30 Kasım 2010 Salı

her şey üst üste

sabahın erken saatlerinde işe alındığını öğrenen fakat bu konu hakkında büyük şair necip fazıl gibi (geçti, istemem gelmeni; yokluğunda buldum seni) davranan kahramanımızın ev odaklı hayatı, patates kızartması yapmak için mutfağa giden uzun yola çıkmadan önce gelen mesajla bambaşka bir hal aldı. o sırada internet üzerinden asi_cocuk_xx adlı bir mikropla oyun oynuyor ve kelimeleri iyi puan getirecek şekilde oluşturmaya çalışıyordu. ne yaptığını kendisi de tam olarak bilmiyordu, kahve de yapmamıştı sanki bugün. kısa vadeli hafızası çökmüştü, son altı ayda evde ne halt ettiğini tam olarak hatırlamazken, eski günlerde rahatlıkla dolaşabiliyordu. oyun devam ederken sözlüğe girdi, bir şey okumak için değil bir arkadaşa bakıp çıkmak için girmiş gibiydi. mesaj geldiğinden parlak yeşile tıkladı ve altı kırkbeş yayınlarından "uzun süredir yazılarınızı takip ediyoruz, görüşmek isteriz" içerikli mesajı okudu. iletişim bilgileri de vardı, sözlükten geri çıkıp oyuna girdi. oje güzel puan getirince keyfi yerine geldi, geçmişte neler yazdığını düşündü fakat aklına pek bir şey gelmedi. okulun son dönemleri ve iş hayatının karanlık kuyuları üzerine aynı şeyleri tekrarlamaktan öteye gitmediği için eski yazdıklarını imla hatalarını düzeltmek dışında görmek istemezdi.

iletişime geçip geçmemek üzerine kararsız kaldı, artık düzenli bir işi ve maaşı olacaktı; belki kenara birkaç kuruş atar ve az yakan dizel bir araba bile alabilirdi ileride. ev taksitine girerdi, kredi öderdi, vadeli hesapları olurdu, büyükler ne yapıyorsa o da aynısını yapar ve bir şekilde sıradanlık krallığına adımını atardı. bu mesaj da neyin nesiydi, neden görüşmek istiyorlardı? takip edilecek kadar ne yazmıştı, peşindeki insanlar ve onların kara çantalarında taşıdıkları nelerdi?

görüşmek istediğine karar verdi, o sırada midesi guruldadı. patates kızartması yapmak için irade gücünden başka her şey hazırdı. yerinden kalktı, mutfağa girdi, patatesleri raftan aldı fakat onları doğramak yerine kahve içmenin daha kolay olduğuna karar verdi. üşengeçliğin engin coğrafyasında altın yeleli yılkı atıyla oradan oraya koştururken kettle'ın düğmesine bastı. kırmızı fincana içeriği hazırladı. suyun kaynamasını beklerken canı sıkıldı, kaynama noktasını düşürmek için dağın başına mı çıkması yoksa okyanusun dibine mi inmesi gerektiğini lisedeki fizik derslerinden hatırlamaya çalıştı. okyanus dibinde basınç artacağından kaynama noktası da düşecekti sanki, pek emin olamadı. bu sırada su çoktan kaynamıştı, bir fincan kahveyle odasına geri döndü. sırtı hafiften ağrıyordu, kitap yazsa bunun ne üzerine olacağını ve en fazla kaç sayfa çıkarabileceğini hesapladı. sonuçlar onu mutlu etmedi, her şey hakkında o kadar az bilgisi vardı ki; yazarlık kariyerine yanlışlıkla adım atarsa sadece eşini dostunu anlatmanın mantıklı olacağına karar verdi.

o sırada kapı çaldı, radiohead "you and whose army"i söylerken yerinden kalktı, annesi marketten gelmişti. ona, yazarlık kariyerinin belki de başladığını söylemek istedi fakat vazgeçti. onları endişelendirmek istemiyordu, özellikle işe alındığını öğrendikleri bu kutsal salıda. oğullarıyla gurur duymak onların da hakkıydı, sabretmişler ve beklemişlerdi. market poşetlerini annesinin elinden alıp mutfağa bıraktı, üçgen peynir yoktu. buna üzüldü, üçgen peyniri sevdiği kadar tanrıyı sevse şimdi seçilmişler kadrosundan iyi bir maaşı ve deri koltuğu olurdu fakat özellikle adana'da sıcak pidede erittiği süter üçgen peynirinin verdiği lezzeti, semavilerin hiçbiri veremezdi. imkanı yoktu. 

annesi, patates kızartmasını neden yapmadığını sordu. verecek bir cevabı yoktu, aklının bir köşesinde ilk kitabının konusunun ne olacağını ve hangi zaman kipini kullanması gerektiğini tartıyordu. geçmiş zaman iyiydi, -di'li geçmiş zamandan hep hoşlanmıştı. tuhaf düşünceleriyle mutfaktan çıkıp yeniden odasına girdi, 9999. günü son ayların en değişik günlerinden birisi olmuştu, bilgisayarına baktı.

her şeyin üst üste geldiği erkenden kararan bir gündü, bir şeyler yazıp mutfağa geri gitti.

9999. günden notlar

"ilk 10000 günün en iyi 10'ları" gibi fütursuz listelerle aklımı kaybedeceğimi düşünüyordum fakat kuzey cephesinden gelen haberlerle her şey allak bullak oldu. geçen hafta iş görüşmesine gittiğim adam bu sabah aradı ve haftaya başlayacağımı söyledi, yoğunluktan cevap verememiş falan filan. bir kebapçıda lezzet turu yapan herhangi bir olimpos tanrısı biliyor ya sevinmedim, öyle sinirlenmiş ve kendimi iş dilencisi gibi hissetmiştim ki geç gelen cevap yüzünden, tamam dedim kapattım telefonu. hevesimin kaçtığı doğru, geçen haftaki arzumu yeniden inşa etmek birkaç günümü alır ve ben de dünyanın geri kalanı gibi işe gidip işten gelebilirim. haftaya başlayacakmışım, neyse her şey zamanla belli olur. en azından antalya'da kalacağım için mutluyum fakat cumartesi çalışıp çalışmadığımı hala bilmiyorum. pek üstelemek de gereksiz sanki, hangi bir yer çalışmadı ki? her şey daha kötüye gitse bile iki sene her şeyi öğrenip sonra kendi dükkanımı açarım. mies'in yeri-alkol ve proje sarayı? zaman bize her şeyi söyleyecektir, yapmak gereken alışmaktan fazlası değil.

antalya'daki fiyatlar istanbul'dakinin yarısı, istanbul'da o tek cepheli lanet daireye verdiğim parayla burada derebeyi olurum, altın varaklı arabalarla işe gidip gelirim. 280 m2 kare evde, antalyaspor deplasmanına gelen takımları bile ağırlayabilirim. hedefim küçük bir ev, belki bir apart olur. eşya taşınımıyla uğraşmazsam daha zinde olacağım kanaatindeyim. internet bağlantısı için eve telefon çektirmek ve faturalar kervanına deh demek niyetinde de değilim. internetle olan ilişkime bir sınır getirirsem her şey daha kolay olur, eve geldiğim gibi uyurum ve sabah erkenden kalkarım. planlarım var ve bu planların içinde içmeyi rutinleştirmek gibi daha önceden yaptığım şeyler yok. entry yazmak da bir süredir önceliğim değil, blog işi de askıda kalabilir. çünkü şunu açıkça belirtebilirim ki, canon l serisi lenslerini paragraf karşılığında değil para karşılığında satıyor. almak istediğim kitapları da "ben aslında amatörce bir şeyler karalıyore" fısıltısıyla daha ucuza almıyorum. para kazanmak zorundayım, ruhumu satmak isterdim fakat geçen sene yaptığım piyasa yoklaması ruhumun üç kilo kıyma kadar ettiğini söylemişti, o yüzden bu projeye soğuk bakıyorum. insanın ruhu bile para etmiyorsa oturup çalışması lazım gelir.

iş hükmünün hayatıma nasıl etki ettiği, benim için özel olması gereken 9999. günde bile nasıl da ortaya çıkıyor değil mi? yarın ki 10000. güne bir deve çobanı gibi gireceğime neredeyse eminim. on bira içip avizeye kusmak istemiyorum, belki üç kırmızı iyi gelir. ama bu saatlerden başlamak lazım ona da, akşama bıraktım mı olmuyor. ya da üç gündüz, üç de gece. kardeşim eminim ki abisinin 10000. gününe ya da kırmızı tuborg'a kayıtsız kalmayacaktır. bizimkilerin de kırmızı tuborg'a pek kayıtsız kalmayacağını ve "hafta içi neyin birası bu allasen?" tedirginliğiyle bu seremoniyi baltalayacağını hissediyorum. 

en iyi 10 grup gibi listeler yapmak lazımdı ama biraz geç kaldım sanki, her zamanki gibi. neyse işe girip bu amaçsız halimden kurtulmak yolunda adım attığım için son üç günün toplamından bile daha iyiyim. belki günün birinde iyi bir mimar olurum ve geri dönüp bu yazdıklarımı okuyunca "bu herif neyden bahsediyor be" derim.



29 Kasım 2010 Pazartesi

maçı beklerken

barça-real madrid maçı için "kasımın sonunda" demişlerdi, henüz ekime bile girmemişken kasımın sonuna nasıl varacağımızı düşünmüştüm. şifresiz kanalda güzel maç olacaktı, havalar soğuyacağından mısır da patlatacaktık. messi mi c.ronaldo mu diye tartışıp bir sonuca varamayacaktı insanlar, iddaa kuponunu doldururken bile üç ihtimalli maç diyeceklerdi içlerinden. barcelona iyiydi de, mourinho'nun sağı solu da belli olmazdı hani. adam geçmek için akrobasi hareketlerine gerek duymayan messi, akarsu gibi akıp geçip gidiyordu defansın arasından. yokuş aşağı koşuyormuş gibi gözüküyordu sahadayken. c. ronaldo ise çok çalışmanın ödülünü, fizik kurallarına hafiften hükmederek ve onları değiştirerek çoktan almaya başlamıştı. kalecinin üzerine giden toplar, nasıl oluyorsa son anda karar değiştiriyor ve filelerle kucaklaşıyordu. hangisinin daha iyi olduğunu kimse bilmiyordu. 

kasımın son haftasına sonunda ulaştık, iş nedeniyle içimin epey sıkıldığı ve kendimi sakinleştirmeye çalıştığım bugünlerde bu maç ilaç gibi geldi. maç daha başlamadan bitmesini istemedim, dünya kupası yahut nba finallerinde de aynı istek oluyordu. son düdükten sonra gelen gerçek hayatın sıradanlığını kabul etmek istemiyordum. kendi hayatımı bırakıp bir müsabakanın ilk yarısında rahatlıkta yaşayabilirdim, belki de heyecanlı bir son çeyrek? neden olmasın.

maça bir saatten biraz fazla var, biraz tahmin yürütmek isterim. mourinho'nun puan almak istediği zaman bunu mutlaka gerçekleştirecek taktik dehaya sahip olduğunu fakat bununla birlikte barcelona ve duble yollu pas trafiğinin de bir şekilde sonuca ulaşmak için her olasılığı defalarca deneyeceğini kabul edersek, beraberlik benim gözüme en olası seçenek gibi geliyor. real madrid'in savunma güvenliğini bir dakikalığına olsun bırakacağını sanmadığımdan, hücuma da az sayıda fakat fevkalade nitelikli oyuncularının anlık patlamalarıyla çıkacaklardır. barca'nın orta sahadaki çıldırtıcı pas trafiğini ise xabi alonso sert müdahaleleriyle sekteye uğratır. xavi ve iniesta'nın rahat pas yapması pek olası değil, sertlikle yıldırmak yoluna gideceklerdir. mesut özil'in ise çok aktif olacağını sanmıyorum ama çok koşacak, gözleri belerecek yetmişbeşinci dakikada. tahminim 0-0 gibi kısır bir skorla birlikte, 3-1 barcelona'nın galibiyeti. messi iki gol atsın, bir tane de d.villa. real'in golü de c.ronaldo'dan gelsin madem. uydurmak bedava.

güzel maç olacak, patlamış mısır leğenimi televizyonun karşısına çekip tadını çıkaracağım. sonucun çok önemi yok, maçtan sonra ise hayatımı düzeltme çalışmalarına kaldığım yerden devam edebilirim. ama önce maç.

acı çekmeye üşenmek

benim ağaçlarım projesi kapsamında, bana huzur ve fikir veren ağaçların fotoğrafını çekmeyi kafaya koyup iyi bir perspektif yakalamak için keçi gibi yamaca tırmanırken ayağımın kayması sonucu olan oldu, sol elim dikenli bir bitkinin üzerine geldi, resmen avuçladım dikenleri. hemen toparlandım ve elime baktım, dirsekten aşağısı hz. isa gibi gözüküyordu, küçük dikenler ya batmış ya da sıyırıp geçmişti. yer yer kanamalar vardı fakat tuhaf şekilde acı duymuyordum. beynim kendisine ihtiyaç yok diye yıllık izne çıktığından beri böyle oluyor, fiziksel uyarıcıları ne yazık ki umursamıyorum. halı sahada tekme yiyorum fakat bir şey hissetmiyorum, ayağımı kahrolası bir şeyin köşesine vursam bile "şimdi kim acıyla uğraşacak" diye düşünüp ileri bir tarihe erteliyorum.

dün de böyle oldu, dikenlerin saplandığı elime baktım ve "şimdi değil" deyip yeniden yamaca tırmandım. saatler geçti, eve geldikten sonra iğnenin ucunu yakıp içerideki dikenlere giriştim. dört tanesini çıkarabildim, birisini ise anı olarak elimde bıraktım. düşerken de hiç panik yapmadım, resmen çalışılmış bir hareketti. ayağımı attım, gevşek toprak birden kaydı, tutunacak bir dal aradım fakat bulamadım ve efendi gibi düştüm. tutunması yüksek ayakkabılardan almam gerektiğini, bunun için ise para kazanmak zorunda olduğumu; para için işe girmemin gerektiğini, iş meselesinin de çıkmaza sürüklenmesi ve adamın telefonlarıma cevap vermemesi nedeniyle kendimi dilenci gibi hissetmenin acıların en büyüğü olduğunu düşündüm. kendimi ısrar eden arsız esnaf gibi hissettirmişti sağolsun, dünyanın orta yerinde sik gibi bırakmıştı. bir sonraki görüşmemin de en az bunun kadar başarılı geçme ihtimali, cv'mi yakıp ateşinde iğne ucu ısıtmak ve başka insanlardan gelen mutsuzluğun ruhumdaki dikenlerini ayıklamak için güzel fikirdi. fiziksel acılar, harici bedhahlardan gelen negatif enerjinin yanında bir hiçti, acısını çekmeye bile değmezdi.

benim ağaçlarım

ömür boyu devam edecek bu proje, dün öğleden sonra yer çekimine meydan okuyan diyagonal bir ağacın altında oturup kitap okurken aklıma geldi. huzurluydum, dedikodu yapan birkaç kuşun sesinden başka ses yoktu. hava, kasımın sonunda denize girebilecek kadar sıcak; deniz ise geç soğuduğundan olsa gerek ılıktı. balık tutmaya gelmiştik, her zamanki şanssızlığımla bir tane balık yakalayamadığıma şaşırırken, küçük koyun ağzında üç yunus gözükmüştü. ara sıra suyun üzerine çıkıyorlar ve dönüyorlardı. birkaç gündür insan uydurması olan işler, görüşmeler ve para konusu nedeniyle canım sıkkınken, yunusları görmek çocuksu bir mutluluk verdi. günümün geri kalanı da gölgesinde mevsimler geçirebileceğim yaşlı bir ağaç sayesinde fikirlerle ve hayallerle geçti.

ağaçları seviyordum, onların yılları umursamadan hep aynı yerde durmaları ve paniğe kapılmamaları beni büyülüyordu. bu bazen asırlık zeytin ağacı, bazen çıralı'daki kuru ağaç bazen de kimselerin pek bilmediği koylardaki isimsiz çam ağaçları oluyordu. bir ağacın altında kendimi huzurlu ve zamansız hissediyordum. sarkan dalları belli belirsiz bir mekan yaratırken, düşüncelerim daha netleşiyordu. hafta sonlarımı güzel ağaçlar bularak ve altında uyuyarak, kitap okuyup bir şeyler yazarak geçirebilir, bunu ömrüm boyunca farklı ağaçlar altında tekrarlayarak ülkenin çeşitli yerlerindeki benim keşfettiğim ağaçları organik devremülk olarak kullanabilirdim. benden doğmadan önce var olup ben öldükten sonra da yaşamaya devam edecek ağaçların altında fani bir gölge gibi dolaşabilirdim. geçen zaman ağacı ve beni değiştirirken de hayata şahit olabilirdim.


28 Kasım 2010 Pazar

biraz daha iyi

dün öğleden sonra başlayıp bu akşama kadar etkisini sürdüren ruhsal lodosum, 9997. günüme sayılı dakikalar kalmışken hafiften azaldı. bazen her şeyin geçeceğini bilmek bile beni sakinleştiremediği için, içimdeki zehiri anında ölümsüzleştirmeye çalışıyorum. nefretimi kusmak iyi geliyor, kendimi yorgun fakat hafiflemiş hissediyorum. kendimi, büyük bir savaştan sonra evine dönen bir savaşçı gibi görüyorum, atım ve kılıcım yanımda fakat epey yara almışım. göğsüme aldığım mızrak darbesi ara sıra nefesimi kesiyor sadece, bunun dışında her küçük bütçeli depresyondan sonraki düzelme evresini seviyorum. bir sonraki ne zaman olacak peki? bilmiyorum fakat insanlara güven meselesi epey canımı sıktı. daha önce görmediğim adamlara güvenmek ve onlara göre konum almak zorunda kalıyorum, yeni kararlar alıp haber bekliyorum ve adamlar geri bile dönmüyor. bu da zaten hayal kırıklığından pek hoşlanmayan bünyemi yerden yükseltip geri çarpıyor. oturup sakinleşmeyi beklemek bile sinirlendiriyor.

bugün böyle bir gündü, evden dışarı çıkmak yerine jack london'un nasıl gözümden kaçtığını anlamadığım "the road" kitabını ve kitaptan uyarlanan filminin izini buldum. viggo mortensen'i de çok severim, yol filmine bir "strider"dan başkası da yakışmazdı. filmi, internetten bir şeyler indirme özürlüsü bir insan olarak rekor denebilecek sürede indirdim. sanırım programlar portları kendisi açıyor artık, son kullanıcı salaklıklarıyla uğraşmıyorlar. adana'da tanışma fırsatı bulduğum truman capote'nin filmi de uzun zamandır inmeye çalışıyordu, hazır utorrenti açmışken onun da inmesini bekledim. altyazılarını buldum, klasörledim ve medya oynatıcı olduğunu iddia eden vernikli kaplumbağaya yükledim. bu sırada ev ahalisi haber izlemek istediklerini söyledi, ben de televizyon dışında başka bir yerde film izleyemeyeceğimi bildiğimden tatsızlık çıkarttım. film izlemek için geç kalmıştım, haberler ise başlamak üzereydi. beş dakika haber izleyerek düzelme belirtileri gösteren ruhi durumumu eski haline getirdim, gerçekten her gün daha kötüye giden bir trene doluşmuş gibiydik. haberlerden sıkılıp bu haftanın uykusuz'unu incelemeye başladım. diyanet'in bütçesinin, iç ve dış işleri bakanlığından çok daha fazla olduğunu görmek beni yeniden sinirlendirdi. acun'un elli milyon liralık servetini anlatıyordu o sırada televizyon, mizah dergisi bile nelerden bahsediyordu. havalar hafiften soğumuşken, içimdeki sıkıntı şaha kalkmak için fırsat kolluyordu fakat izin vermedim. dün iletişimsizlik problemi çektiğim sevgiliyle konuşmak ve birbirimizi yeniden anlamaya başlamak bana güç verdi, sesini duyduğuma sevindim. haberler biterken, meyve yemeye başladık. gerçekten sıkıcı bir akşam oluyordu, istanbul'u düşündüm biraz ama özlemedim, orada olmak da istemedim.

haberlerden sonra yok böyle dans mı ne başladı, elli milyonluk acun hem sunuyor hem de çeviri yapıyordu. bu ve bunun gibi adamlardan zerre hoşlanmadığımı fakat mevcut düzenin kaymağını hep böyle adamların yediğini düşündüm. serdar ortaç gibi birisi bile bayram programında yüzbinlerce lira para kazanmışken, ben onun birkaç dakikada kazandığı için bir ay işe gitmek zorunda kalacaktım. bu bile mümkün olmuyordu gerçi, tüm sakinliğimle işsiz işsiz oturup insanlara güvendiğim için hayal kırıklığı yaşarken, serdar'ı ve acun'u paradan havuzlar bekliyordu. 

reklam oldu, nat geo'ya geçiş yaptık. ikinci dünya savaşı belgeseli vardı. insanlar diri diri çukurlara gömülüyor ve gaz odalarında öldürülüyordu. kadınlar, çocuklar ve geri kalanlar, alman subayların elinden canlı kurtulmuyordu. soğuktan donarak ölen yüzbinlerce kişi, açlık, hastalık, silahlar... ruh hastası diktatörlerin mahvettiği milyonlarca insandan yaklaşık yarım asır sonra, her şey düzelmiş gibiydi. acun'un ferrari'si ve muhtelif yerlerde sayısız evleri vardı. ellerini nispet yaparcasına sallayan serdar'ın da keyfi yerindeydi, dört yüz bin lira trink para çok da kötü değildi.

kendime üzülmeyi bıraktım, bir hiç uğruna ölenlere ve bir hiç gibi yaşayanlara baktım. dünya daha mı kötüye gidiyordu, yoksa olabilecek en iyi hali bu muydu? tan sağtürk puanını verip "aslında en iyisi benim" bakışıyla yarışmacılara bir şeyler gevelerken odadan çıktım, televizyon dünyası bana göre değildi. orada acun ve serdar vardı, bana gereken ise sadece yazmaktı.

27 Kasım 2010 Cumartesi

hope leaves

nereden başlanır bilmiyorum. öfkeliyim, durgunum, pek kendimde değilim, umutsuz ve karamsarım. kendime olan güvenim son zamanların en düşük seviyesinde, hayatta neyi iyi yaptığım konusunda da pek bir fikrim yok. altı üstü bir işe girip çalışmanın bende neden böyle saçmasapan bir hale dönüştüğünü anlamaya çalışıyorum. neden olmuyor? neden olacakmış gibi gözüküp de son anda olmuyor? gizli güçler mi var yoluma taş koymaya ant içmiş? tipim mi insanlara iğrenç geliyor, ruhum mu daraltıyor odadaki başka ruhları? o kadar mı değersizim, torpilim yok belki ama okuduğum okul ve çalıştığım yılların da mı hiçbir katkısı yok?

salı günü görüşmeye gittim, her şey olumlu geçti. öyle pozitif bir konuşmaydı ki, bu sefer olacak heralde dedim. saçlarımı yana taramış ve gömlek bile giymiştim. geçmiş zamanlarda yaptığım işler, görüşme yaptığım adamın da hoşuna gitmiş ve kendisine gelen cv'ler arasında en çok beni beğendiğini söylemişti. ofisten çıktıktan sonra, işsizliğin adamı yere yapıştıran ağırlığı bile gitmişti, adımlarım hafiflemiş ve eve dönmüştüm. bu sefer olacaktı, bunca zaman beklemenin karşılığını antalya'da bir işe girerek ve artık kendi hayatımı kazanarak alacaktım. cuma günü haber vereceklerdi, sanki olacak gibiydi. 

cuma günü oldu, gözüm telefonda bekledim. ha şimdi aradılar arayacaklar derken güneş hafiften alçalmaya; belki adamın toplantısı vardır, belki şantiyededir derken de hava kararmaya başladı. olacağına o kadar inanmıştım ki, ilk "acaba" saat beş gibi aklıma düştü. acaba ötekini mi almışlardı, bir tanıdığının yönlendirdiği birisiyle daha görüşeceğini söylemişti çünkü. olumsuzsa bile öğrenmeliydim, aradım. telefon çaldı, bir kez daha çaldı, sonra çalmaya devam etti ve kimse bakmadı. olabilirdi, her an telefonumuz yanımızda değildir. belki arabada kalmıştır, belki de ceketin cebinde sessizdedir. hava sıcak olduğu için ceket askıdadır, askı başka odadadır. yatağımın üzerinde uzandım, yine olmamıştı sanki bir şeyler ve ettiğim umut moralimi bozmaktan başka bir işe yaramamıştı.

bir gün geçti, kötü bir geceydi. sevgilimle aram da anlaşılmaz sebeplerden dolayı bozuldu. moralim kötüyken tüm kapılarımı ve pencerelerimi dış dünyaya kapatmamın alışılagelen bir tekrarıydı. konuşmak bile istemiyordum, hayatımda yapmam gereken tek şey işe girip geri kalan günlerimde çalışmakken bunu beceremiyordum, bu beceriksizlik kendime olan güvenimi sarsıyor ve kendimi stand-by moduna alıyordum. bu da beni seven ve benim sevdiğim insanlarla olan iletişimimi yerle bir ediyordu. bunu telefonda söyleyemedim, yazarsam okurdu. sadece moralim bozuktu, sadece her şeyin bu sefer olacağına olan inancım, her seferinde beni üzmekten başka hiçbir halta yaramıyordu. tuborg görüşmesi de süper geçmişti, görüşmek için izmir'e gitmiş ve mekan bile tasarlamıştım. fikirlerim, fotoğraflarım ve planlarım vardı. hayalimdeki işe girmek için haziran başında uğraşmaya başlamıştım, soğuk bir maille son bulması eylülün ortasını buldu. 

biraz önce yeniden aradım, en azından kesinleştirmek lazımdı. olmamışsa bile ararlardı değil mi? profesyonel dünyanın gereği bu kadar da vurdumduymaz olamazdı sanki. yine telefonuma cevap verilmedi. elimdeki telefonu duvara çarpma isteğini bastırıp yatağımdan kalktım, belki önemli bir işi vardır adamın, belki görüşeceği insanla daha görüşmemiştir? belki hafta sonu sakince düşünüp karar verecektir?

yeniden umutlanmaya çalışıyordum çaktırmadan, kendimi kandırıyordum. bunun farkına varınca daha da moralim bozuldu, bir işe yaramıyordum. okulun niteliği çok önemli değildi, sağlam yerlerde tanıdık her şeyden çok daha önemliydi. 

kalktım yerimden, içimde yükselen bir şeyler vardı. biraz kusma biraz da uyuma isteği belki, içmek istemiyordum. yemek yemek yahut oyun oynamak da cazip gelmiyordu. açtım hope leaves'i, umutlarım tükenmeye başlamışken dinleyebileceğim en iyi şarkı buydu. hayattaki 9997. günüme bok gibi başladım, sanki suyun üzerindeki ölü bir kelebek gibiyim. önceden ne varsa çektiğim, zamanla benim kaderim oluyor sanırım. sıradan bir hayatı ay sonu maaş ile tescilleyen sıradan bir insan olmak bile benim için büyük bir görev oluyor ya ona şaşıyorum.




25 Kasım 2010 Perşembe

yitik ruhlar pazarı


günlerden siyahtı. ne zaman kurulduğunu bilmediğim bir pazarın ortasında, bana benzemeyen bir sürü insanın arasında yürüyordum. geri dönmem ya da ileriye gidebilmem için kaybettiğim ruhumu, ölü tezgahlarda serilmiş ruhların hemen hepsini denemek pahasına da olsa mutlaka bulmalıydım. zamanım azalıyordu, karanlık her şeyi yutmadan önce ruhumu tekrar elde etmeli ve daha önce gelmediğim bu yerden sonsuza kadar gitmeliydim. meleklerin arasına yükselmeyi pek istemiyordum, aralarında sıkılacağımı ve yabanileşeceğimi bilyordum; insanlar, tüm kusurları ve hırslarıyla bana biraz daha yakındı. onların arasında kendimi evdeymiş gibi hissediyordum, günlere isim veren, zamanı bölen, sayılarla anlamaya çalışan ve bir şeyleri kendilerine göre uydurmaya çalışırken hayatlarını tüketen onlardı fakat yine de meleklerden daha fazla bana benziyorlardı. ruhumu karanlık bir gecede, çıkmaz bir sokağın hemen başında bir anda nereden geldiklerini çıkaramadığım yüzü olmayan nöbetçilere kaptırdığımdan beri geceler boyunca iz sürmüştüm. isimsiz denizlerin kenarından geçip ışığın bile giremeyeceği karanlık geçitlere dalmıştım. sahip olduğum tek şeyi geri almak için zamanım biterken, hayat elini üzerimden çekmeye başlarken bir an olsun dinlenmemiştim.


bu amansız takip, beni daha önce birkaç kere adını duyduğum yitik ruhlar pazarı'na getirmişti. hiçbir şeyin ucu bucağı gözükmüyordu, ışık bile ileride uzanan dağların ardına saklandığından sadece yüzüme çarpan rüzgarı anlayabiliyordum. tezgahların yanında dolaşıp benden çalındıktan sonra takas edilmiş ya da satılmış ruhuma bakmaya başladım. bulsam bile nasıl geri alacağımı bilmiyordum, yanımda takas edebileceğim başka bir ruh yoktu. başkasından çalmak için onca yolu geri dönmek de istemiyordum, belki ruhuma karşılık bedenimi bir tezgahta aylarca çalıştırabilir ve ödeştikten sonra da geri dönebilirdim. evimi ve rutin hayatımı özlemiştim. benim gibi bir sürü insan vardı kayıp ya da çalıntı ruhunu arayan, yalvaran ve kendi ruhu karşılığında beş tane çocuk ruhunu hemen ödemeye hazır olan. çocuğunun çalınmış ruhunu yaşlı gözlerle arayan annelerin çığlıkları çevreliyordu pazarı, gözlerinin yerine iki kara çukur yerleştirilmiş gibiydi. 


yitik ruhlar pazarı'nın sonuna kadar her tezgahın önünde durup her detayı inceleyerek yürüdüm, en azından bir benzerimi bulabilirsem zamanla ona da alışabilirdim. tezgahlar yüzlerce yıldır sahibini bekleyen yaşlı ruhlardan geçilmiyordu, hepsi çok eskiydi. bedenleri savaş meydanlarında kalmış, katledilmiş ve öldüğünün farkına bile varmamış bir sürü savaşçının ruhu yeni sahiplerini bekliyordu. kendi ruhumu bulabileceğime olan inancım her dakika azalıyordu, pazar yerine çöken karanlık şiddettini arttırıyordu. geri dönemeyecektim, insanların güneşli gezegeni artık uzaktaydı. pazarda bir köşe kapmak için uzun zamanlar boyunca çırak olarak çalışacak ve yeterince ruh biriktirdikten sonra belki de kendi tezgahımı açacaktım. buradan gidemeyecektim, ruhum burada değildi ve bir sonraki yitik ruhlar pazarı'nın nerede ve ne zaman kurulacağını bilmiyordum.


belki çok uzun zaman sonra, eskidiği için bir kenara atılan ruhum bana geri dönerse, yeryüzüne çok yaşlı bir adam olarak geri dönecek ve çocuklara karanlık masallar anlatacaktım. 

november rain

hava parçalı bulutluydu bu sabah, öğleden sonraki gün için yufka ve maydonoz almaya dışarı çıkmıştım. çarşıda eşofmanlarımla biraz yürüyüp alışverişi tamamladıktan sonra da franz kafka'nın dönüşümünü kendi hayatıma uyarlamaya karar vermiştim. bir sabah kendini ev kızına dönüşmüş olarak bulan genç bir adamın dramı olacaktı. çünkü sabah kalkar kalkmaz süpürge de tutmuştum oturma odasına, annem o sırada zeytinyağlı sarmayla ilgileniyordu. 

kahvemi yapıp bilgisayarın başına kurulur kurulmaz, tanrısal bir flaş çaktı odanın içinde. yağmur, sesi ve ışığıyla gelmişti. hava birden bire kapandı, su perdeleri ileriyi görmemi engelledi. portakal bahçeleri kurak mevsimlerin ertesinde gelen yağmura hasretti, tüm yapraklarıyla damlaları kucakladı.

önce have you ever seen the rain'i açtım, yağmur olimpiyatlarının resmi açılış şarkısıydı bu. geride kalan şarkı seçimi ise ruhsal durumumun dalgalanmasına göre şekillenecekti. aylardan kasımdı ve slash odanın kapısından yılan gibi kıvrılıp gitarını akort etmeye çoktan başlamıştı. steven, izzy ve duff da ardından geldi, küçük odada beş kişi olmuştuk bile. axl görünürde yoktu, mutfağa uğrayıp sarmalardan birkaç tanesini götürüyor olabilirdi. slash odadan söylene söylene çıkıp axl ile geri döndü ve aniden november rain'e girdiler. axl, yatağa bağdaş kurmuştu ve güzel söylüyordu. ara sıra çakan şimşekler bu küçük organizasyona dev bir konser havası veriyordu. bilgisayarın başındaydım, kasım ayının son günlerinde ve yeni bir başlangıcın arefesindeydim. her zaman sevdiğim yağmur, bu sefer boş gelmemiş ve benim hatrıma dağılmış bir grubu bile kısa süreliğine yeniden toplamıştı.


yağmur biraz daha devam ederse küçük ilçenin şebekesi daha önce binlerce kez olduğu gibi çökecekti, ben de pencerenin kenarında biraz kitap okuyacaktım. fakat şarkının bitmesine yakın yağmur da azaldı, slash solosunu attıktan sonra sigarasını yaktı. ona evde sigara içmenin yasak olduğunu ve balkona çıkması gerektiğini söyledim. bu haber onu pek mutlu etmedi fakat saygı gösterdi. yaprak ve börek olmuştu, koca bir tabağa doldurup geri geldim. 


hepsi yatağın üzerine otururup hayatlarında yedikleri en güzel şeyin bu olduklarını söylerken de oturup bu yazıyı yazdım. slash, bir sigara daha yakmak için balkona geri çıktı. axl ise biraz daha yaprak sarması getirmem için bana yalvaran gözlerle bakıyor.



24 Kasım 2010 Çarşamba

dile kolay: 9993 gün

hayattaki 10000. günüme bir hafta kalmışken, yılbaşı kutlamalarında kafalarında parlak koni ve ellerinde türlü şarlatanlık olan şuursuz insanlar gibi davranmamın kimseye bir faydası olmadığını bilmek bile beni ne yavaşlatıyor ne de daha kısa ve mantıklı cümleler kurmak konusunda teşvik ediyor. sadece listelemek ve aklımdan geçenleri kaydetmek istiyorum, çünkü kimsenin pek farkında olmadığı bir gerçek var ki: her insan sadece bir kez 9993. gününü yaşar. binlerce pazartesi, çarşamba ve hatta pazar vardır fakat sadece bir kere 10000. güne varır ve şanslıysan "vay be" dersin. eğer şanssız çoğunluğun içindeysen hayatının 10000. gününün hangisi olduğunu bile bilmezsin. tüm gün raporla, toplantıyla, yağmurda taksi beklemekle, bıkkın hocaların sıkkın derslerini dinlemekle ya da evde oturup hayatının geri kalanını planlamakla bile geçirebilirsin. eğer bu yazıyı okurken en az yirmi sekiz yaşındaysan muhtemelen 10.000 gününü özelleştirmemişsin demektir, bu saatten sonra yapabileceğin en iyi şey 20000. gününü hesaplamak ve sebatla beklemektir. söz konusu gün, elli dört ile elli beş yaşın arasında bir gündedir ve bu yazıyı okurken ellili yaşlarını geride bırakalı birkaç sene olmamışsa, daha epey vaktin var demektir.

fakat benim durumum biraz farklı, bir seneden fazla bir süredir bu kutsal günün 1 aralık 2010'a denk geldiğini biliyor ve bunu kendime sık sık hatırlatıp doru bir at gibi kişniyorum. hayattaki 1000. günümün yazmaya değer bir tarafı yok, muhtemelen altımda bez vardı ve ne yapmam gerektiğine karar veremiyordum. okuma yazma bilmediğim için herhangi bir şeyi okuyamıyor ve bu kahredici durumu yazıya bile dökemiyordum. belki elimde bir değnekle yere vuruyor olabilirim, bilinçten bağımsız hareketler kumpanyasının baş akrobatı gibi davrandığıma ise neredeyse eminim.

1000. gün fiyaskoyla geçince,bir sonraki kallavi tamsayıya hazırlanmak boynumun borcu oldu. işten çıkıp akşama kadar içerim diyordum fakat bir seneden fazla bir süredir işsizim ve şansım yaver giderse haftaya çarşamba başlayabileceğim. ilk günden izin almak, ikinci 10000'liği de lanetleyebileceğinden bu kaytarma planını ileri bir tarihe erteliyorum. çünkü okulu ve askerliği bitirmişsen yapabileceğin en iyi şey bir işe girip çalışmaktır, buna karşı çıkmak kısa vadede parasızlığı, uzun vadede ise parasızlıkla birlikte güvensizliği ve umutsuzluğu getirir.

geride kalan 9993 güne bakınca, tam bir angut gibi davrandığımı görebiliyorum. her zaman dertlerim oldu ve bu dertleri elimden geldiğince büyüttüm, küresel kriz boyutlarına çıkardım. derslerimi sorun ettim, yazılılarımın kötü geçtiği ve ilk hızı olan bir atın ne bok yemeye oradan oraya koşturduğunu anlamadığım belirsiz zamanlarım oldu, anadolu'nun kapıları türklere açılırken orada değildim fakat oradaymış gibi anlatmam istendiğinde, gerçekten de oradaymış fakat başka bir şeyle ilgileniyormuş gibi alakasız bir anı anlatıp tarih sınavından epey düşük not aldım. kafam karışıktı, içtiğim zaman sadeleşip sonuca yöneldim. gün batışlarını aylarca kaçırdım, gün doğuşlarında ise genelde uyudum. sabahlamaktan genelde nefret ettim, maketlerimi hocalara gösterdikten sonra genelde havaya uçurdum. tek isteğimin uyumak olduğu günlerde, ne yazık ki okul iyice bastırmıştı ve sürekli bir şeyler çizmem gerekiyordu. koladan midem yandı, kahveden midem bulandı. bilgisayarımı tekmelemek istediğim an, diploma projesine birkaç gün vardı.

ilk onbinlik yarım yamalak mücadelelerle geçti fakat bakıyorum ki bu yazı bitecek gibi değil, anlatacaklarımın ne olduğu hakkında bile bir planım yok. en iyisi her gün biraz biraz yazıp, gelecek çarşamba da kutadgu bilig gibi bir şeyi ortaya tuğla gibi bırakıp kaçmak. 

kolay değl, 9993 gündür yaşamaya çalışıyoruz bu gezegende. 

yazı taslakları

aklıma gelenler pek fazla kalmayıp çekip gittiklerinden bunları maddeler halinde yazmak en iyisi:

1. adana kebap: "bunu neden başka şehirde böyle güzel yapamıyorlar" deyip önümdeki kebaba odaklanıyorum, tepeden tırnağa ıslak sakallı bir adam da "binlerce yıldır böyle evlat, sakin ol" diyor. üç kollu bir mızrağı var ve kebap yemek için her gece olimpos denizlerinden adana'ya geliyor. söz konusu adam denizler tanrısı poseidon ve her gece adana'ya gelmekten bıktığı halde bu zevkten vazgeçmiyor. kebabı bulgur pilavının üzerinde getiren işletmeleri helak etmeyi bile yıllar önce bırakmış, sadece pek ses etmeden yemeğini yiyor. üzerinin kuruması için genelde mangalın yanında yiyor. közlerin kızıl ışıkları adamın beyaz sakallarını boyamış, kimse onun bir tanrı olduğunu bilmiyor. dükkanın en eski müdavimi.

2. ısrar : "ölümü öp" ile katmerlenen kadim günlerden kalma bir işkence yöntemi. pişmaniye yemem için "ölümü öp" diyen bir teyzeye, pişmaniye yemenin ölü öpmekten daha zor olduğunu anlatamıyorum. tam ağzımı açacakken bir şeyler söylüyor ve elimde dev bir baklava-pişmaniye ya da bunun gibi rezalet tatlılar tabağını sıkıştırıyor. tabağı usulca bir kenara bırakıp teyzeyi mecburen öldürmek ve öpmek zorunda kalıyorum. tabağı sonra mutfağa götürüyor, ev halkından özür diliyorum ve çekip gidiyorum. tatlı yiyememek beni hem nekrofil hem de katil yapıyor, oturup hüzünleniyorum.

3. geleceğe mektuplar : gelecekte bir güne mail atan bir site sayesinde, seneler boyunca aynı güne mail atıyor ve kendimden bahsediyorum. gelecekteki halim ise, söz konusu gün geldiğinde saat başı geçmişteki farklı bir halimden uzun bir mail alıyor. birisi para istiyor, birisi nasihat, birisi arabasının anahtarını. geçmişteki hallerinin sıkıştırdığı sinirli bir ortayaşlı adam. yapacağı pek bir şey yok, çünkü tüm mailleri yazan kendisi. belki, o da zamanı alt ederek geçmişteki hallerini mail atar ve onu rahat bırakmasını söyler bilmiyorum. zamanda yolculuk konusuna odaklanmam lazım biraz, işe başlamadan önce aklımda ne varsa temize çekmek ve sıfır kilometre bir beyinle kendimi iş tanrısına kurban etmek istiyorum.

23 Kasım 2010 Salı

ihtiyarlara yer var

adana'dan sabah beşte dört kişi yola çıkmış ve ilk molayı kahvaltılık alışverişi için aydıncık'ta vermiştik. dokuz günlük uzun bir tatil her zamanki gibi bitmiş ve elimize pazar günlerinin o anlaşılmaz iticiliğini bırakmıştı. okulum olmadığı ve yapmayı unuttuğum bir ödevle yüzleşme gibi ihtimalim bulunmadığı için çok tedirgin değildim ama yine de sıkılıyordum. çocukluğumda o kadar çok karşı karşıya gelmiştim ki bu durumla, artık kişisel belleğime kazınmıştı her detay. arabadan inip pazar yerine yürürken, yolun bir an önce bitmesini ve eve varmayı istiyordum. 

deniz kenarına kurulmuş aydıncık pazarından birkaç şey aldıktan sonra yolun kenarına park ettiğimiz arabanın yanına yürüdük. annem her mevsime uygun kıyafet alırken kontrolü kaybetmiş ve aracı köy köy dolaşan çok amaçlı dolmuşlara çevirmişti. adana'da narenciye ağırlıklı yükümüzü bırakmak bile bir işe yaramış gibi gözükmüyordu, sonsuzdan narenciyeyi çıkardığımız zaman eldeki sonuç yine sonsuz olmuştu. hemen arabanın beş  altı metre gerisinde, kalın camlı gözlükleri ve elinde bastonuyla çok yaşlı bir amca vardı. biz hareket etmeden geldi ve ilerideki hastaneye onu bırakmamızı rica etti. şivesi ve "guzuumm" deyişi o kadar tatlıydı ki, "bırak hastaneyi, bize gel dede" diyesim bile geldi. hemen koltukta ne kadar ıvır zıvır varsa bagaja tıktım, birkaç dakika önce arka koltukta bana bile yer yokken dedenin yüzü suyu hürmetine üç kişilik yer açılmıştı. arabaya girip aile efradını selamladı, babamla dikiz aynasından birbirimize göz kırptık. o kadar kendine hastı ki, hastanenin bir saat ötede olmasını diledim fakat aydıncık küçük bir yerdi, beş dakika geçmeden durmak zorunda kaldık. dede, önce bastonunu yere bastı ve ağır hareketlerle dışarı çıktı. sağ salim evimize varmamız için duasını etti, son kez "guzuum" deyip pazar gününün verdiği tüm sıkıntıyı arabanın içinden söktü aldı. hayatının son demlerine gelmişti, benden yaşlı bir bastonu vardı ve pazar sabahından hastaneye gitmek için yola çıkmıştı. belki hanımı yatıyordu hastanede, belki de torunu geçen hafta bir trafik kazası geçirmişti, bilemedim. dedeyi almasak karşı yönden gelen araçla çarpışan beyaz araç bizimki mi olurdu onu da bilemedim.



22 Kasım 2010 Pazartesi

bir yudum bira

2009 aralığının öğleden sonrasında, saatlerce yürümenin ödülü olarak on dakika sürecek istirahatteydik. dakikalar sonra düdük çalacak ve köpekler gibi koşup yeniden manga düzenine girecektik. sonra gerçeğin ne olduğunu şaşırana kadar tekrardan yürümeye başlayacak, bir gün bütün her şeyin biteceği inancıyla kolları ve ayakları sallayacaktık.

üç kişiydik; boylarımız, huylarımız ve yatak numaralarımız ardışık olduğundan günün her saatini birlikte geçiriyorduk. birisi evli ve bir kız çocuk babasıydı, diğeri ise döner dönmez evlenecekti. ellerimiz ceplerde, soğuk hava nedeniyle şapkanın kulaklıklarını indirmiş ve bulutların arasından ara sıra çıkan güneşe yüzümüzü dönmüştük. hayal etmekten başka her şey yasaktı, eski günlerin anıları ve gelecek günlerin umuduyla iyi idare ediyorduk. onlara günün birinde karşılıklı bira içeceğimizi söyledim. güzel bir şarkı da çalacaktı bir yerlerde. belki gittiğimiz mekan patlamış mısır bile verirdi, bir yudum bira içtikten sonra artık özgür bir insan olduğumuzun bilinciyle bir kez daha gülerdik. askere geleli iki üç hafta olmasına rağmen bu herifleri sanki çok önceden tanıyor gibiydim. insanlarla tanışmak pek tercih ettiğim bir sosyal etkinlik değildi, onları tanımaya çalışmayı ise uzun süre önce bırakmıştım. fakat bu adamlar iyiydi, samimiydi, yüz kişinin içindeki belki de en iyi insanlardı.

saniyeler hızla ilerlerken onlara bir yudum biradan ve hissettirdiklerinden bahsettim, çok susayınca kana kana içmenin verdiği hazzı dünya'da çok az şeyin verebileceğinden, bardağı sarıp kafaya dikmenin ve özgürlüğe içmenin yüzyıllardır yapılan en güzel şeylerden birisi olduğundan bahsettim. düdük birazdan çalacaktı, on saniye içinde orada olmak zorundaydık. yavaşça yerlerimizden doğrulduk, bir yudum biranın damağıma değmesine aylar vardı, birlikte ne zaman içeceğimiz ise gelecekte bir günde saklıydı. düdük çaldı, manga düzenine zamanında girmek için koşmaya başladık, kamuflajlarımız ve botlarımız yeniydi. benim topuğumu vurduğundan hafifçe sekiyordum fakat bir yudum altın sarısı biranın hayali bile tüm acılarımı hafifletmeye yetmişti.

aylar geçti ve iki gün önce, bira hayalinin aklımıza düşmesinden tam on bir ay sonra adana'da buluştum asker arkadaşımla. bir çocuğu daha olacakmış beş ay sonra, benimle bira içmek için ne kadar beklediğinden, aslında içen birisi olmadığından bahsetti. bahçeli bir mekana girdik, ahşap masalar ve uzaktan gelen güzel bir müzik. livaneli "ey özgürlük" derken, biralarımız geldi. ilk yudum çok önemliydi, kadehimizi özgürlüğe kaldırdık. hava soğuk değildi, kimsenin düdük çalacağı da yoktu. ilk yudum dilime kavuştu, susamıştım. bira efes olmasına rağmen şahane gelmişti. hep kamuflajla gördüğüm adam siyah gömleğini giymişti, beni gördüğü için mutluydu ve yarım bardak birayla kafası güzelleştiğinden cümleleri sağa doğru kaymaya başlamıştı.

birer bardak birayı içip o gün yanımızda olmayan yeni evliyi aradık, ona bütün bu olacakları daha önceden söylediğimi hatırlattım. o da dünya kupası'nı ispanya'nın alacağı üzerine girdiğimiz bahsi ve bir kasa birayı hatırlattı. istanbul'a gelin lan allahsızlar dedi, günün birinde istanbul'a da geleceğimizi ve nevizade'nin beyaz örtülü bir masasında rakı içeceğimizi fakat bu herifin bira bile içemezken rakıyı nasıl içeceğine dair endişelerimi söyledim. ben sizi eve taşırım dedi, sanki çocukluk arkadaşımdı; öyle iyi niyetli.

ikinci biraları isteyen ben değildim, aylar boyunca içmek için beni bekleyen ve beş ay sonra ikinci çocuğunu kucağına alacak olan asker arkadaşım içinden geldiğini yapıyordu. iki birayla küfelik olmayı istedim, alkol zammının hayatıma kattığı renksizliği bu şekilde giderebilirdim belki. kırmızı içmeyeli epey olmuştu. livaneli güzel söylüyordu, ikişer bardak birayla tüm askerliği aradan çıkartmıştık. yeniden özgür insanlardık.

manga düzenine gerek yoktu, zaten istesek de giremezdik. koluma yaslandı, yengeç gibi yürüyordu. bir yudum biraya olan sadakatimiz beni mutlu, onu sarhoş etmişti. 



ölü sokak


birbirinden ziyade sahiplerine benzeyen derme çatma evler fuarı gibiydi yine dar sokak, lambalar kendini aydınlatmaktan aciz dikiliyordu on metrede bir. evlerde ölüler oturduğundan pek kimsenin sesi çıkmıyordu, hava karardıktan sonra çocuklar da birdenbire yok olmuş ve ölü annelerinin yanına dönmüştü. boyası dökülmüş sıvasız duvarlar sokağın sonuna kadar hiç durmuyor, bisiklet dışında medeniyete dair herhangi bir araç geçmiyordu. kaldırımlar, başka bir ülkede unutulmuş gibiydi. plansız evlerin eski kapıları direk sokağa açılırken, çok uzaklardan belli belirsiz sesler geliyordu. hava soğuk değildi, en son yağmurun ne zaman yağdığını ise ancak çok yaşlılar biliyordu. bazen yüzü olmayan birisi bisikletle sokağı arşınlıyor, bazen de kara kapıların ardında saklanıyordu. öteki dünyada bir sokaktı sanki, insanların hepsi çoktan ölmüş ve giderken kendi evlerini de söküp götürmüşlerdi. sorgu gününe kadar bu sokakta bekleyeceklerdi, pencerelerin demirlerle korunduğu bir zamanda kimsenin artık çocuğu olmayacaktı. son çocuk doğalı yıllar olmuştu, sokak sakinlerinin her günü aynı geçiyordu. bazen bir rüzgar çıkıyor ve duvarların içinden geçip odalarda dolaşıyordu. kapılar ve pencereler çarpıyor, eğreti antenler de biraz daha eğiliyordu. ağaç ya da çiçek yoktu, renkler de bir önceki dünyada kalmıştı. gölge ilk defa ışığı bastırıyor ve sokağın girişini kapatıyordu. ne yeni bir insan geliyor ne de sokaktakiler dışarı çıkabiliyordu. her şey aynıydı, ölü saçlı bir kız bisikletiyle yolun iki ucunu kapatan duvarların arasında bütün her şeyin bir an önce son bulmasını bekliyordu.

21 Kasım 2010 Pazar

lost bios

dokuz gün aradan sonra tekrar eve dönmek ve her şeyin yerli yerinde durup beni beklediğini görmek güzel. ne zaman adana'dan gelsem, sanki başka bir ülkeden ve aylar süren bir yolculuktan sonra eve varmışım gibi oluyor. arabayla on iki saat süren yol, benim zihnimde çok daha fazlasını kaplıyor. sanki boyut değiştiriyorum, aynı gün içinde hem dedemlerin evini hem de kendi evimizi görmeyi pek mantıklı bulmuyorum. orada çocukluğum ve geçmişe dair birçok şeyim saklıyken; burada ise bilgisayar başında bir şeyler yazıp fazla konuşmayan, internetteki kimlikleriyle gül gibi geçinip giden, bir kitaba dalıp çabucak akşamı eden halim var. akşamı ederken pek bir şey yapmayan, pek bir şey yapmamanın yazısını yazıp duran yirmi yedi yaşım bu ortamdaki kimliğimin temelini oluştururken, adana'da biraz daha farklı oluyorum. farklı insanlar, farklı hayatlar, aileler, ailelerin zaman içindeki değişimi ve insanların tercihlerinin nelere mal olabileceğini izleyip düşünürken de, daha önceki senelerde olduğu gibi post-adana sendromu yaşıyorum.

yazacak epey şey birikti, küçük notlarıma bakıp istediğim kadar uzun yazılar yazabilirim. büyük yazarlarla olan söyleşilerin yer aldığı "yazarın odası" iştahımı kabarttı, düşüncelerimin (özellikle çalışmanın faydasızlığı üzerine) faulkner tarafından yıllar önce dile getirilmiş olması da doğru yolda olduğumu anlamama yardım etti. on senedir görmediğim çocukluk arkadaşımdan, bana son on senede ne yaptığını özet geçmesini istedim. 

iki bin yılında şırnak'ta komandoymuş. geldikten sonra mobilyacıda çalışmaya başlamış. fakat sağ serçe parmağının yarısını tornaya kaptırıp fışkıran kanı görünce başka bir iş yapmaya karar vermiş. iki sene kıbrıs'ta bir otelde abisiyle çalıştıktan sonra, kazandığının bir kısmını kumarda kaybedip 2004 yılında adana'ya baba ocağına geri dönmüş. o sırada bir kızla tanışmış, bir süpermarkette muhasebe departmanına girdikten sonra da evlenmeyi kafasına koymuş. fakat maaşı o kadar azmış ki, biraz para biriktirmesi ve evliliğe yatırım yapması senelerini almış. bu ağustosta ancak nişanlanmışlar, önümüzdeki yaz da allah nasip ederse evleneceklermiş. çocukken en yakın arkadaşımdı, voltron robotu vardı ve okuyacağım derdi. liseden sonra okumamış, üniversite sınavında kötü puan aldıktan sonra da yirmisinde askere gitmiş. onu en son gördüğümde askere gitmemişti, şimdi otuz yaşında bir adam olmuş. bildiğin büyük bir adam, kaderi çizilmiş, denemiş ve kararını vermiş. bana "sen ne yaptın?" dedi, ben  2001'de üniversiteye başlayıp 2009'da bitirmiş ve askerliği aradan çıkarttıktan sonra da bir kurban bayramı adana'ya gelmiştim. pek bir şey yapmış gibi durmuyordum, ortak noktamız yok denecek kadar azdı. tamamen farklı kulvarlardaydık ve benden daha huzurlu gözüküyordu. hayalleri vardı, daha iyi maaşı olan bir yere girerse belki adana'nın daha nezih semtlerinin birisinde yaşayabileceğini söyledi. sorumlulukları vardı, nişanlıydı ve tek isteği artık evlenmekti. van damme'ın idolümüz olduğu ortaokul zamanlarında tek isteğimiz mükemmel döner tekmeler atabilmekti oysa. geçmişte yaptığı tercihlerin onu nereden nereye sürüklediğini görmek hoşuma gitti, tanıdığım insanların biyografilerini kafamdan yazmak ise yeni alışkanlığım oldu. çocukluğuma gönderilmiş bir yazardım sanki, her şeyden yazacak bir şeyler çıkarıyordum.

dedemlerin avlusunda oturuyor ve eskiden tanıdığım insanlarla konuşuyordum, onların şimdiki halleriyle de tanışmak istiyordum.
...

sekiz günlük adana yolculuğunun üzerimdeki etkisi büyük oldu, bunun üzerine yazmak ve kişilere odaklanmak istiyorum bir süreliğine. dedemin daha önce duymadığım birkaç ayrıntısı ve adana'nın geri kalanı var. iyi ki gitmişim ve yazmak için geri dönmüşüm. 



17 Kasım 2010 Çarşamba

adana notları

pazar öğlen ulaştığımız bu kentte dördüncü günüm ve kendimi nefes alan bir dürüm gibi hissediyorum. şehrin üzerine çöken kebap kokulu dev bir bulut var ve onun içinde yaşıyoruz. mahalleler sisli, duvarlar et ve sumaklı soğan kokuyor. trafik ise hindistan'dan ithal edilmiş gibi. bisikletler ve atların arasında biraz araba var, at kafalı ejderha gördüğüme bile yemin edebilirim. çocukların ele geçirdiği bazı bölgelerden de söz etmek mümkün, puslu kıtalar atlası'nın alibaz'ına rahmet okutacak cevvallikte laf anlamaz çocuklar var ve bayram dolayısıyla tüm harçlıklarını patlayıcı maddelere yatırıyorlar. çatpat ve torpil yüklü küçük adamlar, insan gözlerinin içine bakmaktan çekiniyor.

gözlerim genelde mevcut dumandan yanıyor, çaktırmadan insanları ve yaşadıkları evleri inceliyorum. hiçbir ev diğerine benzemediği gibi, yükseklikleri dahi aynı değil. standartlar, başka bir gezegende kalmış gibi. bazı mahallelere polis, bazılarına da azrail giremiyor. son elli yılını filtresiz sigara içmeye harcamış çok yaşlı kara kuru insanlar bisiklete binip önümden geçebiliyor. mimarlığın o kadar da gerekli olmadığını görüyorum, tuğlalar bir şekilde yolunu buluyor ve eve dönüşüyor. bina sahibi para buldukça evini zenginleştiriyor. kapı yüksekliklerinde de bir mutabakata varılmış değil, bazılarında kafamı eğmek zorunda kalıyorum ki o kadar da uzun boylu birisi değilim. tavanların çok yüksek olduğu eklektik şatolarda ise sanırım gündüzleri ortaya çıkmayan kontlar yaşıyor.

adana'yı hep sevdim ve hala seviyorum. eski günlerden kalma bir sürü şey hala geçerliliğini koruyor, dedemlerin köşesi kırık penceresi hala avluya bakıyor. ben kırmıştım ve bu yirmi seneden bile önceydi. doğmadığım zamanlardan kalma eski bir masaya bakakalıyorum, izler arıyorum. eski fotoğraflar, beni tanıyan insanların benim hatırlamadığım dönemlerime ait anıları, akrabalar derken akşamlar çabuk geliyor. erkenden kararan hava ve yoğunlaşan kebap dumanı, beni hep bir kebapçıya sürüklüyor.

nasıl oluyor da, ülkenin diğer köşelerinde bu lezzeti bir türlü tutturamadıklarına şaşırıyorum. bu kadar zor olmamalı halbuki, bıçak kıyması, ince bir pide, birkaç biber ve közlenmiş domates; sumaklı soğan, ezme ve soğuk şalgam. pilava ve onun gibi türlü aptallıklara yer yok, başka şehirlerdekiler ne yapmaya çalışıyor? kurumsallaşmaya çalışmış ve dükkanı genişletmiş kebapçılar ne yazık ki fiyaskoya dönüşüyor, servis doğal olarak yavaşlıyor ve samimiyet seri üretime kurban oluyor. kebaplarda da ciddi lezzet kaybı oluyor, fakat şehir merkezi yerine kenar mahallelere sarktıkça dükkanlar küçülüyor ve kebabın lezzeti muazzam artıyor. seyyar satıcıların duman tüten metal arabaları ve birkaç iskemlesi, istanbul'un en meşhur kebapçılarına tur bindiriyor. gece yarısına kadar açık olan kebapçılar, adana tarihini gökyüzüne duman alfabesinden yazıyor her gece, insanlara düşen bu tarihe ellerinde dürümlerle tanıklık etmek oluyor.

bununla birlikte antalya'da yaşamanın değerini daha iyi anlıyorum, doğayı kaybetmiş adana'yı gördükçe. belediyenin bilmediği mahalleler olduğuna eminim, sanki türkiye'de değil de kuzey ırak'ta savaş sonrası bir mahallede dolaşıyorum. verilen hizmet sıfıra yakınsıyor, çocukların koşturduğu yollar delik deşik. koşturacakları başka hiçbir alan da yok zaten, arabaların ve atların arasında büyüyorlar. çocuk gibi değiller zaten, adam suratı var hepsinde. tehlikenin ne olduğunu senden benden iyi biliyorlar. kahvehaneler sabahın köründen insan dolu, işsizliğin getirisi her yerde açıkça görülüyor. mahalle başlarında gençler, suça meyilli futbol takımı gibi diziliyorlar. hayat yine de kendi yolunu buluyor, dört gündür tek bir polis bile görmedim. pek uğramıyorlar sanırım bazı yerlere. 

kafam epey karışık, haftaya iş görüşmesine gidip en geç aralığın başında işe girmem gerekiyor. puslu kıtalar atlası'yla birlikte tanpınar-huzur ve macbeth'in çizgiromanını okuyorum. yazar odası diye harikulade bir kitap da buldum teyzemlerde, insanı yazar olmaya kışkırtıyor. şimdi değil ama bir gün belki diyerek yazar olma hayallerimi canlı tutuyorum. dedemin 60'ların sonunda amerika'ya terzi olarak gitmesine son anda engel olan nenemle bu konu hakkında detaylı olarak konuştum, bunu yazmayı çok istiyorum. kelebek etkisi tam olarak bu olacaktı, eğer dedem amerika'ya gitseydi ve nenemi de belli bir süre sonra yanına aldırsaydı, bugün doğan annem ve babam asla tanışamayacak ve ben burada bu bilgisayarın karşısında hafiften yanan gözlerle bir şeyler yazıyor olmayacaktım.

adana tuhaf, kelebeklerin fırtına kopardığı eski bir vadi gibi; geçmişten perspektifler yakalayıp bunu gün boyu düşünebiliyor ve ekseriyetle kebap ağırlıklı besleniyorum.




12 Kasım 2010 Cuma

long way from home

"yazarımız yıllık izninin bir bölümünü kullandığından..." diye küçük bir yazı ve hemen yazarımızın sikko vesikalığı. yaptırılmış dişler-çalışılmış gülüşlerin arsız efendisi o hafta okuyucularından affını ister ve ben her seferinde affederim. gönlüm geniştir, sevdim mi tam severim; sildim mi bir kalemde.

ben de yarın yıllık iznimin bir bölümünü kullanacağımdan böyle bir giriş yaptım, tam yirmi altı yıldır bir gün bile izin kullanmadım sevgili okuyucularım. size gün geçtikçe çıkmaza sürüklenen hayatımı her gün farklı başlıklar altında sunmaya çalıştım ama bizimkisi de deve beyni değil ara sıra dinlenmeye ve formata ihtiyaç duyuyor. şöyle bir şeyler yazmaya çalışmadan sadece kebap yemek, şalgam içmek; aradan birkaç saat geçtikten sonra yine kebap yeyip yine şalgam içmek istiyor. bırak şu mimarlığı, yazı yazma ısrarını, şantiyeyi, modeli; gel de ustandan el al, kebapçı ol da diyor ama pek dinlemiyorum.

biraz önce nat geo'da mega yapılar belgeselini izledim ve mimarlığın hakkını vermediğim için kendime hayıflandım. fakat hayıflanma sırasında taş kadayıf yediğim için o kadar ciddi gözükmedim sanırım. iki bina arasına köprüler, köprülere de yel değirmenleri koymaya çalışan mimarlara baktım, onları motive eden şeyin sadece para ya da sac kavurma olmadığını düşündüm, onlar mimardı ve bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. köprü rezonansını hesaplamak için sabahtan işe koyulurken, dünya'nın başka bir ucunda yatağından kalkar kalmaz taş kadayıfa konulmak üzere ceviz kırmaya başlayan meslektaşlarını akıllarına bile getirmiyorlardı muhtemelen. programı izledim, böyle bir projede çalışıp tüm benliğimi yapıya kurban etmeyi de arzuladım ve her şey için çok geç olmadığını da kabul ettim. günün birinde iyi bir mimar olmak için hala şansım vardı, henüz otuz yaşında bile değildim ve birkaç sene içinde de olacak gibi gözükmüyordum.

kararlı adımlarla yerimden kalktım, tatlı içimi kavurmuştu ve su içmem gerekiyordu. odaya geri döndüğümde canlı para oynuyordu televizyonda. bekletirken iç kanama geçirten yeni bir yarışma bu, katılsam açılmak bilmeyen kapağın anasına canlı yayında söveceğim bir bilgi yarışması. şişman kız, dar bir pembe gömlek giymişti ve terleyen koltukaltını saklama çalışıyordu. koltukaltı gözükmesin diye esas duruşta durması bile pek işe yaramamıştı ve barbaros demek, örümcek hislerime göre "kızıl sakal" demekti. sözlükteki güzel adamı düşündüm, yarışmaya çaktırmadan damgasını vurmuştu ve kim bilir o sırada nerede içiyordu. iki bayan, cevap açıklanıncaya kadar ellerinden geldiği ölçüde komik olmaya çalıştı fakat sabredemedim. bilgisayarımı açtım, yarın yola çıkacak ve yıllık iznimin bir bölümünü fütursuzca kullanacaktım.


sıkı can iyidir

canımın sıkılması üzerine bunu bana diyen adamı kılıçla ikiye böldüğümden beri insanlarla diyaloğa girmemeye çalışıyorum, çünkü üzerime doğru fışkıran kandan hiçbir zaman hoşlanmadım. keza kurban bayramlarından da, sadece tatili fena değil fakat içinde bulunduğum şartlar sebebiyle dokuz günlük bayram tatili benim için hiçbir şey ifade etmediği için ailecek adana'ya gidecek olmamıza da sevinemiyorum. çünkü istikrarlı biçimde canım sıkılıyor, insanlara dert anlatacak yahut aynı yalanı söyleyecek olmak bile şimdiden yoruyor. belle & sebastian'dan "get me away from here, i'm dying" dinleyerek, bizimkilere beni burada bırakın fikrini aşılamaya çalışıyorum. bir fikri aşılamanın ne kadar zor ve zaman alan bir uğraş olduğunu bildiğimden pek de umut etmiyorum gerçi. adana'ya gidecek, türlü akrabalara iş-işsizlik-hevessizlik ve geri kalan her şey hakkında küçük seminerler verecek ve yaklaşık bir gün sonra da kimseyle herhangi ciddi bir konuda konuşmak yerine sırra kadem basacağım. kendimi dar sokaklara atıp mimariden bağımsızlığını ilan etmiş bu coğrafyanın fotoğraflarını çekeceğim. adana'nın bazı mahalleleri tuhaftır; önceden polis giremezdi, şu aralar azrail de giremiyor sanırım. gerçekten ölmeyi unutmuş ya da reddetmiş çok yaşlı insanlar vardır ve filtresiz sigara içerler. yaşayan katrana dönüşen fakat bunu pek de umursamayan efsanevi bilgeler vardır, mümkünse onların fotoğrafını çekip ölmeyi düşünüp düşünmediklerini soracağım.

bu sabah itibariyle yatağımdan kalkarken artık tutarlı hikayeler ve başka hayattan dengeli perspektifler sunmaya karar vermiştim. belki kendimin yirmi sene sonraki hali, belki de seyyar pilavcının aklından geçenler. kesinlikle odak problemi olmayan bir yazı olacaktı, zihnim açıktı fakat mutfağa girmekle her şey yine yerle bir oldu. annem taş kadayıf yapmaya ve bu saçma tatlının cevizlerini benim ayıklamama karar vermişti. bu aralar tartışıyorduk zaten dört saatte bir, ortalık daha fazla gerilmesin diye cevizleri kırmamın pozitif anlamda bir etkisi olabilirdi. seyyar pilavcının gizemsiz öyküsü yerine belki de yıllardır taş kadayıf yapan ustanın aklından geçenleri yazabilirdim. aklım yine başka yerlerdeydi ve yanıma gelecek gibi gözükmüyordu. hamurdan bohçaların içine ceviz koyup bunun üzerine şıra dökme fikrini ilk bulan adamı merak ettim, kesinlikle bıyıkları vardı ve canı hiç sıkılmamıştı. benden farklıydı.


cevizleri kırıp ayıkladım, yazma hevesim anbean azalıyordu. adana'ya gitmek ve diyaloğa girmek istemiyordum, evde kalıp içmek ve zamanı kaybetmek daha güzel geliyordu. asosyalizm devrimcisi gibiydim ve evden çıkmak istemiyordum fakat yine de gidecektim. gidecek, gülümseyecek, gülümsemekten sıkılacak, sıkılmaktan sıkılacakken de kendimi bir kebanın karşısında bulup mutlu olacaktım. hangi kitapları yanımda götüreceğim dışında hemen her şey belliydi. internet olmayacaktı, bir şeyler yazmak için çıldırırsam da bir çaresine bakacaktım.


11 Kasım 2010 Perşembe

fotorandom #2

içine düştüğüm kuyudan beni, baba-oğul ve kutsal ruh ileri üçlüsü bile kurtaramayacağından oyun oynamak en iyisi sanırım.


6049. empyrium - abendrot : 

17 şubat 2008'te çekilmiş bir fotoğraf. öğrenci evinden dört beş arkadaş çıkıp o karda kışta süleymaniye'ye kuru fasulye yemeye gitmiştik. süleymaniye camii'ne yaklaştıkça tipi arttırmış ve yüzük kardeşliğinin caradhras'tan geçerken hissettiklerine yakın şeyleri düşünmüştüm. sonrası kimselerin olmadığı sıcak bir mekanda kuru fasülye ve pilav. nasıl da lezzetli gelmişti o soğukta. koca pazar gününü, karda kuru fasulye yemek için harcamış ve epey mutlu olmuştuk. öğrenciydik, pek derdimiz yoktu. eve geri döndükten sonra da kağıda oturmuşlardı.


3489. queen - it's a hard life :  

19 ağustos 2010'da, samandağ'ın esen rüzgarı boşa esmesin diye  kurulmuş yel değirmenlerine bakıp kırmızı içiyorduk. ağustos'ta hatay sıcak olmasına rağmen, arabi'nin bulunduğu o mitolojik tepe sürekli esiyordu. gözcü gibiydiler sanki, ağır ve ahenkle dönüyordu kolları. aklıma arthur clarke'ın sentinel'leri gelmişti. nerede ne zaman okudum bilmem, belki de son nesil'de bahsetmişti bunlardan. batan güneşin kızıllığı ve havadaki nem, değirmenlere çok yakışmıştı. doğru yerde doğru zamanda olduğum anlardan biriydi ve kırmızıyı yine bulmuştuk. willy ve ali vardı yanımda.


495. pilli bebek - siyah beyaz

10 ekim 2009'da, bu sefer olimpos'ta hemen eudemos'un mezarının üstündeki tepeye çıkmıştık sevgiliyle. o zamanlar yeni tanışmış, perspektif arayışımıza birlikte devam etmiştik. hafif bir rüzgar, denizin yüzeyini yalayıp geçerken de empyrium - sad song of the wind dinlemiştik. pek kimseler yoktu, olimposu vuran sele birkaç gün kalmıştı. okuldan mezun olduğum kesinleşmişti ve birkaç gün sonra istanbul'a gidip diplomamı alacaktım. bira ve sigara o gün ayrı güzel gelmişti, her şey olması gerektiği gibi sakince ilerlemişti. başka bir yüzyılda gibiydik sanki.


3919. tiamat - on golden wings :

23 mayıs 2008, yine olimpos. sabah erkenden kalkıp deniz kenarına indiğim ilk ve tek zaman. güneş, bulutların arasından yükseldiğinde ben de sağdan devam edip ceneviz kalesi'ndeki taş pencereden bakmaya gitmiştim. senin de görmüş olman lazım o fotoğrafı, birkaç gün önce koydum. olimpos benim sabitim, zamanın hangi evresinde kaybolursam kaybolayım gerçeğe dönmek için burasını düşündüğüm gibi, gece yarısı nöbetteyken bile aklıma getirip moralimi düzelttiğim ana istasyonum. fotoğrafını çekmeye doyamadığım mitolojik başkentim. 


anlamsız hareketler kumpanyası

eğer son iki saattir yapmaya çalıştıklarımı dersim varken yapsaydım "ders çalışmamak için yapılan anlamsız hareketler", ofiste yapsaydım "iş yapmamak için yapılan anlamsız hareketler" ve at üstünde batıya sürerken yapsaydım "at sürmemek için yapılan anlamsız hareketler" başlığına yazacak bir şeylerim olurdu. fakat kırmızı tuborg fotoğraflarını yüzümü oluşturacak şekilde bir araya getirmeye çalışırken ve mozaik programlarının nasıl çalıştığını internette ararken ne yazık ki diyebileceğim pek bir şey yok. her şeyin sonundaki sorgu gününde bunu tanrı bile sorsa sadece "o ben değildim" deyip işin içinden çıkmaya çalışırdım. bazen düşük bütçeli bir filmde oynadığımı sanıyorum. kahramanının gerçekten gerizekalı gibi gözüktüğü filmler festivali olsa, bir saatlik webcam kaydımla rahatlıkla mansiyon alırdım. 

mozaikleme yapmaya çalışırken bilgisayarım nefis bir mavi ekran verdi, uzun zamandır görmediğim şık bir ekrandı ve bilgisayarın başını belaya soktuğumu xc098wessds38x.dkas koduyla bana anlatmaya çalıştı. belki de sadece küfretti bilemedim, bilgisayarımı yeniden başlatmak yerine mutfağa gittim. kahve yapmak ve karnıyarık yemek arasında bir seçim yapmam gerekiyordu, tercihimi oldukça albenili gözüken karnıyarıktan yana kullandım. karındeşen jack'in bulduğu bu yemeği, annem de fena yapmıyordu hani. geniş bir tabağın yarısına karnıyarık, diğer yarısına da pilav koydum. bir gün yanlışlıkla açlıktan ölecektim fakat o gün bugün değildi. sadece aklımla bedenimi birbirine perçinlemem gerekiyordu, ikisinin farklı zamanlarda dolaşması genelde zaman kaybına neden oluyordu. doğmadığım yıllarda dolaşmaktan hoşlanan bir hayal dünyam var, normandiya'ya günübirlik çıkartma yapıyorum. birkaç karnıyarık kimseye yetmezdi, ocaktakilerin hatırı sayılır miktarını da ebediyete uğurladım. yemek yemekten hoşlanıyordum fakat şimdiye kadar pilav yapmışlığım bile yoktu. sac kavurma yapabilen fakat makarna konusunda derin endişeleri olan bir insandım istanbul'dayken. bizimkilerin yanına yerleştikten sonra bu endişelerim de pek kalmadı. makarnadan hiç hoşlanmadım.

yemeğimi yedikten sonra bilgisayarımı açtım, gerçekten sürreal bir günün akşama bakan yarısahası içindeydim ve adana'yı düşünüyordum. adana kebabı üzerine derin özlemim karnım tokken bile pekişiyor, o közlenmiş domates ve biberin enfes ekmek üzerindeki uyumunu saygıyla anıyordum. pilavın üstüne kebap koyarak beni çileden çıkaran tüm işletme sahiplerini bir tırın kasasına doldurup, kuruköprü civarında yola dökmek istiyordum. kurban bayramı yaklaşıyordu ve et kokan dev bir bulut adana üzerine çökmek için son hazırlıklarını yapıyordu. 


şu üç öykü meselesini de kendimi zorlayarak yazmam lazımdı fakat olmayacak sanırım. akşam beş dedin mi bende gün biter, günün geri kalanını kitap okuyarak ve bizimkilerin sabrını taşırarak geçiririm. anlam veremezler içinde bulunduğum bu boşvermişlik haline, hiçbir şeye çaba göstermediğimi iddia ederler.

fakat her anne-baba gibi haklı payları olmakla birlikte azıcık da yanılırlar. en azından yazmaya ve blogumu zenginleştirmeye çalışıyorum, kırmızı tuborg fotoğraflarını birleştirip yüzümü oluşturmaya gayret ediyorum.



sorumsuzluğun kökeni ve tost

bu sabah ilk işim, yatakta bilmem kaçıncı rüyasını gören kendimi izlemek ve bu herif için endişenmek oldu. uyurken bile daha fazla sorumluluk alıyor ve rüyada da olsa bir şeyler için çaba gösteriyordu. gerçek hayattaki (kime göre) durgunluğu ve sabitliği ailesini de endişelendirmeye başlamıştı. babasının iki tane oğlu vardı yirmi sekiz yaşındayken, güzel bir ailesi ve düzenli bir işi. ne yapacağım diye yukarılara bakmazdı ve bu yaklaşık yirmi sene önceydi. yastığına sarılmış halime bakmaya devam ettim, kaşları hafiften çatılmıştı. belli ki bir şeylerin içindeydi ve mücadele ediyordu. gün boyu yüzümün hareketsizliğini düşününce, asıl yaşayanın yataktaki, benim ise sadece bir düş olduğumu düşündüm. soran gözlerle sorumsuzluğumu düşünürken de bütün her şeyin kökeninin sormaktan geldiğini fark ettim.

sorumsuzluk - sorumsuz - sorum - sor - so fucking what?

hiçbir şeyi sormuyordum, bunun temelinde ise belki de her şeyin cevabını bildiğim gerçeği yatıyordu; balıklar gibi hiçbir şey düşünmüyordum çünkü zaten biliyordum. soruların aklımda yeri yoktu, cevaplara da önem verdiğim söylenemezdi. ben sadece zamanda yolculuk üzerine düşünüyordum, 50'lerin amerikası, 60'ların parisi, 70'lerin başında new york, gençliğe yön veren akımlar ve mekanların zaman içindeki değişimi, insanların kıyafetleri ve ailelerin kimse tarafından yazılmamış hikayeleri derken, bugüne ve bugünün sorumluluklarına varamadan gün bitiyordu. geçmişte ya da gelecekte yaşıyordum, tam şimdiye varacakken de uykum geliyordu. uykudaki bedenim yaşıyordu 2010 yılını, uyanık halim kesinlikle başka bir zaman diliminde sürtüyordu.

uykudaki halim hafiften kıpırdandı, uyanmasına dakikalar kalmıştı. uyandığı zaman beni görürse tedirgin olabilirdi, o yüzden odadan çıkmalı ve mutfakta kendime bir tost yapmalıydım. hayatımda yediğim en iyi tostları düşündüm, didim'deki rıfat en iyisiydi. barı kapattıktan sonra içkili kafalarla çökerdik ahşap masalarına. hamburger ekmeğine yapardı, insanın yedikçe yiyesi gelirdi. cennet meyveleri bile rıfat'ın tostunun yanında kıymalı ebegümeci gibi kalırdı. rıfat, tostları yapan tombul adamın babasının adıymış. tost hükümdarlığını kurup yıllar boyu yönettikten sonra da oğluna bırakmış tahtı. benim yaptığım tostlar, gerçekten tatsız tuzsuz oluyordu. açlığım geçsin diye yiyordum sadece, keyif almayı bırakmıştım. kaşarı ve sucuğu doğradım, ekmeğin içine tıktım. kötü bir tost olacağı daha ilk dakikadan belli olmuştu, bu saatten sonra rıfat'ın binde birine bile ulaşamazdım. bu sırada içerideki adam uyandı ve ilk işi televizyonu açmak oldu. liverpool'un beraberliğine canını sıktı, annesi yarın çıkacakları yol için çanta hazırlıyor ve genç adama bir şeyler soruyordu. adana'ya, dedesinin yanına gideceklerdi ailecek. yeniden yol, başka bir şehir ve başka insanlar. çocukluğunun geçtiği ve eskiden çok büyük gelen renkli duvarlı ev.

tostumu makineden sıyırıp(yine hafiften yanmıştı kahrolası) masaya oturdum. sorumsuzluğum her gün kendisini ikiye katlıyordu ve bir yerden bir türlü başlayamıyordum. çoğu zaman hangi günde olduğumu ve kimliğimi bile şaşırıyordum. hayal dünyam, mevcut gerçeği yerle bir ederken de bana düşen, berbat yaptığım bir tostun son lokmalarını yemek oluyordu.