28 Şubat 2011 Pazartesi

weird fishes and the bird


aerodinamik ve bediüzzaman kuşumuz panpa eve iyice alıştı, alışmakla kalmayıp balıkların sorumluluğunu da üstlendi. her gün bir saat onlara askeri eğitim veriyor. resimde ise uçan general panpa içtimada, balıkları yakın takibe almış ve performanslarına bakıyor. bu akvaryumda yavaş yüzene yer ve yem yok. panpa'nın hava hakimiyeti ise beklenen seviyede değil. kendisinin uçan bir canlı olduğunu sık sık unutuyor. televizyonun önünde saatlerce durabildiği gibi tercihini her zaman kafesinin açık kapısının üzerinde dikilip halkını selamlamaktan yana kullanıyor; ailenin beşinci üyesi olmanın bilincine varıp anı kutsuyor. holy panpa!

time in arykanda











spirit of jordan








biter mi panpa?


yeni bir hafta ve yarından itibaren yeni bir ay başlıyor. dört haftalık temiz şubat bitiyor ve geriye yine bir sürü gün kalıyor. maaşımı şimdiden almış olup, yüzlüklerin arkasında ıtri efendi'yi görmüş olmak nedense birkaç dakikadan fazla sürmeyen bir mutluluk verdi. kaşlarım kendiliğinden çatık, içimdeki sıcaklık da ıtri'yle sönmedi. hafif şeffaf tül bir perde yapmam ve ışığın bu perdeden kısmen geçisini anlatmam gerekiyor, makyaj masası ve önündeki puf da cabası. nasıl faydasız işler anlatamam, nasıl mimarlıktan alabildiğine uzak. kıyısından köşesinden geçmek istemediğim lüks bir hayata proje çizmek ve ancak bunun karşılığında para almak, biraz önce olduğu gibi birkaç dakikalığına oyalıyor ve bir sonraki maaş ne zaman diye düşünmeye başlıyorsun istemsiz olarak. binlerce ıtri olsa ne olacak paraların üzerinde, bu neyi değiştirecek? 

bir ay boyunca gelip modern zamanın çarmıhı olan koltuğa sırtını dayamanın, iradenle mücadele etmenin, her sabah aynı yere gelip cumartesileri erkenden kaçmaya çalıştığının bedeli bir zarfa sığıyor. sabah erkenden kalkıp da topkapı otobüs duraklarına yürümenin, karda yağmurda kucağındaki maket ıslanmasın diye üzerine kapaklanmanın, jüri sancısı çekip elinde flash diskle bir özalitçide uykusuz gözlerle "bunlar a1'e, şunlar renkliye" demenin karşılığını ofisin logosunun basılı olduğu bir zarfta alıyorsun. bir koltuktan çok daha az fiyata, milyon dolarlık projelerin milyonda biri fiyatına. 

böyle olunca da, bir sonraki ayı beklesem ne olacak? takvime baksam, nefes tutsam, gelen parayla sinemaya gidip patlamış mısır yesem ne olacak? bir şeyler değişmeyecek, her cumartesi erkenden kaçmaya çalışmak dışında mücadele etmeyeceğim. bunun içindi çünkü, bana gül bahçesi vadetmediler. 

biter mi bu hafta, bu ay, bu sene ve geride kalan yıllar panpa?

biter be panpa, patlat bi mısır daha!

25 Şubat 2011 Cuma

biraz dedim

biraz dedim rastgele sitelerde dolaşayım, belki uykum açılır belki de bir bardak kahve yapmak için gerekli motivasyonu sağlarım. beş altı tane siteden sektim, yedincide güzel bir ev gördüm sanki. renovasyon projesiydi ve harap haldeki bir apartman dairesinin tedaviden sonraki hali vardı. duvardaki saatten tut da televizyon ünitesine, nişlere ve sınırlı mekanda yaratılan sınırsız hayalgücüne bakakaldım. uyku bastırmaya başlamışken bu proje beni kendime getirmişti, duvara asılı bir lcd ve hemen altında ps3. tuğla duvar ve basit çözümler. mimarlık dergilerinin kapağını çıkmayacak bir iddiasızlık ve rahatlık. içerisinde aylar boyunca yaşayıp da dışarı çıkma ihtiyacı duymayacağım bir ev.

belki dedim günün birinde kendi evim olursa, ben de buna benzer sade fikirleri oraya buraya serpiştirir, kimsenin onayını almak zorunda olmadan istediklerimi gerçeğe dönüştürürüm. uzun bir ahşap masa evin içinde dolaşır, ben bir ucunda yemek yerken diğer ucunda bir şeyler yazarım. ortasında bir yerde maket yapar, azıcık ilerisinde de resme başlarım. hayatımın özetini masaya geçerim, bir masa ekseninde ne varsa yaparım. 

ama dedim, daha otelde kalırken böyle planlarla aklını bulandırma. zaten cuma öğleden sonrasının eski günlerden kalma rehavetiyle boğuşuyorsun, akşam olsa da yatağa kıvrılıp uyusam diye düşünüyorsun bir de şimdilik olmayacak dualara aminlerle vakit kaybetme. yapacak daha iyi bir şeyin yoksa zamana oyna, sakatlandım ayağına koridorda uzan. patrona "kart yok mu hoca" diye çıkış, adamı da bezdir dünya'nın geri kalanını da. bak bakalım iddaa bültenine, bu haftaki şanssızlığını kırabilecek bir şeyler var mı, yoksa fransa ikinci liginin laneti mi sırada? belki bugün kazanırsın mevcut şanssızlığınla. le mans varmış iyiymiş; evine geleni puansız gönderirmiş. 

yine de dedim, hayat yaşamaya değer. dinmeyen yağmurların yıkadığı bir öğleden sonrada en azından askerde olmadığıma şükretmek gerek. cuma öğleden sonraları askeri bando gelirdi ve rütbeliler törene çıkarken ben de istihkam şubede tek başıma kalırdım. binbaşının zulasından kahveyi patlatır, üzerinde diyarbakır yazan kupamdan kahveyi içerdim. bir word dosyası olurdu aklımın kıyısında köşesinde ne varsa yazdığım, bir de ikinci orduya gidecek evraklar. şubenin beyazında yeşil kamuflajımla pek kamufle olamazdım ama idare ederdim. hayatta kalacak kadar idare eder, nöbet bir de 7-9 ise, ardından gelecek kesintisiz uykuyu düşünerek kendimi teselli ederdim.

sonuçta dedim, hayat böyledir. mevsimler geçer, yağmurlar diner. birkaç ay sonra ingiltere'den dayım gelir, yine geniş bir masanın başında şen şakrak bir yemek yeriz. dedem akşam üstü rakısını içer, nenem onu yadırgar. evin her odası insanla dolar taşar. bir otel odasının sessiz duvarlarının arasından çıkar ve yine eve gidersin. dört yaşındaki kuzenin senden iyi ingilizce konuşur, yine mangalla beslenirsin.

sanki dedim, biraz yorgunum. beynim çalışmaktan ziyade saçmalamak ister. bir fincan kahvenin kokusunda rajaz dinleyip oturduğu yerden şöyle bir devr-i alem dolaşmak ister.





24 Şubat 2011 Perşembe

exit music ve mercimek çorbası

ne zaman avuçlarımın içi soğuk soğuk terlese ve çizgilere bakamayacak olsam, ofisten koşarak uzaklaşmam ve denize bakmam gerektiğini düşünürüm. bir saat önce de böyle oldu, otel odasının ölçülendirip modeline başlayacakken bir mide bulantısı başladı, gözüm karardı ve herhangi bir şeyi save etmeden montumu kaptığım gibi ofisten çıktım. ağır, aksak ve başka birisinden emanet almış gibi yabancı adımlarla deniz kenarına gidip, üzerinde hiçbir insan yapısının olmadığı ve grinin maviye üstünlük sağladığı muhteşem denize baktım. dalgalar yavaşça yükseliyor ve iniyordu, deniz sanki derin nefesler alıyordu. havanın kapalı olması denizi de matlaştırmıştı ve o sırada radiohead exit music'in daha şimdiden birçok insanın sonu olmuş başlangıcındaydı. soğuk terler döken elim, montumun cebinde kendisine gelmişti. deniz kenarındaki parkta kimseler yoktu ve denizin nerede bitip göğün nerede başladığı da belli olmuyordu. şarkıyı dinlerken yüzeye çıkacağıma içimdeki derinlik arttı, insanın insana zulmüydü exit music. hemen ardından death-voice of the soul'u çalınca sırra kadem basmak ve save etmeden çıktığım programlara bir daha dönmemek istedim. kaleköy'de yaşamanın bir yolunu bulmalı ve her sabah ileride gömüleceğim kaya mezarına gitmeliydim. voice of the soul'dan sonra da paranoid android başladı, rastgele tanrısı üzerime oynuyordu. çok katmanlı bulutlar daha da yaklaştı, kulaklığımın birisini isteyecek gibilerdi sanki. gri, kimsenin olmadığı bir parkı ele geçirmek üzereydi. 

hemen sağ tarafımda uzanan bakir dağlara bir kez daha baktım, yüzyıl önce benimle aynı noktada durup da içinin sıkıntısıyla bir yerlerden kaçan başka insan olup olmadığını merak ettim. ne vardı yazsaydı her şeyi, aklından geçenleri, sıkıntısını ve beklentilerini. aynen benim şu anda yaptığım gibi o da kaydetseydi gündelik hayatını. bir sonraki yüzyıla miras bıraktığı tek şey, elinin terlediği ve bazen kaçıp gitmek isteği olsaydı.

parktan ofise geri dönerken biraz hafiflemiştim, bu sefer de jeff buckley "lover you should've come over" diyordu.  müzik bana oyun oynuyor ve haftanın orta yerinde beni kışkırtmak istiyor gibiydi. yemek yemeyi unuttuğum için midemin bulanmış olabileceğini düşündüğüm de, çorba bulabileceğim bir mekanın da önünden geçiyordum. içeriye girdim ve ne çorbası olduğunu sordum. tarhana ya da brokoli dedikleri an ortalığı cehenneme çevirecek ve sonrasında polise teslim olarak hapislerde çürüyecektim. genel af çıkar umuduyla yıllarca beklerken zamanla beklentilerimi asgariye indirecek ve yazıldıktan yıllar sonra keşfedilecek bir kitap yazacaktım. fakat mercimek çorbası olduğunu öğrenince öfkelenmek yerine köşede bir masaya oturdum. televizyon açıktı ve dünya her zamanki gibiydi: birbirine girmiş. benzin fiyatları zamlanmış ve kaddafi manyağı çığrından çıkmıştı. ev yemekleri yapan lokantanın mercimek çorbası rezervleri, benim için petrol rezervlerinden daha önemliydi. araba kullanmıyordum ve benzinle çalışan herhangi bir şeyle doğrudan ilişkili değildim. elektrik olmadan bile idare edebiliyordum bazı akşamlar.

mercimek çorbası gayet güzel ve yoğundu ama annemin çorbasının yanından bile geçemezdi. dünkü berbat tavuk deneyiminden sonra çorba iyi gelmişti, gelecek ay eve çıktığımda mercimek çorbası yapmayı öğrenmeye karar verdim. canımın sıkıntısı ve radiohead'in üzerime saldığı kara bulutlar, bir kase mercimekle sona ermişti.

lokantadan çıktım ve ofise geldim, mesainin bitimine bir saat kalmışken otel odası yerine yazı yazmanın, yüzyıl sonra başka canı sıkılan bir mimarı oyalayabileceğini düşündüm. ve her düşündüğümde yaptığım gibi, nefesimi beş saniyeliğine tutarken bunu benden başka yapan olup olmadığını düşündüm.




beklentileri düşürmek

hiçbir zaman dünya'yı ele geçirebilirmişim gibi gelmedi, bir şeylerin hakimi olduğumu da yüksek tepelerde durup yüzümü rüzgara dönmediğim sürece düşünmedim. önceden büyük sayılabilecek hayallerim ve tanrı'yı usandıracak beklentilerim varken, bu aralar bunlardan da vazgeçtim. bir futbol maçının golsüz berabere bitmesi ve hafta sonu eve gidip de yaprak sarması yemek kalibresinde beklentilerim var artık. cumartesileri çalışmamak ise başka bir hayatta mümkün olacakmış gibi, bunu değiştirmeye çalışmadığım gibi eski günlerdeki kadar şikayet de etmiyorum. yedi gün çeken bir haftanın altı gününde işe gelmeyi, pazartesi ve salıyı umursamayarak bertaraf ettiğimi düşünecek kadar akıl sağlığım yerinde. günaşırı render alıyor ve jpeglere bakıyorum, askerde geçmeyen zaman, bilgisayarın karşısında adeta bir tepeden yuvarlanıyor. kendime geldiğimde "yarın cuma" deyip pencereden dışarı bakarken kahve için doğru zaman olup olmadığını düşünüyorum. o kadar hedefsiz ve miskin ki düşüncelerim, bir fincan kahve bile sorun oluyor. yerimden kalkmaya değecek kadar istiyor muyum? bunu çoğu zaman bilmiyorum.

uzun süren parasızlık mevsiminin ardından, paranın sandığım kadar gerekli olmadığını anladım. almak istediğim neredeyse hiçbir şey yok, pantolon denemek için reyonlarda dolaşıp da soyunma kabinlerinde cinnet geçirmeyi önümüzdeki günlerde pek istemiyorum. alacağım pantolon siyah ya da gri bir kargo pantolon daha olacak, kot dünyasına yine başka bir gezegenmiş gibi bakacağım. o kadar anlamsız geliyor ki "ne giyeceğim?" sorusu, bunu uzun zamandır düşünmüyorum. kapüşonlu serisi ömrümün sonuna kadar yetecek kadar çeşitli, hem bir şeyleri eskiyince sevmeye başlıyorum.

bir araba almak gibi hayalim var mı peki? tamam audi s5 çok güzel bir araba ama daha ehliyet almak isteyip istemediğime bile karar vermedim. on sekiz yaşına girince bir koşu ehliyete yazılan ya da babasının nasıl araba sürdüğüne bakıp boş fırsatta direksiyona yapışan çocuklardan değildim. o sırada kesinlikle başka bir şeyler düşünüyor olurdum, dalıp giderdim ve kendime geldiğimde yolculuk çoktan bitmiş olurdu.

seyahat etmeyi özlediğim ise doğru. otobüs olur, uçak olur fark etmez; pencereden dışarıya bakıp da insanların bir ömür boyu yaşadığı kasabaların içinden, yanından veya üzerinden geçmeyi nasıl da severdim. diyarbakır'dan antalya'ya uçarken pamuksu bulutları ve köyleri, daha sabah aldığım tezkerenin içimi gıdıklayan ferahlığıyla nasıl da seyretmiştim. daha bir sene olmadan geldiğim nokta dikkat çekici. hayatım, tesadüflere yaşama şansı bırakmayacak kadar sıradanlaştı. çevremdeki her şeyi kabullenip benimsedim.

los lunes al sol'da bir bölüm vardır hani; stadın dışında bir tepeden sahanın ancak bir kısmını görürler. rakip kale zinhar kadraja girmez ve gol olsa bile bunu ancak seyircinin sevincinden anlarlar. dün, görüntünün bir kısmını göstermeyen televizyonumda maç izlerken aynı şeyleri yaşadım. uzak çizgi ve o hatta çalışan futbolcular gözükmüyordu. ortanın yapıldığı ilk andan ziyade, uzaydan inen topu görüyordum. başka odalarda görüntünün tamamını gösteren televizyonlar vardı fakat 2.5 aydır bu televizyona alıştığımdan bunu değiştirmeye çalışmıyordum. hem hafta sonu eve gidince, televizyonun büyüklüğü ve netliği karşısında hayrete düşmek hoşuma gidiyor.

işte böyle, gelecek hafta alacağım maaşın hayatımı daha güzelleştireceğine dair bir beklentim yok. whopper yemek de pek gülümsetmiyor artık. ayakkabıyı da henüz aldığımdan, öğrenim kredisini ödemek dışında kariyer planım da yok.


kumarbaz

daha ilk maçtan kaybetmeyi, porto'nun defalarca gelip de bir gol atamamasını ve sevilla'nın tek atakta golü bulmasını, akşam yediği saçma tavuk gibi hazmedememişti. yatağında boylu boyunca uzanıyor ve cılız bir sarı ışığın vantilatörün altından sarktığı odasında ne yapacağını düşünüyordu. bir tane gol atsalar, biraz sonra başlayan maçların anlamı da ikiye üçe katlanacaktı fakat olmamıştı işte. gerek sevilla'nın kalecisi, gerekse porto forvetlerin ciddiyetsiz oluşu, onu garanti gördüğü bir maçtan etmekle kalmamış, moralini de bozmuştu. gecenin erkenden bitmesine dayanamazdı, kötü yemek tercihi yaptığı bir gecede bu başarısızlıkla aynı yatağa giremezdi.

yatağından doğruldu, bir çırpıda üzerini giyinip televizyonu dahi kapatmadan kendisini dışarıya attı. marsilya ve manchester, beraberlikle bitecek bir maça başlayacaklardı. şansı yaver giderse inter de bayern münihle golsüz berabere kalacaktı. kapısına kadar gelen parayı geri çeviremezdi. sakalını sıvazlayıp açık bayii bulma umuduyla hızlı hızlı yürüdü. bir alışveriş merkezinde görmüştü sanki kupona benzer bir şeyler, her şeyi hayal meyal hatırlıyordu. sanki bir rüyadaymış gibi hareketleri kendinden bağımsız gelişiyordu.

alışveriş merkezine girdi, programlanmış gibi üçüncü kata çıktı ve kuponu doldurup çıktısını aldıktan sonra geri indi. parlak vitrinlerden yansıyan görüntüsü bile bu saatte alışveriş merkezinde ne için dolaştığını merak etti. parlak granitleri, tavan boyunca ilerleyen aydınlatmaları ve temiz mekanları sevmezdi. biraz sonra patlayacak bir santralden kaçar gibi çıktı alışveriş merkezinden. antalya'nın kimsesiz akşamlarından birisindeydi yine, beyaz floresanların az aydınlattığı belediye otobüsleri boştu. kuponu oynadığı için keyfi yerine gelen genç adam, bunu kutlamak için benzin istasyonuna girip bir litre kola aldı. aylardır kola içmiyordu ama maç izlerken uykusunun gelmemesi için bu şarttı. şartların şekillendirdiği sıradan hayatını oranlar belirliyordu.

odasına gelip eşofmanlarını giydi, maça on beş dakikadan az bir süre kalmıştı. kolayı bardağa doldurmak yerine kafaya dikti ve ilk yudumda, bira almanın çok daha iyi bir olacağını düşündü. bir kez daha çıkamazdı dışarıya, jandarma bile çıkaramazdı.

maçın ilk yarısı, manchester maçı gibi berabere bitince ancak paranın basit insanlara verebileceği bir sırıtmayla başka kanallara geçti. bu sefer olacaktı, porto'nun basiretsizliği yüzünden gecesi mahvolmayacaktı. ikinci yarıyla birlikte uykusu da başladı. ne zaman uyuyakaldığını bile bilmeden gözlerini açtığında, maçın seksen beşinci dakikası oynanıyordu ve bir terslik olmazsa para kazanacaktı. sadece beş altı dakika daha dayandıkları takdirde, yeniden üstünü giyip alışveriş merkezine gitmenin karşılığını misliyle alacaktı.

doksan dakika, diğer maç gibi golsüz berabere bitti. hakem iki dakikalık uzatma verdiğinde, para kader gibi kesin gözüküyordu. yatağında doğrulup son dakikaları sinsi bir ifadeyle izledi. robben, sağ açıktan aldığı topu sol ayağının dışıyla köşeye gönderirken kaleci julio sezar'a güveni tamdı. fakat sezar, yıllar önce brütüs'ün kendisine yaptığı bu sefer genç adama yaptı. topu sektirdi ve gomez, seken topu uzatma dakikalarında filelerle buluşturarak berbat geçen geceye damgasını vurdu.

içinde yükselen ateş dalgası genç kumarbazı yuttu ve geriye bir avuç kül bıraktı. uyku gelmedi, başucunda duran kitaplar da hırsına yenik düşmüş bu ölümlüye hiçbir şey ifade etmedi. gece üçe kadar yatağında durup sayfalara baktı, askerdeyken başlayıp iki ayda bir olmak şartıyla bir şeyler yazdığı defterine içindeki nefreti kusarken yarım yamalak bir rüyaya daldı. rüyasında tüm maçların berabere bittiği bir ülkedeydi ve mutluydu. 




23 Şubat 2011 Çarşamba

gün olur

mutlak değerini alırsam eğer hiçbir şey yapmadığım bir mesainin son dakikalarına giriyorum. scrabble'da beni küçümseyen ve kendini önemseyen bir herifi ayar manyağı yapmak dışında net bir başarım yok. beynim bir şeylere odaklanmaktan fersahlarca uzak olduğu için bir yerlere bir şey yazma ısrarında da bulunmadım, fifa 99 oynayıp batistuta ile imkansız rövaşatalar atmak ve eve çıktıktan sonra ps3 almak gibi mülteci isteklerim oldu ara sıra. mail hesaplarıma girip eski maillere göz atana kadar anlık gelgitler yaşadım. günlüğe yazılacak kadar sıradan saatler geride kaldı ve bir daha 23 şubat 2011'i görmeyecek olmamın büyüleyici bir tarafı olmadığını kabul ettim.

eski maillerimin arasında şöyle bir dolaşmak zaman yolculuğu konusunda epey ilham verdi. 2005'te yaptığım okul projesinin maket fotoğraflarını buldum. göksu deresi kenarında bir araştırma merkeziydi ve ne araştıracaklarını dönem sonuna kadar bulamamış fakat projeden b+ gibi iyi sayılabilecek bir not ile geçmiştim. bir dönem boyunca  uğraşıp da dümdüz bir bina yapmak o zamanlar kabul edilebilirdi, şimdi bir haftaya sıkışmış alengirli projeleri düşündükçe okulun değerini daha iyi anlıyorum. bir kez daha öğrenci olsam ne yapardım peki? kesinlikle mimarlık ve sanat tarihi gibi derslere önem verir, seçmeli dersleri eskiz teknikleri-serbest el gibi güzelliklerden seçerdim. bunların dışında yine kaytarırdım, burulma momentleri ve tedirgin ataletler şahidim olsun ki statiği ve türevlerini hiç sevmedim. sayısalcı görünümlü bir sözelciydim ki hala öyleyim. gerekirse türkçeyi fullerim. türkçeyi fullerken yarattığım oksimoronun keyfiyle fullerim hemi de.

yazı işini çok yayınca dünkü gibi "arkası yarın" pozisyonu oluştu. ofiste kalsam kalırdım da, porto-sevilla maçından para kazanacağım. kupon doldurmayacak adeta çek imzalayacağım be. bu da spor gazetelerinin anlamsız çığırtkanlığı gibi oldu. neyse, bir yere varmayacağı kesinleşen bu yazıyı da bir yerden bitireyim. migros'a gidip akşam boyunca devam edecek futbol festivalini taçlandıracak şeyler almalı, gerekirse haydari opsiyonunu gerçekleştirmeliyim. haftada bir olan whopper hakkımı da değerlendirmek için ne kadar güzel bir gün. hava artık geç kararıyor ve günler uzuyor. maça bir saatten fazla bir zaman varken, guarin maçı zihninde oynuyor.

işte iddaaseverler için açık çek:

porto-sevilla: 1/1

marsilya-man u: x/x

inter-bayern: x/x

ulan bir edebiyatçının yolculuğu temasıyla kurduğumuz blog, kıraathane köşesine döndü ama olsun o kadar. bari araştırma merkezinin fotosunu koyayım da seviye yükselsin. ciao!

ending the days

...salı akşam üstü başlayan bir yazıdır...

pek umursamayıp hiç yaşamamış gibi davranmamaya karar verdiğim haftanın ilk iki günü işte bitti. yarından itibaren 3.5 günlük bir mesaiye başlıyorum. sanırım yirmi yıl aynı dairede olanlar bu mesai işini haftada yarım güne düşürmeyi başarıyorlar. hiç iş yapmayan ölü gözlü devlet memurluğundan bahsetmiyorum, iş yapsa bile bunun farkında olmayan kadrolu mankurtluk modeli üzerine düşünüyorum. iki gündür çalışmıyor değilim, epey faydalı çalışıp otel revizyonunu bitirdim ve şık renderlar alıp bunu photoshop'ta zenginleştirdim. tam piyasanın istediği gibi, tam patronun aklından geçip de bana ifade etmeye zaman bulamadığı fikirler gibi. yarından itibaren iç mekanlara başlarım, o motif modellemesi kısmında bu işin anasına avradına sövmek delikanlılığın şanından olsa da, bu aralar mimarlığı seviş ve ona dönüş gibi hislerim oluyor. sabah mimarlık dergisi okurken heyecan yapıyor, internette mimarlık veritabanlarına ve yurtdışındaki akılcı çözümlere bakarken, bu işi sevdiğime karar veriyorum. yine de aşmam gereken çok yüksek bir eşik var ve bu konuda bana kimse yardımcı olamaz.

kendime bir saat alternatif bir zaman ayırıp, kendi projemi modellemek ve sonra da bu modellerle cg dünyasının bir kenarından isim yapmak peşindeyim. önceden araba tasarımına karşı vahşi bir istek duyardım, son senelerde iyice küllenen bu heves, bmw'nin vision connectdrive'ını görür görmez harlandı. buna benzer bir şeyler tasarlayıp modelleyebilir, en azından, sınırlarımın nereye uzandığını görebilirim. daha sonra, tuborg için bir mekan önerim daha var, dün gece yarısı aklıma geldi. birbirinin yanından geçerken kütleçekime yenik düşüp birleşen damlaların mekandaki izdüşümlerinin çok güzel olacağını düşündüm. belki de bira kolonları yapmak lazım iki cam arasına, sürekli yükselen küçük kabarcıklar. bunları yavaştan gerçekleştirmeye başlamadan önce, benden istenenleri yerine getirmek herkes için daha iyi.

... bundan sonrası gerçek zamanlı...

köşeden döner dönmez yine pembe vosvosu gördüğüm ve deja vu'nun hayatımın gerçeği olduğu bir gündeyim. elektrikli ocağımda sucuklu-kaşarlı ve domatesli çılgın bir tost yaparken televizyona bakmasam her şey alabildiğine gerçekçi devam edecekti ama libya'dan kurtulup ailesine sarılan adam kameraya yüzünü dönünce, bu adamın eski patronum olduğunu gördüm. 2007 ve 2008'de birlikte çalışmıştık fakat mortgage krizi yüzünden amerikan kaynaklı şirket iflas edince de yolumuz ayrı düşmüştü. ortaçağ savaşçılarına benzeyen bir yüzü vardı ve kader onu libya'ya göndermişti. libya'da çıkan isyan ise onu şubatın son günlerinde ülkesine dönmeye mecbur kılmış ve ne tesadüf kameralar da bu adamı çekmişti. hayat böyledir, küçük kelebekler kanat çırpmaktan asla vazgeçmez.

otelin son halini patrona gösterdim ve oldukça beğendiğini söyledi. iki günlük verimli çalışma bu haftayı kurtardı, belki bugün sayfiye yerinde ahşap bir kabuğu ve net çizgileri olan tek katlı hayali evimi çizmeye başlayabilirim. garajında audi s5 de olacak. bakalım kısmet.


22 Şubat 2011 Salı

büyüdükçe

her salı saat 23:50'de trt 3'te başlayan bu program sanki beni anlatıyor. 30'larına yaklaşan farklı meslek gruplarından insanların hayatlarını, beklentilerini, dinledikleri müzikleri, çevrelerini ve statülerini gösteren bu programı çoğu zaman "aa aynı ben" nidaları eşliğinde izliyorum. sunucunun kısa kesilmiş saçları ve biraz sonra her şeyin mahvolacağına olan keskin inancı programı daha da izlenebilir kılıyor. 90'ların çocuklarını gerçeklerle yüzleştirip yakasına yapışan bu programa susam sokağı'nın negatifi dersem, yalan söylemiş olmam. insancıl bir sevginin çocukların ağzından burnundan taştığı ve asla gerçek olmayacak bir iyimserliğin stüdyo dekorlarından sektiği susam sokağı'ndan sonra "büyüdükçe" güzel bir şamar aşk ediyor çarşambaya giriş yaparken. haftanın ortasına açılan kapıyı tekmeyle parçalıyor ve içeriye bir bakıyoruz ki: 30'a yaklaşan bir grup mültecinin kimse tarafından fark edilmeyen dramından başka bir şey yok.

büyüdükçe, hamamböceklerinin mesai yaparmış gibi sağa sola koşturduğu bir imalathaneye baskın yapan uğur dündar etkisi yaratıyor bende. diyecek kelime bulamayıp kameraya bakıyorum. her şey ortada değil mi uğur bey, daha neyi soruyorsunuz? 30'a yaklaşırken hiçbir şeye tam olarak inanmamam ve karamsarlığım, karamsarlığımla dalga geçişim ve gelecekten yana pek umutlu olmayışım, yaşımın gereği değil mi? 28'ine gelip de hala bir şeylerin değişeceğine inanan kaç insan kaldı ki? varsa bile trt 3'ün çekmediği bir adada mı yaşıyorlar?

bazen, keşke o saatte uyusaydım da kanallar arası amaçsızca dolaşmasaydım diye düşünüyorum. nirvana, the man who sold the world'u çalıyorken bir an duraksamıştım. her an ulaşabileceğim herhangi bir şarkı, televizyonda ya da radyoda çıktığında delicesine sevinen ve heyecanlanan insanlar familyasından olduğumdan şarkı bitene beklemiştim. kurt yine iyi gözüküyordu son 17 senedir olduğu gibi. hırkası, donuk bakışlarını tamamlıyordu. şarkı bitince başka kanala geçsem yine kurtulma şansım vardı ama daha önce dediğim gibi, kısa saçlı kadının gözündeki endişeye takılıp kaldım.

ve sonuç bu işte: hiç çekilmemiş bir programın eleştirisini yazıp insanlara yalan söylüyorum. hem de hiç çaktırmadan. ilk paragrafın ilk kelimesinde doğruyu, sadece doğruyu söyleme şansım varken ben rahatlıkla böyle bir ahlaksızlığı dudağımın kenarında kimsenin göremeyeceği bir tebessümle yazıya dökebiliyorum. şeytan beni yanında işe alırsa, yıllar sonra mantıklı bir iş yapmış olabilir.  kabul et okur, bir an bile şüphelenmedin!


zagon üzerine öttürmeler

zamanın bölünmesi ve buna saniyeden yıla, asırdan milenyuma kadar geniş bir yelpazede isim verilmesine her zaman karşı çıktım fakat bunu yüksek sesle dile getirmedim. zamane polisleri, yüksek sesli karşı çıkışları ne zaman duysa köpürdüğünden, köpük partisiyle uğraşmak istemedim. siyasi ya da köpüklü fark etmez, partilerden her zaman nefret ettim. partilerin yöresel izdüşümü olan düğünlerden de koşarcasına uzaklaştım. doğum günleri ya  da yılbaşı fark etmez, hayatın olağan akışını bozmaya meyleden ne varsa ona cephe aldım. aldığım cepheler çeşitlenince de mimar olmaya karar verdim. şimdi bir otelin kompozit cephesini modelliyor ve geçimimi bu işten sağlıyorum. bir şeyler satın almak için değil, hemen hemen herkesin çalıştığı bir dünyada boş durmamak için çalışıyorum. aykırı bir ses değilim, hiç olmadım. on sene önce ettiğim tek dua, annemin babamın benimle gurur duyması ve hayırlı bir evlat olmaktı; haftanın altı günü sakince çalışıp hafta sonları da eve giderek bunu kısmen başardığımı düşünüyorum. uzun ve rüzgarlı bir yol muydu geride kalan? pek değildi. 

pazartesi ve salıyı hayattan hiçbir şey beklemeyerek geçirmeye karar verdiğimden beri, haftanın hızı alabildiğine arttı. gözlerimi çarşambadan itibaren açıp 3.5 gün çalıştıktan sonra cumartesi akşamının bira köpüğü kadar hafifliğine bırakıyorum kendimi. pazartesi ve salı kapalıyım, öyle ki dün akşam 20:30'a kadar ofiste oturup çalıştım. kahve yapmak için yerimden her kalktığımda, anne mamülü yaprak sarmasından da yeterince aşırdım. bitmeyecek kadar çok yapmasını istemiştim, o da bitmeyecek kadar çok yaptığını söylemişti fakat son desteye geldim bile. bu yazıyı gönderdikten sonra yaprak sarması bağımlılığımla savaşmaya karar verdim. sürekli oturursam sorun olmaz, akşam yemeğimden de olmam. 

ne zaman odanın penceresini açık unutsam öğlen olmadan kara bulutların toplandığı ve yağmurun inmek için sabırsızlıkla titrediği bir yıl yaşıyorum. bu bana kötü bir yılın güncesi kitabını anımsatıyor. kitap bütçemi yeşil sahalardan çıkardığım bir ekonomik modelin ilk çizgilerini çiziyorum. tutunamayanlar'ı faouzi adlı bir futbolcunun golüyle almıştım, galip tekin'in tuhaf hikayeleri ve diary of a bad year'ı da bugün yarın çıkarırım. bir sürü maç var ve doğru kombinasyonlar beni, ne zaman sırasının geleceğini bilmediğim kitapları almak için kitapçıya yollayacaktır. yine de kitaplar pahalı. yine de zaman kısıtlı.

aklımda, böğründe kaşık taşıyan bir yeniçeri öyküsü var. balkanlarda ilerlerken aklından geçenlerin ve yaprak sarması özleminin tutarlı ve günümüzle bağlantılı bir hikayesini tüm arsızlığım ve cahilliğimle yazmak istiyorum. çünkü ofiste çatal-kaşık olmadığından ben de yakında çatalımı yanımda getirecek ve ofisin dolabında muhafaza ettiğim yaprak sarmalarını ebediyete uğurlayacağım. sonuçta yeniçeriyi balkanlara beni de ofise gönderen, geçim değil midir? 

bugün şubatın son salısı, gelecek haftadan itibaren mart başlıyor. zaman üzerine planlarım, şubatın hızlı biteceği yönündeydi; şimdilik nemçeli saat ustalarının saatleri gibi, tıkır tıkır işliyor.




21 Şubat 2011 Pazartesi

zannedersem tek eksiğim

insanlık tarihi için epey yoğun bir hafta sonu geride kalmış gibi görünüyor ve ofise geldiğimden beri daldan dala atlıyorum. hepsini tek tek değerlendirmeye çalışmak bile hafta sonunun toplam süresinden uzun olacağından, satır başlarını yazayım. şaka lan, ne satır başı manyak mısın?

adam, topu panyaya atıp potaya kolunu sokarak smaç bastıktan sonra arabanın üzerinden başka bir smaçla şampiyon oluyor, sen daha ne satırından ne başından bahsediyorsun bana? başka bir herif, üç topu alıp yere inmeden hepsini çemberin içine vuruyor, sen daha ne ofisindesin hangi pazartesiden dem vuruyorsun?

allstar hafta sonunu davarlar gibi uyuduğum için izleyemedim fakat daha öğlen olmadan, hangi siteye girsem arabanın üzerinden geçen griffin'i gördüm. oradan youtube'a sektim, maç özetleri, ilginçlikler, mailler, haftanın beğenilenleri, messi'nin amansız çalımları, liverpool'un son durumu derken herhangi bir modern insan gibi bilgi yığını altında kaldım. resmen soluksuz bıraktı beni hafta sonu neler olduğu. bütün bu olanlardan bağımsız, arykanda kentinin taş duvarları ve kemerleri arasında dolaşıp daha sabah doğmuş bir oğlağın fotoğrafını çekmenin bedelini daha pazartesiyi yarılamadan ödedim. 

şimdi ise hastalık başlangıcının o insanı çileden çıkartan evresindeyim. burun akıntısı, göz yaşartısı ve bunların benim sakin yaradılışıma olan negatif etkiler. öğlen arasına çıkan çocukların çığlıkları iç kulağa kadar saplanan kulaklıkları bile bertaraf ediyor. death dinlerken bile çocuk cıvıltısı duymak ne demek bilir misin abidin? zıtlıkların dostça mücadelesi.

bu hafta, mitoloji haftası yapıp arykanda ekseninde antalya'nın binlerce yıllık kentlerini incelemek ve bloga arkeolojik bir çeşni katmak hevesindeydim fakat banyodan sonra gelen ölümcül rehavet, fotoğrafları bilgisayara dahi atamadan beni kıskıvrak yakaladı. fotoğrafsız da olmaz bu işler, oku oku nereye kadar. bu hafta da saçma sapan yazılar ve daldan dala sekmelerle geçsin, mart ile birlikte artık bir faydası olan yazılara başlarım. fotoğraf çekmeye de başlarım geç batmaya başlayan güneşin yarenliğinde. dün güzel fotoğraflar çekmiştim halbuki.

iş durumu: mağazanın ilk kısmı beğenildi, otele geri dönüp dairesel bir cephe ve odaların içlerini yapacağım. bunlarla hafta biter gibi. 

yaprak sarması seviyesi: yeterince var, salı akşamına doğru gözyaşlarıyla son sarmayı ağzıma atıp tekrar köfte ekmek-tavuk ekmek döngüsüne girerim.

müzik: radiohead - the kings of limb (pirate edition)

film: the king's speech (bu hafta mutlaka izleyeceğim)

uğurlu taşı: akik.

uğurlu sıfatı: sikik.



19 Şubat 2011 Cumartesi

a great day for freedom

sabahki fırtınadan ve nereden yağdığı belli olmayan yağmurdan eser kalmadı. güzel bir ışık, semt pazarının brandasından süzülüp sebzeleri aydınlatmaya çoktan başlamışken, ben bu hafta ekseriyetle yaptığım gibi render bekliyorum. bitip maille yolladığım an, şu anda kainatın başka noktasında başka adamlarla iş görüşen patrona "ben çıkabilir miyim" sorusunu özgürlük kılıcı gibi saplarım. sanıyorum ki izin verir, çünkü işe dair bir şey yapmak istemiyorum bu haftalık. yine de iyi sıyrıldım, oysa geçen hafta şimdi gibi ne yapacağımı bilemez bir halde iş arkadaşıma bıçak fırlatıyordum. başımın bu sefer belada olduğuna emindim ve panik anında hangi düğmeye basmam gerektiğini bulmaya çalışıyordum. dünya'nın yarısını yok edecek kırmızı bir buton olsaydı muhtemelen "bu kahrolası buton neden tamamını yok edemiyor" diye şikayet eder ve bir bıçak daha fırlatırdım.

neyse ki, elime yüzüme bulaştırmadan bu işin kabasını aldım. bundan sonra gelecek herhangi bir değişiklik canımı almayacak, sistematik modellemenin ve modüler çalışmanın avantajlarından birisi de, değişikliklerin hızlı ve isabetli yapılmasıdır. ben de bu allah'ın cezası mağazada bunu kısmen başardım fakat render süresini bir türlü başaramadım. 1.2 gb'lık dosyayı 45 dakikada halleden bilgisayar, bu kıvrımlı kobraların halaya kalktığı 50 mb'lık mağazada kekeliyor. neyse dünyanın sonu değil, elimden geleni yapıyorum.

her şeye rağmen bugün güzel bir gün, annem piyaz yapacağını da söyledi. eve ise hava kararmadan varacağımı ve odun sobasının etrafında sevinç dansı yaparken, aziz ve zamanlar üstü kuşumuz panpa'yı parmağıma konduracağımı tahmin ediyorum. akşama real madrid maçı da var, belki okey oynarsak okeyi alnıma yapıştırmak gibi arsızlıklar da yaparım. yarın için ise net bir güzergah yok, bir deniz kenarı ve kimselerin bilmediği uzak bir ağacın altı olsun, ben gerisini hallediyorum zaten. yarını düşünmek için fazla erken, render beklemek için fazla geç. 

bu aralar iddaa konusunda şansım nasıl olduysa bilmiyorum ama döndü. dün fransa ikinci liginden tek maçla yattım. ki tek maçla en son yatan adamın lyon girişinde müzesi var. epey yaklaştım anlayacağın, nantes ve öfkelerine hakim olamayan zenci forvetleri biraz daha becerikli olsa şu an le figaro röportaj için ofisin kapısına dadanmış ve cumartesi çalışmama çoktan hayret etmişti.

bıraksan, pazartesi sabahına kadar her paragrafta ayrı branşta yaparım gevezeliğimi ama biliyorsun gitmem gerek.   minibüsün en arka koltuğunda toza sor okuyup, yolda olmanın o tanıdık duygusuyla eve ulaşmam gerek. hem hava da açtı, hem ev de çok uzakta değil.


fırtınadan arta kalan

oldukça zor bir gece oldu. sabaha karşı kopan kıyamet, yaşlı teknemizi uçsuz bucaksız denizlerde bir o yana bir bu yana fırlattı. onlarca metre yükseklikte dalgaların bir tepesine çıktık bir dibine indik. güvertede bağlı olmayan ne varsa gitti, kendimi serene sımsıkı bağlamasam ben de okyanusun dibini boylayacaktım. yuttuğum suyun haddi hesabı yok, son gecemin denizde geçeceğine emindim ama bu kadar çabuk beklemediğim için elimden geleni yaptım. söken şafak bile dalgaların öfkesini dindirmedi, sanki poseidon bizi tamamen yok etmek için yemin etmiş gibiydi. güvertede patlayan dalgalar devasa toplar gibi gümbürderken artık takatim kalmamıştı, gözlerimi kapatırken bir daha açamayacağıma emindim.

şimdi ise sabaha karşı patlayan tanrının gazabından eser yok, deniz durgun ve koyu mavi. ufukta toplaşmış birkaç bulut ve yakında bir ada olduğunu haber veren kuşlar dışında gökyüzü bomboş. tatlı bir rüzgar yelkenimizi doldurup güverteyi kurutuyor. direklerimiz en büyük sınavdan başarıyla geçti, dümende de bizi rotamızdan saptıracak bir kayma yok. dünya'nın sonuna dek bu esintinin gölgesinde gidebiliriz, hangi günde olduğumuzu değil ama şubat ayında olduğumuzu biliyorum. pasifik okyanusu'nun güney kanadında bir noktadayız ve geçen hafta ölen arkadaşımızdan başka bir kaybımız yok. denizlere açılmanın sorumluluğunu kaldıramayıp işleri bizim için daha zor hale getirmeye başlamışken bir gece ansızın ateşlenmesi ve sabahı görmemesi, kendisinden bıkan tayfayı pek etkilemedi. bedenini poseidon'a kurban etmeseydik, belki de bu geceki fırtınadan arta kalan sadece birkaç parça tahta olacaktı. fakat hayatta kaldık işte, ara sıra onu zehirlediğim için pişmanlık duymak dışında her şey yolunda. hem de her şey.




18 Şubat 2011 Cuma

no one knows i'm gone

cuma akşamının, zamanın karanlık geçmişinden beri sahip olduğu kelimelere sığmayan büyülü dakikalarından birisindeyim. tom waits'ten, bir bardak viskiden ve bir gün öleceğim düşüncesinden başka kimse yok ofiste. ruhum dingin ve sonsuz, zamanı gelince toprağa karışacak elementlerim uyum içerisinde çalışıyor. gün boyu baktığım ekranımın bir köşesinde yığılı butonlar var, hepsini kullanabildiğime şaşırıyorum. hayatımın büyük kısmı sanal dünyada fiziksel gerçeklikten bağımsız geçiyor. kimliklerimle ve bir yere tıklamalarımla varlığımı devam ettiriyorum. bugün "whopper with cheese, sarmısaklı mayonez ve acı sos istiyorum" dışında hiçbir şey söylemedim. "büyük seçim olsun mu?" sorusunu bile kaşlarımı kaldırarak cevapladım. güneşte aval aval yürüyüp ağır adımlarımın her birisinde dünya'nın başka köşesinde birisinin öldüğünü düşündüm. ikinci paragrafa geçene kadar bile bir sürü insan ölecek bu gidişle, en iyisi geçeyim.

cuma akşamı ofisteyim ve zihnim, bir şeylere odaklanıp bunu yazıya aktarabilecek kadar temiz. hücre blokları arası bağlantıyı jim beam sağlıyor, gerisini ben hallediyorum. içip yazmayı o kadar unutmuşum ki, şu anın ne kadar büyüleyici olduğunu anlatacak kelimelerim bile kayıp. bir üst vitese geçtiğimi hissediyorum, ruhumun bir ayağı debriyajın üzerindeyken diğeri de gaza hafiften yükleniyor. buradan çıkıp otele giderken birkaç kırmızı tuborg'un hükümetin sandığı kadar kötü bir fikir olmadığını düşünüyorum. hem belki defterlerime yazacak bir şeylerim olur, el yazısının ne kadar yorucu olduğunu düşünmeyecek kadar kafam güzelleşir. belki sadece okur, belki de karnımın götürdüğü yere, bir dürümcüye giderim. belirsizlikleri her zaman sevdim, bu bana tarz kazandırmış bile olabilir. -ebilmek, -abilmek hakkında da diğer paragrafa geçecek kadar bilgi sahibiyim.

ecnebinin "can" ya da "able to" dediğinden değil, ben sadece "may" kısmıyla alakalıyım. yapabilirim ama yapamayabilirim de. bu viskinin günü geçmişse kör olabilirim de olmayabilirim de gibi. olasılıkların süslediği hayatlar yaşıyoruz ve bizi yanıltan sadece istatistiklerle fransa ikinci ligi oluyor. varsın olsun, hatasız hayatlar yaşasaydık sanıyorum ki hiçbir şey öğrenemezdik. neydi adamın adı? hah guarin, o üç kırmızı ısmarlasın. tıngır mıngır gideyim otele, ılıksa ılık. kırmızıyı içerken mevcut dünya'nın santigrat cinsinden değerine bakmıyorum. baksam bile kafama takmıyorum.

cuma akşamındayım işte; bir tom waits söylüyor, bir müzeyyen senar. aralarında kalıp tüm efendiliğimle dinliyor ve ağzımı açmıyorum. saat sekize yaklaşırken kana karışan viskinin dudağımın kenarına emaneten bıraktığı tebessümle yazıyorum, içmeye uzun bir ara vermekle hata yapmışım, ciğeri de boşuna küstürmüşüm. bu işi bir düzene oturtmak lazım esteban, hayat boyu yaptıklarımız sonsuzlukta yankılanacaksa fazla haybeye yaşamamak lazım. karaciğer sonsuzlukta yankılansa ne olur?

yine de ölümden sonrasını görüp geri döndükten sonra, bunu müziğe döken tom waits'le veda etmek lazım; bana konuşmak düşmez:


hell above and heaven below

all the trees are gone
the rain made such a lovely sound
to those who are six feet under ground
the leaves will bury every year
and no one knows i’m gone




freddy guarin

30 haziran 1986'da puerto boyaca, kolombiya'da doğan ve birkaç sene st. etienne forması giydikten sonra 2008 yılında porto'ya transfer olan freddy guarin'i ve sağ ayağını tüm samimiyetimle selamlarım. 1-1 devam eden sevilla-porto maçının 85. dakikasında pozisyonu takip edip takımına deplasman galibiyeti getiren profesyonelliğine ve puerto boyaca'nın çilekeş halkına da bir cuma sabahından şapkamı çıkartırım. king kenny'nin prag deplasmanına 0-0 için gittiği belli olan bu kutlu gecede, liverpool'un ilk yarı-ikinci yarı beraberliğe yatacağı ve hesabı anfield'de keseceği kesindi. o yüzden kuponuma bunu ekleyip bir maç daha aradım. sevilla-porto! dokuz ihtimalli bir maç. porto'nun iyi bir takım olduğunu ve geri adım atmayacağını, sevilla'nın da aşağı kalır yanı olmadığını ve ilk yarının meydan muharebesi şeklinde geçtikten sonra birisinin bu maçı kazanacağını düşündüm. ne zaman bir şeyleri düşünmeye başlasam hafiften tebessüm ederim, iddaa kuponunu dudağımın kenarındaki tebessümle doldurdum. porto yenmeliydi. 

iki kupon yapmıştım, birisi beşiktaş galip gelirdi. adamlar dörtlük oldu. ajax da yenemez demiştim, deplasmanda üç attılar. tüm bedeviliğimi bu ilk kupon alıp götürünce, ikinci kupon parsayı topladı. en az iki kupon doldurun, ilk kupon şanssızlık tanrılarını oyalarken parayı ikinciye yükleyip kaçın!

velhasıl gergin geçen maçın 85. dakikasında guarin, anne tarafından akrabalarının yüzyıllık sakinliğinden kalma bir vuruşla topu filelerle, beni de 3 liraya 80 lirayla buluşturdu. öğlene whopper, akşama ise sinema için ekstra kaynak oluşturan bu kavruk tenli güney amerika tanrısını ve onun baba tarafından miras zımba gibi sağ ayağını bir kez daha büyük bir zevkle selamlarım.



17 Şubat 2011 Perşembe

bak yine

sakinliğimi şu ana kadar iyi muhafaza etmişken, söz konusu model dosyasını bir türlü hafifletememem tüm sabrımı aldı götürdü, perşembe olmasına rağmen iki gün daha nasıl sabrederim bilmiyorum. çünkü ne yapılması gerekiyorsa yaptım ama sonuç yine de tatmin edici değil ve ne zaman bir şeylere hırs yapıp istediğim noktadan azına ulaşırsam, şu anda olduğu gibi ciğerlerimin üzerinden ağzıma ateş üfleyen bir ejderha peydah oluyor. önceden bu ejderhanın üzerine soğuk bira dökerdim ama artık içkiye bir anlam yüklemekten uzağım, içerek kafayı da bulamıyorum çok zorlanmadıkça. üç birayla edebiyat fakültesinin bahçesinde içip the beatles dinlediğim günler ne kadar güzeldi, şimdi ise tamamen farklı bir tip olma yolunda ilerliyorum. kipa'dan üç dark ve biraz kuruyemiş (o zamanlar tuborg'a bir anlam yüklemekten azadeydim) alır, fakültenin içinde dolaşırdım. akşamları pek kimse olmazdı, walkmenimle ben karşılıklı kafaları çekerdik. güzel günler miydi yoksa eskide kalan her şeyi güzel hatırlamak için şu an sardığım bir ambalaj mı bütün bu cümleler bilmiyorum. ne manası var ki, yazdıklarımın tümü gerçek ya da kurgu olsa ne değişir. tek gerçek var, o da mesai saatinin bitmesine yarım saat kalması. siz bunları okurken ben çoktan gitmiş olacağım yani. belki mevcut şanssızlığımın rölövesini almak için iddaa oynarım, belki de... ikinci seçeneğim yokmuş onu fark ettim. hafta içleri kendimden yana bir beklentim yok, hafta sonları da eve dönünce çocuklaşıyorum. yani 28 yaşında olmanın nasıl bir şey olduğu konusunda hiçbir fikre sahip değilim. ya şuursuzum ya da çocuğum. 

dünya'yı gezmek ya da bir kompartımanda rezil-i rüsvan olmak gibi hayallerim de yok. bir şeyler oldu, negatif bir sihirbaz değneğiyle dürttü ve nötrlendim. ara sıra akşamı nasıl getireceğimi bilmediğim kadar sıkılsam da günlerin hızına kapıldım. bak yine yarın cuma, sonra da cumartesi. oysa istanbul'dan arkadaşım sanki dün gibi gelmişti. salı ne yaptın diye sorarsan, hemen cevaplayamam. ne yedin dersen, yaprak sarması derim. 

haftanın başındaki müzeyyen senar dinleme arzusu da kalmadı, camel yine gelip gönlümün başköşesine yerleşti. rajaz'ın hem parçası hem de albümü beni yatıştırdı, modelin o sanal gerçekliğinin verdiği sıkıntıyı kısmen azalttı. öngördüğüm gibi, yazı bitince mesai de bitecekti. saat 6 oldu. şimdi gidip beşiktaş'a iddia oynayıp acı bir tebessümle maçı izlemenin ve cumayı karşılamanın vakti.

şampiyonlar ligi geceleri

stadın yıldızlı kubbesini ve değişmeyen fon müziğini ne zaman duysam keyfim yerine gelir, güzel top oynayan adamların hafta içi buluşmasını pürdikkat izlerim. iki tarafın da birbirinden güzel top oynadığı ve geri adım atmadığı maçların cennetidir bu lig, öldüğüme sevinirim. 

dün de bu gecelerden biriydi. star, arsenal-barcelona maçını canlı vereceğini de duyurduğundan, artık her şeyi parayla satın almaya alıştırılmış bünyemde tatlı bir şaşkınlık oldu. bedava izleyebilecektik ha? d-smart uydu alıcımızın olması gerekmeyecekti yani? yine de ispanya ligi maçlarında dahi şifreye giren uydu sistemi sağolsun, bu maçı otelde izleyemeyeceğimi, mutlaka bir mekana sığınmam gerektiğini düşünüyordum. zalgris-fener maçını izlemeye dalmışken maç saati de gelip çatmıştı ve hala yatakta uzanıyordum. içimde star'ın şifreye girmeyeceğine dair açık mavi ve yarı şeffaf bir umut vardı ama yine de kalktım üzerimi giyindim. montumla televizyonun karşısında beklemeye başladım, ekran karardığı an koşmaya başlayacak ve on dakikada maç izleyecek bir yerler bulmayı başaracaktım. maç öncesi görüntüler, dandik televizyonda bile güzel gözükürken eve gitmediğime pişman oldum. gün içinde düşünmüştüm fakat bitmeyen render ve ertesi sabah 5.30'da uyanacak olmak gözümü korkutmuştu. bir haftada aynı travmayı bir kez daha yaşayamazdım.

maç başladı ve star şifreye girmedi. üzerimi giyinmem totemi işe yaramıştı, pijamaları anında geri giyip yatağa zıpladım, yattığım yerden mutlu olmayı başarmıştım. ilker yasin'in gerçeği korkutup kaçıran hayal dünyası ve hiko'nun kotalı dağarcığı, oynadığım tüm maçların daha ilk yarılardan yatmış olması ve shaktar'ın ilk yarı 3 tane atması bile moralimi bozmadı. çok güzel maç oldu, barcelona'nın uzun zamandır ilk defa uzun pas yapmak zorunda kaldığını ve messi'nin bariz gol kaçırdığını gördüm. seyirci ve stad ne güzeldi, samir nasri ve bilekleri nasıl estetikti. fabregas'ın ayağın önüne inen pasları ve van persie'nin ölü noktadan geçen volesi. ilk yarı barca- ikinci yarı arsenal'in 1'e 25 veren oranı odamın penceresine çarpıp ölü bir kuş gibi otelin bahçesine düştü.

maç bitti, roma maçını ve hiçbirini sevmediğim olimpiyat statlarının boşluğunu izlerken uyuyakalmışım. rüyamda, sol kanatta fuleli çalımlarla sıfıra iniyordum. üzerimde kırmızı bir forma ve ceza yayının hemen üzerinde ayağını kurmuş bekleyen gerrard; steven "the skipper" gerrard.


wide wide screen

nereye baksam ekran görüyorum. detaylarla boğuştuğum son birkaç günde bilgisayara o kadar yaklaştım ki gözümün görüş açısının kapsadığı her şey bir geniş ekran parantezinde. bakışlarımı kaçıramıyorum bile, sanki birisi bağlama büyüsü yapmış da beni şu likit aynanın önüne sabitlemiş. akşama kadar yerimden kalkmadığım gibi kahveyi bile iş arkadaşıma yaptırıyorum. içine girdiğim proje yoluna girdi, geçen haftaki otelin de işverenler tarafından çok beğenildiğini duyunca iş hayatındaki moralim ve kendime güvenim biraz arttı fakat bu sırada dibe çakılan bir özel hayatım oldu. akşamları konuşmak istesem bile beynim gerekli tepkileri veremediğinden ilişkinin oldukça kötüye gittiğinden başka bir şey söylemeyeceğim. burası ve bunun gibi mecralar bu konuları konuşmak için doğru yerler değil, yeni yeni öğreniyorum.

sağ gözümüm seğirmesi iki gün önce bitti ve bayrağı sol gözüm aldı. 4x100 bayrak yarışında bile böyle senkronlar olmuyor. beynim, gerçeği kaybetti ve kendimi .c4d uzantılı bir dosya gibi hissediyorum. en arkada hafiften patlayan ışık ve iyice ağırlaşan sahnenin render süresi canımı sıksa da, kullanmayı unuttuğum "dünyanın sonu değil ya" savunması tekrar işe yaramaya başladı. akşamları otele döndüğümde kitap okumak ise fantastik edebiyat gibi kaldı yine, aptal televizyon programlarına bakmak aptallaşan benliğime yakışıyor. programları ve bitmeyen reklamları bile büyük bir iştahla izliyorum fakat başucumda nöbet tutan birbirinden nefis kitaplarda bir sayfa bile ilerleyemiyorum. uykum geliyor, dikkatim dağılıyor ve ne okuduğumu anlamadan sayfaya bakıyorum.

aynı eski günlerdeki gibi george, aynı eski günlerdeki gibi. oteldeki son bir ayıma girdiğimi düşünüyorum, bu işin en fazla üç ay süreceği gün gibi ortada, elektrikli ocaktan ve çalıştığını iddia eden buzdolabından sıkıldım. bilgisayarda oyun oynamak ve fantastik dünyalarda dolaşmak istiyorum. bilgisayarım hala iyi bir bilgisayarken hakkını vermem lazım. bakalım ailemin burada olması her şeyi on kat daha fazla kolaylaştıracak.

şimdi modele ve gözümü alan geniş ekrana dönebilirim. haftayı da bu dalavereyle kapatır ve mayışa bir hafta daha yaklaşırım. hafta sonu allstar var diye delicesine mutlu olduğum günlerin geride kaldığı vasıfsız zamanlardayım.


15 Şubat 2011 Salı

tesadüfleri hep sevdim

wikipedia'dan başlık bulmaca, bana 2002'de tanışma fırsatı bulduğum ve büyülü gerçekçiliği yaratan adam gabriel garcia marquez'i getirdi. kütüphanenin bahçeye bakan pencere kenarına geçer ve derse gitmek yerine yüzyıllık yalnızlık okurdum. kitabı bitirdikten sonra bir gün yeniden başlayacağıma emin olarak okurdum. bazen kitabı okumayı bırakır ve kapağına dalıp giderdim ki bundan birkaç gün önce yazdığım bir yazıda bundan bahsetmiş olmam, wikipedia'nın rastgelesini daha anlamlı kıldı sanırım. sanırım kullanmayı seviyorum, bu tam benlik bir laf. bir şeyler sanıyor fakat bundan hiçbir surette emin değil. mezartaşıma bile "sanırım ölüyüm" yazdırmak isterdim. çünkü yaşadığımdan bile emin olmadığım zamanlar oluyor, muhtemelen öldükten sonra da buna benzer şeyler hissedeceğim. organdan bağımsız hisler, öldükten sonra da çalışıyor olsa gerek. 

evet günün özetini mi geçeyim, yoksa bir rastgeleye daha basıp saçmalayayım mı? okurun da interaktif olarak yönlendireceği bir blogum olsun isterdim fakat bunun html kodunu, kendiminkine eklemeye çalışırken tüm kaynak kodlarını birbirine katacağımdan ve blogumu ebediyete uğurladıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam edeceğimden eminim. hızlı unutabiliyor ve sonrasında inkar edebiliyorum. bu bir hata değil, özellik. ulan ingilizcesini yazınca şık duruyordu: that's not a bug, that's a feature!

şimdi, gelelim asıl meseleye. üçüncü paragrafta asıl meseleye gelmeyi seviyorum, bu kendime olan güvenimi arttırdığı gibi dolapta bekleyen yaprak sarmasını da hatırlatıyor. gelecek asıl meselem genelde yok, bu blogun çıkış sebebi ile ilerlediği güzergah tamamen farklı olunca, senkronizasyon sorunu kronikleşiyor. bir de tüm içeriği kendim ürettiğim için, her seferinde yeni malzeme sunamıyorum. yoksa ben de bilirim internet arakçılığını, elalemin yaptığı işlerden parsayı toplamayı, her yerde bin kere görülen işleri yeni bir sikmiş gibi bir kez daha sunmayı. tamam sakinim. sadece askıların ucundaki altın toplar neden renderda gözükmüyor onu anlamaya çalışıyorum. hamit ve halil altıntop koymuştum oysa adlarını. 

ad koymak daha şimdiden on binden fazla objeye sahip projede yine çığrından çıktı, bildiğim tüm futbolcular bitti, uefanın sitesinden u-17 ne kadar topçu varsa onları da ekledim. kontrol panelinde kimi ararsan var, mahşer yeri gibi ortalık. ama ortadaki modülün adı "deli süleyman" oldu. projede ne zaman deli süleyman'ın adı geçse, o proje lanetleniyor ve işveren iflas bayrağını çekiyor. ben de bu mağaza işinden kurtulmak için bu büyüyü kullanıyorum.

patron bugün de ortalıkta gözükmedi, yarın sabahtan damlar ve ne yaptın diye sorar. ben de tüm bu yazıların çıktısını alır ve büyülü gerçekçiliğin türkiye şubesini açtım patron derim. ya gülüp geçer ya da yarından itibaren yasımı tutarsınız.




diplomatik dokunulmazlık

wikipedia'dan "rastgele madde"ye basarak başlık bulma ve onu olabilecek en alakasız şekilde doldurma oyunu, son bir haftadır olduğu gibi yine yeni yeniden render beklediğim şu saatte aklıma düştü. ney bu render aslanım dersen de; ben de tam bilmiyorum abi, tanımlamak konusunda her zaman şüphelerim oldu. yine de render, modellemesi bitirilen bir sahnenin, malzemeleri de atandıktan sonra, gerçeğe en yakın şekilde aydınlatılmasının sonuçlandırılmasıdır. nasıl da ortaokul cevabı gibi oldu. cevabı uzattıkça yüklemi bulmak da zorlaşırdı ve her seferinde edilgen bir çatı kondurup kaçardım.

peki anlatacak bir şeyin yokken niye bloga geliyorsun da boş boş yazıyorsun dersen de, sana mı soracağım kerevit gözlü saman kertenkelesi der tansiyonu yükseltirim. başka bir şey yapılmıyor ki, bilgisayar nazlı bir kız gibi. iki pencereye tıklatsam, bu program yanıt vermiyor. "neyin var hayatım" la akşamı ediyorum. o yüzden bu metin kutusu (hayatımda ilk defa kullandım bu sikkoluğu da) ve odaksız yazmak beni bir mesai gününde alabildiğine ileriye atıyor.

sadece oturup yazmıyorum tabii, ara sıra mutfağa gidip buzdolabının derinliklerine sakladığım saklama kabındaki yaprak sarmalardan yürütüyorum. pazar akşamından beri sadece yaprak sarması yediğim halde bıkmış değilim. bu akşam son partiyi yedikten sonra üç gün ara vereceğim ve cumartesi akşam yine yiyeceğim. akıl sağlığımı kaybedene, bizimkileri tedirgin edene dek tencerenin başından ayrılmayacağım. tedirgin olsalar da bir şey diyemeyecekler çünkü evden ayrı yaşadığım için hafta sonları diplomatik dokunulmazlığım var. ahanda başlığı yakaladım, bundan sonrası kolay. bu başlık bulma oyununun amacı, disiplinler arası geçişleri biraz daha kolaylaştırmak ve çeşitli konularda fikir sahibi olmak. çünkü bu yazı yazma olayını başıma bela ettiğimin farkındayım ve bu saatten sonra yapabileceğim tek şey ilerlemeye devam etmek olacak. üzgünüm ama böyle, daha üçüncü paragrafı okuyup da "bu adam neyden bahsediyor" diyenler geri dönsün, ben yalnız da ilerleyebilirim.

bugün kutlu bir gün, odaya buzdolabı geliyor. dün otel parasını adamın eline sayarken "buzdolabı olursa iyi olur" dedim. o da "sen de yokmuydu yahu o" dedi.

"bak amca" diye başladım. "de'yi nerede ayırman gerektiğini bilmediğin gibi soru eklerini de babanın malı gibi kullanıyorsun. bu oteli başına yıkarım senin, deri ceketini bile alamadan yok ederim her şeyi." gerçekten sinirlenmiştim, bir yazar adayının kaldığı otelde böyle hatalar olması felaketle sonuçlanabilirdi.

"sende yok muydu yahu dolap?" dedi. sinirleri bozulmuştu fakat yine de temkinli davranıyordu. "yok" dedim, "iki aydır ilkel insanlar gibi yaşıyorum. kaşarı geceleri balkona koyuyor, gündüzleri ise toprağa gömüyorum." şaşırmıştı ve gözlerime bakamaz duruma gelmişti. yarın halledeceğini söyledi, ben de yaprak sarmam bozulmasın diye ofise poşetle geldim. mimarlıkla alakası olmayan on mimar diye liste yapılsa ilk üçe girerdim fakat yaprak sarmasının daha önemli olduğu günlerdeydim. 

rendera baktım, 1.5 saatte yarısı bitmişti itoğlu itin. daha düzeltmem gereken tonla detay varken buna izin vermeyen bir bilgisayar ancak yazı yazmama izin veriyordu. ben de elimden geldiğince yazıyordum. 


virtual memory remains

bilgisayar havaya uçmadan önce son yazımı yazmak istiyorum, öyle ki tuşlara bastıktan yaklaşık 17 saniye sonra kelimeler ekranda çıkıyor. yazı yazmıyorum kelime tahmin ediyorum resmen. her detayına kadar modelleme serüveni bilgisayarı allah diye bağırttığından, ne yapsam da dosyayı hafifletsem diye düşünüyorum. deri ceketleri modellemek yerine fotoğraflarını kullanacaktın evlat, aklını ve polygonunu sikeyim. ışıkları azalt, ortalığı swarovski  vitrinine çevirdin. her şeyi modelleme hevesinden vazgeç yoksa ramlarin ciyaklayacak ve kasanın gözeneklerinden kan çıkacak.

ne zaman render al tuşuna bassam, ortalık birbirine giriyor. renderı durdurması bile yükünü almış ve freni patlamış bir lokomotifi durdurmaktan daha zor oluyor. bir şeyleri yanlış yaptım gibi ama dur bakalım, akşama doğru bir çözüme ulaşırım. zaten işleri göstereceğimiz işveren, salı yerine çarşamba geliyormuş yurtdışından. bu da bana omurgamı ve perspektifimi siktirmek için bir 24 saat daha kazandırdı. bitse de kurtulsam demek hiçbir işe yaramaz çünkü, şu uğraştığımın on misliyle yüzleşmek zorunda kalacağım. mağaza sonuçta bu, aptal turistler ne kadar etkilenirse işveren o kadar para kazanır. o bir sike derman olmaz deri ceketler ve kürklere ne kadar euro çıkarsa ceplerden, yeni mağazalar için o kadar fazla kaynak olur. hayvanların başı belaya daha fazla girer, ekonomi kalkınır. bu düzenin bir parçası olmak istemiyorum edebiyatı yapacak değilim, bu düzen dışında herhangi bir şey geçimi sağlamama yardımcı olmadı. aylarca evde oturdum, tuborg için fikir ve proje geliştirdim, fotoğraflar çektim ve sürecin sonunda tam anlamıyla sıfırı tükettim. şimdi bu başıma gelenlere şikayet etmek ya da dünya'yı değiştirebileceğim gibi sanrılarla mücadele etmek yerine, bu kahrolası model sahnesini nasıl hafifletebileceğimi düşünüyorum. 12 gb ramli makine bu kadar zorlanıyorsa, windows 98 yüklü eski bir laptop heralde kendini yerden yere attıktan sonra ruhunu teslim ederdi. 

şimdi sanal bellek miktarını arttırmak için neler yapmam gerektiğini öğrenmem lazım, dün akşam otele götürüp yarısını yedikten sonra ofise geri getirdiğim yaprak sarmasını ve bu eksende gelişen başka bir "genç adam" hikayesini de akşama doğru yazarım.

14 Şubat 2011 Pazartesi

ben uyanırsam herkes ölür

sabah 04:30...

yatağımda birdenbire uyanıyorum, sanki kıyamet kopmuş ve herkes bir yere yerleştirilmiş de ben dışarıda kalmış gibiyim. karanlıkta panik, sobanın yanındaki yatağımda pek de huzurlu olmayan bir uykudan uyanmak da zor olmuyor. uyanınca her şey bitecek, 05:30'da çalacak alarm sonrası hafta resmen başlayacak. yastığımın altından telefonu çekip saate bakıyorum. alarma daha bir saat var. zamanı, hayatımın geri kalanının toplamı bir saat olacak şekilde yavaşlatmak istiyorum. ömrüm, şimdiye kadar yaşadığım 28 yıl + 1 saat olsun ve alarmla birlikte ben de yok olayım. soğuk bir sabahta sırt çantamla minibüs bekleyip gerisin geri ofise geri dönmek ve salıya iş yetiştirmek istemiyorum. alarma daha bir saat var, yarı uykulu zihinle zamanı sabote etmenin olabilirliği üzerine düşünüyorum. belki çok uzun bir süreci anlatan on dakikalık rüyalar beni sakinleştirebilir, bir saat sonra kalktığımda sanki mevsimler boyu uyumuş gibi davranabilirim. gözlerimi tekrar kapatıyorum, sobanın azalan sıcaklığını yüzümde hissediyorum. odanın diğer köşesinde, on iki hayvanlı türk takvimini dahi umursamayan güzel kuşumuz panpa var. muhabbet kuşu olmak istiyorum.

sabah 05:00...

bir askerlik kadar uzun süren rüyamdan yine uyanıyorum. panik devam ediyor, saatimin 05:28 gibi geri dönüşü olmayan rakamlar göstereceğini düşünüp büyük bir endişeyle yeniden telefona bakıyorum. eğer uyanmama iki dakika kaldıysa başım belada demektir, artık hiçbir rüya beni kurtaramaz. daha yarım saat olduğunu görünce derin bir nefes alıyorum. son bir uyku hakkım daha var, sonrası ise kesin ölüm; aynı hayat gibi. gözlerimi kapatıp tekrar açtığımda her şey bitmiş olacak fakat uyumayıp bilincimi açık tutarsam da rüya görmekten muaf olacağım. gözlerimi son kez kapatıyorum. pilli bebek-açılsın gözlerin'le öleceğim ve pazartesi akşamı yeniden kıpırdanmaya çalışırken de tam olarak dirilmem perşembeyi bulacak.

sabah 05:30...

çok derinden gelen müzik sesi azralim oluyor, yerine getirmem gereken sorumluluğun rüyalarımı berbat ettiği bir gecenin sonuna geliyorum. evde çok az vakit geçirdiğim için her haftaki dinlenmişlik hissi yerine odaksız bir isyan var. artık çok geç, kalkmam lazım. ışığı açmadan odadan çıkıyorum, panpaya haftaya görüşeceğimizi söylüyorum. çantam holde, bizimkilerin de uyanma zorluğu çektiğini bilmiyorum ama öyle gözükmüyorlar. babam arabanın anahtarını çoktan almış, annem ise efsanevi çorbasını ısıtmış bile. gözlerim kapalı çorba içiyorum. tereyağında pulbiberin rayihasını damağıma kaydediyorum, hafta içi lazım olacak.

sabah 06:00...

üzerimi giyinmişim ve yol kenarında minibüsü bekliyoruz. dört beş tane daha insan var ve kimse halinden memnun değil gibi. üçü hastaneye gidiyor, ellerinde raporlar. birisi belli ki öğrenci, imajı oturtmaya çalışıyor. ben ise ne büyüğüm ne de gencim. ne öğrenciyim ne de hastayım. ne olduğumu düşünürken minibüs geliyor, kıpırdayan insanların ilk amacı oturacak bir yer bulmak. minibüse son giren ben oluyorum, bir tek yüzü diğer yolculara dönük tek koltuk boş. umrumda değil, hayatım boyunca yüzümü insanlara dönüp onları çaktırmadan izledim zaten, yüz kilometre daha bunu yapabilirim.

sabah 06:30...

kulaklığımdan rajaz, olimpos ufuklarından da kızıl bir güneş yükseliyor. deniz bir şeylerin yasını tutuyormuşçasına durgun. insanların yüzlerine bakıyorum, hepimizin eninde sonunda ölümle imtihan edileceği tuhaf günlerdeyiz. kimileri bunu geciktirmek için sabahın köründen kalkıp hastaneye gidiyor. elli sene sonra hiçbirimiz sağ olmayacağız, aklımı kemiren proje de en fazla yirmi sene sonra yıkılacak ve yerine yenisi yapılacak. gelecekteki başka bir mimarı düşünüyorum, acaba benim geçirdiğim sıkıntılar ona yansıyacak mı? yoksa benim yaşadığım bu gereksiz sıkıntılar da, yirmi sene önceki başka bir mimarın laneti miydi? bilmiyorum. 

sabah 08:30...

ofisi açıp çantamdaki yaprak sarmasını dolaba koyuyor ve bilgisayarımı açıyorum. sakin kalırsam her şeyi trajediye çevirmeden bir iş yetiştirme serüvenini daha tamamlarım, sakin kalamazsam da akşamında kırmızı tuborg'a yatırırım kalıbı. dünya'nın sonu olmadığını bildiğim halde bazen kendime fazla yükleniyorum. bilgisayarımı açtıktan sonra içimden bir ses "müzeyyen senar" diyor, bir yerden albümünü bulup indirmeye başlıyorum.