7 Şubat 2011 Pazartesi

on sekiz kişi

sabahın altısında, doğu'dan yükselen güneşin önderliğinde bir minibüse sıkışmış şoför dahil on sekiz kişiydik. on dördümüz uyuyor, ikimiz dışarıya bakıyor, birimiz direksiyon sallarken sona kalanımız da başka insanların yüzüne bakıyordu. uyurken bebekleşen insanlar sabahın altısında çoktan hazırlanmış da bir yerlere giderken, herkesin işinde gücünde olduğunu düşünüp uyuyanların yüzlerine bakıyor ve neden yataklarında olmadıklarını merak ediyordum.

yanımdaki adam jilet gibi takım elbisesinin içindeydi ve uyuyordu. beş dakikalığına verilen molada uyandı, nerede olduğunu anlamaya çalışıp bir minibüste olduğuna ikna olduktan sonra geri uyudu. ücreti bir lira eksik vermesinden ve giydiği takım elbiseden onun bir öğretmen olduğunu anladım. her gün çekiyor muydu acaba yüz kilometrelik bu yolu, ya da benim gibi sadece haftada iki gün mü biniyordu minibüse. melekler gibi uyuduğu için uyandırıp da soramadım. bir lira eksik verip haftada beş gün, yılda ise dokuz ay çalışabileceğim bir öğretmenliği de istemediğimi kabul ettim. insanlara bir şeyler öğretmekten, aynı şeyi başka insanlara defalarca tekrarlamaktan eminim ki hoşlanmazdım. hele pazartesi sabahı jilet gibi bir takım elbiseyle bir minibüsün pencere kenarında uyumayı istemezdim. basketbol ayakkabılarım ve bol pantolonum içinde rahattım. haftada bir tıraş olmak da kimsenin dikkatini çekmiyordu.

on sekiz kişinin belki de en genci bendim. yaş arttıkça sabah altıda bir yerlere yetişme sorumluluğu artıyor sanırım, çocuklar görünürde yoktu. sabahçı öğrenciler var mıydı acaba hala? öğlenden biten okul ve ertesinde sonsuza kadar oynanan oyunlar. belki bisküvi, süt ve çizgifilm? sabah mahmurluğuyla, aynı susam sokağı'nın jeneriğindeki çocuklar gibi dere tepe aşan çocukları düşündüm. öğlenden biten işim olsa, tüm öğleden sonralarımda ne yapacağımı şaşıracağımı ve şu anki halimden bambaşka yollara sapabileceğimi yarı uykulu fakat berrak bir zihinle aklımdan geçirdim. haftada bir gün antalya müzesine gider ve binlerce yıllık heykellerin arasında ben de onlar gibi davranırdım. birkaç gün, gündüzlerin kimsesiz sakinliğine kendisini teslim etmiş mekanlara gider bir bira serinliğinde kitap okurdum. belki de işimi erkenden halledip eve geri döner ve otelde kalmaya son verirdim. 

kucağımdaki çantanın fermuarını açıp en üste koyduğum toza sor'u çıkardım. bu hafta bitirmem gereken kitap buydu ve tutunamayanlar'a gelecek hafta gibi başlamalı, demlene demlene okumalıydım. otelde kalan ve yazar olmak isteyen bir kahramanın ilk sayfalarını okurken uyku galip geldi ve bir öğretmenin yanında kısa süreli bir uykuya daldım. rüyamda işe geliyordum. yarım saat sonra, uyanmam gereken yere birkaç dakika kala uyandım ve işe geldim. rüyalarım gerçeklemişti. on sekiz kişiydik ve diğer on yedisini belki bir sonraki pazartesiye belki de hayatımın sonuna kadar görmeyeceğimi düşünüp minibüsten indim.






Hiç yorum yok: