9 Kasım 2010 Salı

kısa bir günün tarihi

hava kararmaya başladığı an benim için gün biter; aile efradının çalışan kesmi eve döner, yemek yenir ve mutlak sessizlik ve yalnızlıkta aklıma gelen her şey, bir sonraki sessizliğe kadar yok olur gider. bilgisayarımı kapatırım, odalarda dolaşırım, yazmak için aklıma bir şey gelirse ve gerçekten bir şeye benzerse de telefonuma not alırım. 

bugün de hızlı biten sevimsiz bir gün oldu, yazmak istediğim şeylere zaman ayıramadım fakat zamanımı alan başka bir şey de yapmadım. sanki on saat sürecek bir güne doğmuş gibiydim, üç fincan kahve içip biraz bilgisayara baktım ve günü bitirdim. geleceğe mektuplar vasıtasıyla zaman yolculuğu yapan bir adamı, kurgu konusunda kafamı zorlayarak yazmam lazım fakat cümlelere bile giremiyorum. bununla birlikte otostopçu'da gördüğüm kısa bir "hayat böyledir" hikayesini, sözlükte yazdığım entrynin devamı olarak da eklemem lazım. fakat buna da nereden gireceğimi bilemediğimden, ileri bir tarihe erteledim. ne yaptın dersen, hiçbir şey yapmadım biraz yazı yazmak dışında. sabah fasulye ayıklamak, 9 kasım 2010'un en faydalı işiydi. herhangi bir şeye konsantre olamadığım gibi, bir şey de izleyemedim. adeta mal gibi bekledim koltuğun üzerinde, ağırlıklı olarak massive attack ve radiohead dinledim. atlas air'i yüzüme çarptım defalarca, provence ve taş evler üzerine birkaç dakika düşündüm. iskoçya'da yaşamak ve akşamları aynı puba takılmak konusunda da bir şeyler aklımdan geçti. manastıra kapanmak konusu da gündeme geldi, otuz saniye falan manastıra kapanmak ve kitap yazmak üzerine hevesler yetiştirdim.

kısa, sonuçsuz ve amaçsız fikirler uçuştu bugün; aynı ağacın farklı zamanlarda çekilmiş fotoğraflarına yazmam gereken yazının temasının zaman mı, mevsimler mi, sabitlik mi yoksa başka bir şey mi olduğuna da karar veremedim. üşenmeye üşendim, internette de dolaşmak istemedim. sözlüğe bir şey yazmak içimden hiç gelmedi, tek entry dahi okuyamadım. blu-ray film aradım biraz, the boat that rocked ve saving private ryan indirmeye başladım. içim sıkıldı, hayattaki on bininci günümün yirmi gün sonra geleceğini hatırladım. istatistikler ve en güzel beş gün batışı gibi listelerle meşgul oldum. biraz mies van der rohe'yi ve benimle konuşsa ne gibi küfürler edeceğini hayal ettim. hayal kurdum evet, bir yazar olmayı ve kitabımın ortalarında bir yerde kahve molası verdikten sonra veranda boyunca uzanan zeytin ağaçlarına bakmayı diledim. mat, pastel ve yeşil tonlarında biraz kaybolmak ve sonrasında yeniden dönmek istedim fakat bu hayalin üzerine de fazla gitmedim. gördüğüm rüyaları düşündüm, liverpool formasıyla çıktığım final maçını benim hatam nedeniyle üç sıfır kaybediyorduk. bunun hayal kırıklığıyla üzgün uyanmam belki de bu boş günün yaratıcısı oldu.

evet bugün yine salıydı, muhtemelen hayatlarının en güzel günü olduğunu iddia edecek birkaç insan olacaktır ama benim için değildi. o kadar anlamsızdı ki buna kötü demek bile kötüye hakaret olurdu.



1 yorum:

Adsız dedi ki...

mies, biz seni görebilecek miyiz günün birinde :)

bir fotoğrafını çok görmeseydin, eyiydi de..