8 Şubat 2011 Salı

büyülü öğlenler

öğlenleri dışarı çıkıp biraz yürüme işini kesinlikle alışkanlık haline getirmeliyim. ne zaman çıksam hem hayatın bir sürpriziyle karşılaşıp geri dönüyor ve dinlenmiş oluyorum hem de bilgisayara bakıp durmaktan seğiren gözüm de biraz güç toplamış oluyor. proje teslim zamanlarında da böyle olurdu, jüriden sonraki bir hafta atan bir gözle yaşamak zorunda kalırdım.

bu öğlen ise toza sor'u yanıma alıp parka indim. yüzümü güneşe dönüp birkaç sayfa okudum. karnımın açık hava görünce acıktım diye kendinden geçmesi beş altı sayfa ancak okuttu. bir büfeye benzer bir şey aradım bulamadım, ev yemekleri yapan bir yere girip de oturmak istemedim. ellerim cebimde bir aylak gibi yürüdüm, bir yere varmaktan ziyade sadece ofisten dışarıda bir yerde olabilmeyi önemsedim.

karşıma tansaş çıktı, girip mezelere baktım. seçenekler azdı, plastik kabında bir meze ve ekmeği şehir hayatının ortasında nasıl yiyeceğimi bilemeyip ege mezesi aromalı cips aldım. ana caddeden yürümek yerine bir paralelindeki kısmen tenha yolu seçtim. avanak avanak yürürken bana doğru gülerek gelen güneş gözlüklü orta yaşlı bir adam gördüm. 

"lan" dedi, "lan" dedim. tanımıştım. liseden arkadaşımdı, lisenin ilk günü tanışmış beraber sıra bile taşımıştık ve son on senedir görüşmemiştik. elimde cipsle aptal çocuklar gibi ofise yürüyordum ve muhtemelen bıyığımda cips partikülleri kalmıştı. bol pantolonum ve basketbol ayakkabılarımı da görünce "yine basketten mi geliyorsun" dedi. lise döneminde kafayı basketbolla ve nike air teknolojisiyle bozmuştum ve bu on sene sonra gördüğüm lise arkadaşımda bile iz bırakmıştı. "yok, ofise gidiyorum" dedim ve bana son on senede ne yaptığını özet geçmesini istedim. büyüleyiciydi:

liseden sonra okumayıp turizme atılmış. ingiliz bir dişçiyle birlikte olup ingiltere'ye gittikten sonra birkaç yıl orada yaşamış. ingiltere canını çok sıkınca türkiye'ye gerisin geri dönmüş ve 15 ay komando olarak askerlik yapmış. askerlikten sonra bir sezon daha turizm ve sonrasında beş yıldızlı kıtalararası gemilerde garsonluk. ankara'da sınava girdikten sonra istanbul karaköy'de mülakata girmiş ve yüzlerce kişi arasından seçilen beş kişiden biri olmuş. gemideki macerası ise miami'de başlamış. girdiği şirket onu direk miami'ye uçakla yollamış. dev gemide garsonluk yaparak avrupa'ya geri dönmüş. tüm dünya'yı gezmiş senelerce. görmediği okyanus ve hatun kalmamış dediklerine göre. yeterince coşkulu bir hayattan sonra parasını biriktirip antalya'ya dönmüş ve ev almış. şimdi de iş bakıyormuş. bana "sen ne yaptın?" diye sordu.

"hiç" dedim. "okulum geçen sene bitti, askere gittim. geldim ve burada bir ofiste mimar olarak çalışıyorum." "mimar oldun ha, zaten lisede de normal değildin" dedi. hep normal olduğumu, şimdi ise bu boka boğazıma kadar saplandığımı söylemedim. daha istanbul'un batısını görmediğimi, yirmili yaşlarımın okumak ya da çalışmaya çalışmakla geçtiğini de eklemedim. mimar olmuştum ya gerisi önemli değildi. karşımda tüm kıtaları gezmiş bitirmiş bir adam vardı, kader bizi bir antalya öğleden sonrasında benim elimde cips varken ve süreye oynadığım bir anda karşılaştırmıştı. 

"mutlaka görüşelim" deyip telefonlarımızı aldık, facebook'umun olup olmadığını sordu. "yok" dedim. farklı güzergahlara devam ettik. 

Hiç yorum yok: