28 Kasım 2010 Pazar

biraz daha iyi

dün öğleden sonra başlayıp bu akşama kadar etkisini sürdüren ruhsal lodosum, 9997. günüme sayılı dakikalar kalmışken hafiften azaldı. bazen her şeyin geçeceğini bilmek bile beni sakinleştiremediği için, içimdeki zehiri anında ölümsüzleştirmeye çalışıyorum. nefretimi kusmak iyi geliyor, kendimi yorgun fakat hafiflemiş hissediyorum. kendimi, büyük bir savaştan sonra evine dönen bir savaşçı gibi görüyorum, atım ve kılıcım yanımda fakat epey yara almışım. göğsüme aldığım mızrak darbesi ara sıra nefesimi kesiyor sadece, bunun dışında her küçük bütçeli depresyondan sonraki düzelme evresini seviyorum. bir sonraki ne zaman olacak peki? bilmiyorum fakat insanlara güven meselesi epey canımı sıktı. daha önce görmediğim adamlara güvenmek ve onlara göre konum almak zorunda kalıyorum, yeni kararlar alıp haber bekliyorum ve adamlar geri bile dönmüyor. bu da zaten hayal kırıklığından pek hoşlanmayan bünyemi yerden yükseltip geri çarpıyor. oturup sakinleşmeyi beklemek bile sinirlendiriyor.

bugün böyle bir gündü, evden dışarı çıkmak yerine jack london'un nasıl gözümden kaçtığını anlamadığım "the road" kitabını ve kitaptan uyarlanan filminin izini buldum. viggo mortensen'i de çok severim, yol filmine bir "strider"dan başkası da yakışmazdı. filmi, internetten bir şeyler indirme özürlüsü bir insan olarak rekor denebilecek sürede indirdim. sanırım programlar portları kendisi açıyor artık, son kullanıcı salaklıklarıyla uğraşmıyorlar. adana'da tanışma fırsatı bulduğum truman capote'nin filmi de uzun zamandır inmeye çalışıyordu, hazır utorrenti açmışken onun da inmesini bekledim. altyazılarını buldum, klasörledim ve medya oynatıcı olduğunu iddia eden vernikli kaplumbağaya yükledim. bu sırada ev ahalisi haber izlemek istediklerini söyledi, ben de televizyon dışında başka bir yerde film izleyemeyeceğimi bildiğimden tatsızlık çıkarttım. film izlemek için geç kalmıştım, haberler ise başlamak üzereydi. beş dakika haber izleyerek düzelme belirtileri gösteren ruhi durumumu eski haline getirdim, gerçekten her gün daha kötüye giden bir trene doluşmuş gibiydik. haberlerden sıkılıp bu haftanın uykusuz'unu incelemeye başladım. diyanet'in bütçesinin, iç ve dış işleri bakanlığından çok daha fazla olduğunu görmek beni yeniden sinirlendirdi. acun'un elli milyon liralık servetini anlatıyordu o sırada televizyon, mizah dergisi bile nelerden bahsediyordu. havalar hafiften soğumuşken, içimdeki sıkıntı şaha kalkmak için fırsat kolluyordu fakat izin vermedim. dün iletişimsizlik problemi çektiğim sevgiliyle konuşmak ve birbirimizi yeniden anlamaya başlamak bana güç verdi, sesini duyduğuma sevindim. haberler biterken, meyve yemeye başladık. gerçekten sıkıcı bir akşam oluyordu, istanbul'u düşündüm biraz ama özlemedim, orada olmak da istemedim.

haberlerden sonra yok böyle dans mı ne başladı, elli milyonluk acun hem sunuyor hem de çeviri yapıyordu. bu ve bunun gibi adamlardan zerre hoşlanmadığımı fakat mevcut düzenin kaymağını hep böyle adamların yediğini düşündüm. serdar ortaç gibi birisi bile bayram programında yüzbinlerce lira para kazanmışken, ben onun birkaç dakikada kazandığı için bir ay işe gitmek zorunda kalacaktım. bu bile mümkün olmuyordu gerçi, tüm sakinliğimle işsiz işsiz oturup insanlara güvendiğim için hayal kırıklığı yaşarken, serdar'ı ve acun'u paradan havuzlar bekliyordu. 

reklam oldu, nat geo'ya geçiş yaptık. ikinci dünya savaşı belgeseli vardı. insanlar diri diri çukurlara gömülüyor ve gaz odalarında öldürülüyordu. kadınlar, çocuklar ve geri kalanlar, alman subayların elinden canlı kurtulmuyordu. soğuktan donarak ölen yüzbinlerce kişi, açlık, hastalık, silahlar... ruh hastası diktatörlerin mahvettiği milyonlarca insandan yaklaşık yarım asır sonra, her şey düzelmiş gibiydi. acun'un ferrari'si ve muhtelif yerlerde sayısız evleri vardı. ellerini nispet yaparcasına sallayan serdar'ın da keyfi yerindeydi, dört yüz bin lira trink para çok da kötü değildi.

kendime üzülmeyi bıraktım, bir hiç uğruna ölenlere ve bir hiç gibi yaşayanlara baktım. dünya daha mı kötüye gidiyordu, yoksa olabilecek en iyi hali bu muydu? tan sağtürk puanını verip "aslında en iyisi benim" bakışıyla yarışmacılara bir şeyler gevelerken odadan çıktım, televizyon dünyası bana göre değildi. orada acun ve serdar vardı, bana gereken ise sadece yazmaktı.

Hiç yorum yok: