29 Kasım 2010 Pazartesi

acı çekmeye üşenmek

benim ağaçlarım projesi kapsamında, bana huzur ve fikir veren ağaçların fotoğrafını çekmeyi kafaya koyup iyi bir perspektif yakalamak için keçi gibi yamaca tırmanırken ayağımın kayması sonucu olan oldu, sol elim dikenli bir bitkinin üzerine geldi, resmen avuçladım dikenleri. hemen toparlandım ve elime baktım, dirsekten aşağısı hz. isa gibi gözüküyordu, küçük dikenler ya batmış ya da sıyırıp geçmişti. yer yer kanamalar vardı fakat tuhaf şekilde acı duymuyordum. beynim kendisine ihtiyaç yok diye yıllık izne çıktığından beri böyle oluyor, fiziksel uyarıcıları ne yazık ki umursamıyorum. halı sahada tekme yiyorum fakat bir şey hissetmiyorum, ayağımı kahrolası bir şeyin köşesine vursam bile "şimdi kim acıyla uğraşacak" diye düşünüp ileri bir tarihe erteliyorum.

dün de böyle oldu, dikenlerin saplandığı elime baktım ve "şimdi değil" deyip yeniden yamaca tırmandım. saatler geçti, eve geldikten sonra iğnenin ucunu yakıp içerideki dikenlere giriştim. dört tanesini çıkarabildim, birisini ise anı olarak elimde bıraktım. düşerken de hiç panik yapmadım, resmen çalışılmış bir hareketti. ayağımı attım, gevşek toprak birden kaydı, tutunacak bir dal aradım fakat bulamadım ve efendi gibi düştüm. tutunması yüksek ayakkabılardan almam gerektiğini, bunun için ise para kazanmak zorunda olduğumu; para için işe girmemin gerektiğini, iş meselesinin de çıkmaza sürüklenmesi ve adamın telefonlarıma cevap vermemesi nedeniyle kendimi dilenci gibi hissetmenin acıların en büyüğü olduğunu düşündüm. kendimi ısrar eden arsız esnaf gibi hissettirmişti sağolsun, dünyanın orta yerinde sik gibi bırakmıştı. bir sonraki görüşmemin de en az bunun kadar başarılı geçme ihtimali, cv'mi yakıp ateşinde iğne ucu ısıtmak ve başka insanlardan gelen mutsuzluğun ruhumdaki dikenlerini ayıklamak için güzel fikirdi. fiziksel acılar, harici bedhahlardan gelen negatif enerjinin yanında bir hiçti, acısını çekmeye bile değmezdi.

Hiç yorum yok: