadar didinenleri anlayamıyorum. bu lüks sevdasını, dev avizeleri, saçmasapan dekorasyonları, telefon diye yassı ve büyük şeyler taşıyanları, elektronik kandırmacasını ve makyaj setlerini de kabul edemiyorum. hele antalya gibi güzel bir şehirde, hafta sonlarını insanı öldürmese de sakat bırakan alışveriş merkezlerinde geçiren insanların akıllarından şüphe ediyorum.
insanlıkla ve bu türün yarattığı medeni olmayan medeniyetle yolum biraz az daha kesişecek gelecekte. en azından bir dolmuşta ya da bir avmnin yürüyen merdivenlerinde onlarla karşılaşmayacağım. bir ağaca daha fazla inanıyorum, en azından her mevsim ne yapacağı o daha filize düşmeden yazılmış. akslar 6.90'dan 6.40'a bir anda düşmemiş, saçma sapan köşe detayları çıkmamış, gizli aydınlatmalar hiç olmamış.
yaptığım işin tüm faydasızlığında akşamın olmasını bekliyorum, gelecek sene burada olmamak dileğiyle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder