17 Kasım 2010 Çarşamba

adana notları

pazar öğlen ulaştığımız bu kentte dördüncü günüm ve kendimi nefes alan bir dürüm gibi hissediyorum. şehrin üzerine çöken kebap kokulu dev bir bulut var ve onun içinde yaşıyoruz. mahalleler sisli, duvarlar et ve sumaklı soğan kokuyor. trafik ise hindistan'dan ithal edilmiş gibi. bisikletler ve atların arasında biraz araba var, at kafalı ejderha gördüğüme bile yemin edebilirim. çocukların ele geçirdiği bazı bölgelerden de söz etmek mümkün, puslu kıtalar atlası'nın alibaz'ına rahmet okutacak cevvallikte laf anlamaz çocuklar var ve bayram dolayısıyla tüm harçlıklarını patlayıcı maddelere yatırıyorlar. çatpat ve torpil yüklü küçük adamlar, insan gözlerinin içine bakmaktan çekiniyor.

gözlerim genelde mevcut dumandan yanıyor, çaktırmadan insanları ve yaşadıkları evleri inceliyorum. hiçbir ev diğerine benzemediği gibi, yükseklikleri dahi aynı değil. standartlar, başka bir gezegende kalmış gibi. bazı mahallelere polis, bazılarına da azrail giremiyor. son elli yılını filtresiz sigara içmeye harcamış çok yaşlı kara kuru insanlar bisiklete binip önümden geçebiliyor. mimarlığın o kadar da gerekli olmadığını görüyorum, tuğlalar bir şekilde yolunu buluyor ve eve dönüşüyor. bina sahibi para buldukça evini zenginleştiriyor. kapı yüksekliklerinde de bir mutabakata varılmış değil, bazılarında kafamı eğmek zorunda kalıyorum ki o kadar da uzun boylu birisi değilim. tavanların çok yüksek olduğu eklektik şatolarda ise sanırım gündüzleri ortaya çıkmayan kontlar yaşıyor.

adana'yı hep sevdim ve hala seviyorum. eski günlerden kalma bir sürü şey hala geçerliliğini koruyor, dedemlerin köşesi kırık penceresi hala avluya bakıyor. ben kırmıştım ve bu yirmi seneden bile önceydi. doğmadığım zamanlardan kalma eski bir masaya bakakalıyorum, izler arıyorum. eski fotoğraflar, beni tanıyan insanların benim hatırlamadığım dönemlerime ait anıları, akrabalar derken akşamlar çabuk geliyor. erkenden kararan hava ve yoğunlaşan kebap dumanı, beni hep bir kebapçıya sürüklüyor.

nasıl oluyor da, ülkenin diğer köşelerinde bu lezzeti bir türlü tutturamadıklarına şaşırıyorum. bu kadar zor olmamalı halbuki, bıçak kıyması, ince bir pide, birkaç biber ve közlenmiş domates; sumaklı soğan, ezme ve soğuk şalgam. pilava ve onun gibi türlü aptallıklara yer yok, başka şehirlerdekiler ne yapmaya çalışıyor? kurumsallaşmaya çalışmış ve dükkanı genişletmiş kebapçılar ne yazık ki fiyaskoya dönüşüyor, servis doğal olarak yavaşlıyor ve samimiyet seri üretime kurban oluyor. kebaplarda da ciddi lezzet kaybı oluyor, fakat şehir merkezi yerine kenar mahallelere sarktıkça dükkanlar küçülüyor ve kebabın lezzeti muazzam artıyor. seyyar satıcıların duman tüten metal arabaları ve birkaç iskemlesi, istanbul'un en meşhur kebapçılarına tur bindiriyor. gece yarısına kadar açık olan kebapçılar, adana tarihini gökyüzüne duman alfabesinden yazıyor her gece, insanlara düşen bu tarihe ellerinde dürümlerle tanıklık etmek oluyor.

bununla birlikte antalya'da yaşamanın değerini daha iyi anlıyorum, doğayı kaybetmiş adana'yı gördükçe. belediyenin bilmediği mahalleler olduğuna eminim, sanki türkiye'de değil de kuzey ırak'ta savaş sonrası bir mahallede dolaşıyorum. verilen hizmet sıfıra yakınsıyor, çocukların koşturduğu yollar delik deşik. koşturacakları başka hiçbir alan da yok zaten, arabaların ve atların arasında büyüyorlar. çocuk gibi değiller zaten, adam suratı var hepsinde. tehlikenin ne olduğunu senden benden iyi biliyorlar. kahvehaneler sabahın köründen insan dolu, işsizliğin getirisi her yerde açıkça görülüyor. mahalle başlarında gençler, suça meyilli futbol takımı gibi diziliyorlar. hayat yine de kendi yolunu buluyor, dört gündür tek bir polis bile görmedim. pek uğramıyorlar sanırım bazı yerlere. 

kafam epey karışık, haftaya iş görüşmesine gidip en geç aralığın başında işe girmem gerekiyor. puslu kıtalar atlası'yla birlikte tanpınar-huzur ve macbeth'in çizgiromanını okuyorum. yazar odası diye harikulade bir kitap da buldum teyzemlerde, insanı yazar olmaya kışkırtıyor. şimdi değil ama bir gün belki diyerek yazar olma hayallerimi canlı tutuyorum. dedemin 60'ların sonunda amerika'ya terzi olarak gitmesine son anda engel olan nenemle bu konu hakkında detaylı olarak konuştum, bunu yazmayı çok istiyorum. kelebek etkisi tam olarak bu olacaktı, eğer dedem amerika'ya gitseydi ve nenemi de belli bir süre sonra yanına aldırsaydı, bugün doğan annem ve babam asla tanışamayacak ve ben burada bu bilgisayarın karşısında hafiften yanan gözlerle bir şeyler yazıyor olmayacaktım.

adana tuhaf, kelebeklerin fırtına kopardığı eski bir vadi gibi; geçmişten perspektifler yakalayıp bunu gün boyu düşünebiliyor ve ekseriyetle kebap ağırlıklı besleniyorum.




Hiç yorum yok: