9 Ekim 2012 Salı

friday on my mind

cuma günü olsa gerek, ruhsata aykırı yerleri olan rezil bir gazinoyu yıkmaya gitmiş ve mülk sahibi bilbo baggins'in "yıktın da rahatladın mı?" sorusunu, rahatlamak için yıkmadığımı söyleyerek cevaplamıştım. her türlü soruya verilecek cevabım vardı fakat çoğu zaman üşeniyordum, önce lafa bakmıyordum laf mı diye; sonra da söyleyene bakmıyordum adam mı diye. açıkçası yaptığım işi pek umursamıyordum. insanlardan ziyade nesneler ilgimi çekiyordu. bilbo etrafımda bir şeyler gevelerken, yarısı tavanda, yarısı yerde aynalı bir disko topunun etrafında dolaşıyor ve disko topuyla ilk defa nerede karşılaşmış olabileceğimi düşünüyordum. gördüğüm her şey, daha öncemle ilintiliydi ve bunları pek uğraşmadan görebiliyordum; duvarları yıkan sarı greyder "otostopçunun galaksi rehberi" ile, disko topu "90'ların ortalarına doğru didim" ile, mülk sahibi de "yüzüklerin efendisi" ile...

öğlen yemeğine kadar yıkımı bitirip, ekipler amiri boncuk gözlü cüneyt arkın gibi de tutanağı imzaladıktan sonra öğlen yemeğine çıktım. insanla muhatap olmadan sade bir yemek yiyebileceğim köşe ararken, bana doğru toprağım diye bağıran bir cüce ile karşılaşmak hoşuma gitmedi. cüce, bir dönercinin frontman'i olup ikna konusunda gerçek bir lannister'dı. "toprağıma torpilli olsun" dedikten sonra beni içeri itti, saatlerdir deli tavuklar gibi güneşin altında, greyderin yanında dolaşmaktan nevrim dönmüştü ve sabah kahvaltı da etmemiştim. cücenin gözlerine bakmadan uslu uslu yemeği yeyip hesabı ödedikten sonra koşarak uzaklaştım. tatar elflerinden güzel sevgilim o sırada antalya'ya doğru gelen otobüste olmasa, gerçekten iğrenç bir gün geçirdiğimi düşünebilirdim. fakat memuriyetin güzel taraflarından birisi de, hiçbir şekilde özel hayatına müdahale etmiyor. herhangi bir şeyin pek acelesi yok, yazışmalar bile aylarca sürüyor. gazinonun yıkım süreci başladığında, sürekli sıcak yerlere göç etmeyi alışkanlık haline getirmiş antipatik kuşlar bile henüz gelmemişti. mülk sahiplerine tanıdığımız süreleri uc uca eklesen, bir aşkı memnu daha çıkar ve milyonları ekran başına kilitlerdi.

yukarıdaki iki paragrafın bana verdiği yetkiye ve en sevdiğim on yazardan birisi olan cyrano'nun entrylerini geri getirmesine dayanarak, tahmin edilemez ve bir bütünlükten fersahlarca uzak yazı hayatıma devam etme kararı aldım. çünkü, hayatta karşıma çıkan tüm saçmalıkları bir yere yazmazsam onlardan kurtulamıyorum. bir yere yazmalı derken, cüceler ve bilbolarla köşe kapmaca oynuyorum. onları bu yazıya hapsedip, zihnimde yer  açacağım çünkü yer kalmadı amk. hemen her şeyi yazmaya değer buluyorum, bu beni adeta kışkırtıyor. delal arya'nın pera günlükleri'ni de henüz yeni bitirmiş olmanın verdiği serüven duygusuyla, daldan dala atlamak ve bir şeyler keşfetmek istiyorum. bir yandan okumam gereken onca kitap, devam etmem gereken iş, hafta sonu yolculukları, almam gereken adam gibi bir geniş açı lens ve sırt çantası, belediyelerin birleşmesi, kamusal entrikalar ve insanların hırsları derken bir sürü kavram etrafımda uçuşuyor. ülkenin gidişatının "yarrağa yan basmak" teması üzerine şekillenmesine bile pek ses çıkarmıyorum. baktım olmuyor, cerenimi de alır giderim başka ülkeye. izlanda ya da kanada fark etmez, beni bu ülkeye bağlayan şey kan ya da milliyet değil, sadece birkaç insan. kim bu cennet uğruna olmaz ki feda? ben olmam. keşkem de norveç'te doğsaydım demiyorum, o zaman nelere sahip olmadığımı da bilemezdim. 

edebiyat kariyerime kürek kürek kömür attığım bu gecede, artık derli toplu bir şeyler yazmak istemekteyim. yazdığım her şey, birinci tekilin ağzından çıkmamalı, benimle ilgili olmamalı. belki binasını yıkmaya gelen mendebur belediyecileri lanetleyen bir gazinocu, belki de primle çalışan dönerci bir cücenin yaşadıkları. aşk hikayesi de yazmak isterdim fakat bunu anlatabilecek kadar kelime bilmiyorum. galadriel'imin büyüsüne kaptırdım gidiyorum. suya dönüştüm sanırım en sonunda, akışına bıraktım ve geldiğim noktayı seviyorum.

her neyse, haftada bir yazı yazmaya çalışırım. beni her mecrada ısrarla takip edenlerden birer çeyrek almak gibi planlarım var, teraziye tıklama zamanınız geliyor. sizin de katkınız olsun lan biraz. sevgiler, sevgiler.

(çalışırken çektiklerimdir, izinsiz kullanılabilir; yapabiliyorsanız şantaj yapın)




29 Eylül 2012 Cumartesi

shine on you crazy diamond

mesai saatleri içerisinde olmama rağmen sıcak kumların üzerinde, kaymakamlık tarafından sahile yaptırılan büfelerin geçici kabulünde görevlendirilmiştim fakat kabulünü yapacağım büfelerin projesi elimde değildi. ilk görüşte dahi hoşlanmadığım tıknaz müteahhide dönüp, projelerin nerede olduğunu sordum. özel idarede olduğunu ve istersem getirtebileceğini söyledi. hazır sormaya başlamışken; projeler olmadan, neyi kontrol edip de neyin kabulünü yapacağımı da sordum. daha önceki memurlarla ahbaplığı iyi olduğundan, projeden bağımsızlığını ilan etmişti belli ki ama taviz vermemi gerektirecek bir durum yoktu; insanlar arasında dolaşmaktan zaten bıkmışken, bir de kurnaz olmaya çalışanlarıyla vakit kaybedemezdim. zaman ve onun diğer isimleri önemini kaybetmişti, belirsiz bir geleceğe doğru ter kokan insanlarla sürükleniyordum. çocuk ise zamanı durdurmuştu. daha bu gece de tanık olduğum gibi, zamanı geriye bile saracak güce erişmişti. başka bir deniz kenarındaydık ve çağlar, güneşte parlayan saçlarıyla mutluydu. bembeyaz teni ve sapsarı saçlarıyla üç dört yaşlarında gözüküyordu. o kadar gerçek bir rüyaydı ki; sabaha karşı uyanıp unutmamak için telefonuma not alırken, şu an içinde bulunduğumuz hayatın (benim yazdığım, senin de okuduğun düzlemin) da başka birisinin düşü olduğunu hissettim. o uyanınca bitecekti her şey ve ciddiye almaya değmezdi. bunun, çağlar'ın düşü olmadığından bile emin değilim, bilmiyorum.

hiçbir şeyden emin değilim. bu da bana, istediğime istediğim kadar inanmamı sağlıyor. seçeneklerimi kendim yaratıyor ve seçimlerimi de kendim yapıyorum. 

tıknaz müteahhit, yarım saatlik gecikmeyle projeleri getirdiğinde ben de denizi izliyordum. en uzaktaki dalga bile zamanı gelince kıyıya vuruyor ve muhtemelen bunu kendi yazgısı zannediyordu. ne daha önce ne de daha sonra, bağımsız bir gözlemci onun ne zaman kıyıyı vuracağını biliyor; dalga ise kendi verdiği kararlarla kıyıya ulaştığına inanıyordu. dalganın denizde kat ettiği mesafe yaşam ise, kıyıya vurma anı da ölümdü. yaşam ve ölüm döngüsü, olympos'taki alkestis lahdi'nin köşelerine ağaç olarak da işlenmişti ve işin tuhaf tarafı, kayaya işlenmiş bu ağacın önünde çağlar'ın fotoğrafını iki yıl önce çekerken anlamını bilmiyordum. yağmurlu bir gündü ve antik kentin içine gömülmüş köşemizde biraz bira içip dolaşmıştık. yağmur bastırmış fakat sık yaprakların arasından geçip de bize ulaşamamıştı. 

güneş gözlüğümü çıkarmadan projeyi inceledim ve aslına uygun olarak inşa edildiğine dair imzamı attım. müteahhit, beni belediyeye geri bırakırken muhabbet etmeye çalıştı. ihaleyi çok düşük fiyata almış da, zarar edecekmiş de, bu seferlik öyle olsunmuş da... birkaç kelimeyi ancak duyabiliyor ve yola bakıyordum. yol benim kardeşimdi ve hiç bitmezdi. o sırada müteahhit, kaç kardeş olduğumuzu sordu. iki kardeş olduğumuzu söylerken, arabanın sol tarafından şimşek gibi bir yamaha fazer geçti. saatte en az iki yüz km hızla gidiyordu ve gümüş grenajlarından seken güneş, asfaltta ışıktan yollar açıyordu. egzosu, two brothers markaydı ve müteahhit bunların hiçbirisini görmemişti. çağlar, benim kontrolüm altında sürüyordu artık motorunu. hiçbir tehlike olmadan, önüne kimse kırmadan. ruhunu ruhuma kattığımdan beri, nereye gitsem o da yanımda geliyordu. aralıkta eskişehir'den istanbul'a giderken, çağlar da tren rayları boyunca ilerlemiş ve sonra da karayolundan devam etmişti. haziranda, antalya'dan eskişehir'e babalar günü için tek günlüğüne giderken bile benimle gelmiş ve babama sarılırken o da espark'ın oradan dönmüştü. temmuzda, cerenim'in yanına giderken de benimle aynı anda otogara girmiş ve sevgilime sarılırken de gülümsemişti. ben eskişehir'e bile sekiz dokuz saatte ulaşabilirken, o zamanda yolculuk yapabiliyordu. her zaman benden hızlıydı, kıyıya vurmasına az kaldığını bilen bir dalga kadar hızlıydı ve içinden gelenleri yapmıştı. 

şimdi ise onun gidişinin birinci yılında, onun odasında oturmuş ayık kafayla bir şeyler yazmaya çalışıyorum. artık içmiyorum. saatlerdir shine on you crazy diamond dinliyor ve bu kadar çok paralelliği daha önce bulmamış olmama şaşırıyorum: 

"remember when you were young, you shone like the sun"

"you reached for the secret too soon, you cried for the moon"

"nobody knows where you are, how near or how far"

aylar öncesinden kabullendiğim gibi artık yazamıyorum, başlangıcımdan o kadar uzağa savruluyorum ki geri dönüş yolunu kaybediyorum. kapanmayan yazılar, aklımın yüksek tavanlı salonlarında dolaşan uçan balonlar gibi. öncesi ve sonrası olmayan cümleler geliyor aklıma günün her saati, bir yerlere yazma gereği duymuyorum. o sırada telefon çalıyor, teknik şartname ya da yaklaşık maliyet hazırlıyorum. nadiren de olsa tasarım yapabiliyorum. 

geçen sene rus zengine, osmanlı özentisi ihtişamlı bir yatak odası çizerken bu sene mezarlık girişini tasarladım. beyaz mermerden kaidenin üzerine sıra sıra ateş tuğla, sonra da beyaz bir mermer daha. mermerler doğum ve ölümün saflığını simgelerken, üst üste koyulmuş tuğlalar da insan ömrünü ve yaşama çabasını anlatıyordu. mermerler, insan ömrünün paranteziydi ve başlayıp bitiyordu. en tepede ise ışık vardı, akşam olunca bir insan boyundaki kuleleri aydınlatıyordu. o da ruhtu esasında, ışık veriyordu. bunları kimseye söylemedim, gördükleri sadece ölçülendirilmiş bir teknik çizimdi. sözleşmeli bir mimardım ve benden acilen projesini çizmem bekleniyordu fazlası değil. mimarlık birinci sınıfta hocam, yetenekli  fakat disiplinsiz olduğumu söylemişti. istikrarlı da değildim. neyse ki geçen zaman, o kadar yetenekli olmadığımı da gösterdi. bazen yaşlılar bile yanılıyor. word'te keşif metraj hazırlarken de yetenekten ziyade, hücre biçimlendirme önem kazanıyor. satır aralığı ve puntolar. türlü tuhaf saçmalıklar. 

bir sene geride kaldı evet, biz geride kalan üç kişi birbirimizden destek aldık ayakta durabilmek için. yağan yağmur, geçen zaman, doğum günü, bayramlar, seyranlar derken; bütün bu özel günler karnımıza saplandı. evde pek konuşmadık, herkes acısını kendisine göre yaşadı, yaşıyor ve yaşayacak ama ailemiz tekrar çoğalacak. çagi, her zaman benim korumamda olacak. yeni yollarda, başka ülkelerin sokaklarında, gümrük kapılarında ya da sarp bir dağ geçidinde fark etmez; her zaman motorunu istediği gibi sürecek. ona olan inancımı o kadar sağlam temellendirdim ki, çoğu zaman dünyadan şüphe duyuyorum fakat ikimizin arasındaki bağdan asla. onunla istediğim zaman konuşabiliyorum. onu biliyorum. nelere güleceğini, şimdiki zamanımda karşılaştığım insanlara ne tepki vereceğini, üstün yeteneğiyle taklitlerini nasıl yapacağını. her motor sesinde, kaskını takmış her sürücüde kardeşimi görüyor ve beraber gittiğimiz yolları düşünüyorum. bazen delicesine motor sürmek istediğimde bunun nedenini biliyorum. cerenimle, hayatımı birleştireceğim sevgilim ile kaleye çıkıp sarılmışken; uzaktaki kayaya konan bir yusufçuğun kim olduğunu biliyorum. geçen hafta sonu willy ile yine aynı yere çıkıp, çantada getirdiğimiz biraları "forever young" eşliğinde içerken çıkan rüzgarın, aslında kim olduğunu da biliyorum. ay, tamama erip yolda olanları aydınlattığında; bir zamanlar bizim de yolda olduğumuzu ve yolun hiç bitmeyeceğini de biliyorum.

senden bir sene uzaklaşmadım güzel çocuğum, sana bir sene yaklaştım. dünden yakın, yarından uzağım. ne zaman kıyıya vuracağını bilmeyen bir dalgayım. abinim ve öyle kalacağım. evlenip çoluk çocuğa karışsam, baba ve koca olsam da abin olduğumu unutmayacağım. 

ve sadece ikimizin bildiği bir şeyle yazıyı bitireceğim:

"çipike kima"





24 Ağustos 2012 Cuma

coming to an end

birdenbire veda etmek istemedim; ending credits nasıl başlayıp bitiyorsa, ben de blog bazında azalarak bitmek ve hayatımın geri kalanına (hala net bir bilgi verilmiyor bu konu hakkında) öyle devam etmek istedim. o yüzden şimdi sakin ol ve elindeki bazukayı duvara daya eğer suriyeli bir muhalifsen. değilsen de boşver, ruhunun uzun yolculuğunda uğruna mücadele vereceğin bir savaş mutlaka olacaktır. olgunlaşıncaya kadar ölüp doğmaktan manyağa dönecek ve bir lahdin köşesine işlenmiş yaşam-ölüm döngüsünü gösteren ağacı görene dek de sakinleşemeyeceksin. ruhunun yaşlandığını ve acılarla terbiye edildiğini fark ettiğinde de sahip olduklarınla mutlu olmayı öğrenecek ve avucunun içindeki eli dudaklarına götüreceksin. avucunun içindeki el, senin tüm mal varlığın olacak ve zamanın bir evresinde, daha küçük bir elin sahibi sana "babba" diyecek. gözlerin dolarsa da çaktırma, milyarlarca kez yaşanmış olsa da baba olmak sana özel olacak. kendini dünyadaki tek baba zannedecek ve ancak o zaman kendi babanı anlayacaksın.

en son nerede kalmıştık pek hatırlamıyorum, "şeytan işi" de pek fikir vermiyor. bir teknenin en ucunda bir bira daha açıp memurluk hayatımda pek de önemli olmayan aksiliklerle uğraşıyormuşum sanırım. en son yazımın üzerinden iki ay, blogu açmamın üzerinden ise iki sene geçmiş. tuborg'ta çalışacağına inanan bir mimardan, kaçak yapısına tutanak tuttuğu için bindiği arabanın devrilip bir an önce gebermesinin yaşlı bir teyze vasıtasıyla yüce tanrıdan niyaz edildiği bir memura dönüşmüşüm. inan bunların hiçbirisi önemli değil, yaklaşık iki aydır içmiyorum. araya ramazanın girmiş olması seni yatıştırmasın, kadir gecesinin sabaha karşısında bile bir otobüs durağında bir bira daha içmiş ve çift hanelilere çıkmış bir insanım.

kpss'ye girecektim sanırım, hiç çalışmadım deyip iyi puan alan ve cüppelerinin altına hiçbir şey giymeyen sinsi rahibeler şahidim olsun ki hiç çalışmadım. nasıl soru geleceğini bile sınav esnasında gördüm ki o kadar da zor değilmiş. eşşoğlu matematik ile uğraşırken, geri dönerim diye daire içine aldığım sorulara geri dönemedim. ne yazdığım kadar nasıl yazdığıma da önem verdiğimden, türkçeden sadece bir yanlış ile sıyrıldım. matematikte ise anlamsız denklemler kurarak x'i yalnız bırakmaya çalışacağıma, gözüme bir şık kestirdim ve onun, doğru cevap olup olmadığını 15-20 saniyede test ettim. tarih ve vatandaşlığa yaklaşımım ise hayvanlıktan öteye gidemeyince koparma ve silkmede 72 ile ilk kpss'mi kapadım. 100 alsam bile bir şey değişmeyeceğinden, net bir motivasyona sahip değildim. sınav esnasında yediğim şekerler de yanıma kar kaldı. kaybedeceğim ya da kazanacağım hiçbir şey yoktu ve bu da bana rahatlık getirmişti, yeterince gerilmiştim yıllar boyu. artık umursamıyordum, soruların sınavdan önce paylaşılmış olması ve bundan haksız çıkar sağlayacak olanlar da önemli değildi. ne zaman biteceği belli olmayan sikindirik bir hayatta avantaj sağlamak için dürüstçe çalışanların hakkını yemeye çalışmak da, ruhun onurlu yolculuğunu yok edecek ve bundan sonraki hayatlarda minik bir bok parçası gibi oradan oraya sürüklenmeye sebep olacaktı.

iki ay geçmiş olmasına bakma, her şey başka bir boyuta geçti. teknenin ucundaki onur'un yanına gidip bağdaş kuracak olsam, ona her şeyin bir anda değişebileceğini ve yüreğini ferah tutmasını söyledikten sonra da bana bir bira getirmesini emrederdim. ondan iki ay daha büyüğüm sonuçta. bugün tamamlanan tapu işlemleriyle birlikte, önünden denize kavuşan bir derenin geçtiği güzel bir eve sahibiz. denize yürüme mesafesinde, denizin kumları ise çok tanıdık; yıllar önce ben, çağlar ve dayım orada "kamil kalesi" inşa etmiş ve kalenin başında fotoğraf çektirmiştik. on yıl sonra da derenin kenarında bira içmiş ve limanın ışıklarına bakmıştık. limanın ışıkları ki, gelecekte bir gün oraya yeniden bakarken sevdiğim kadının elini tutacağımı biliyorum. sevdiğim kadını, limanı ve ışıklarını biliyorum.

artık biliyorum. belirsizlik fırtınaları yavaştan dinmeye başladı; üzerimi örttüğüm beyaz pike yavaşça sıyrıldı ve bana bakan bir çift güzel göz gördüm. "nereli bu kız" diye düşündüm bana bu soruyu soran diğer insanlar gibi. kızıl saçları ve yeşil gözleri, bundan üç sene önce yazdığım bir yazının ete kemiğe bürünmüş haliydi sanki; kafayı yediğimi ve kafatasıma yapışmışları da ekmekle sıyırdığımı aklımdan geçirdim kısa süreliğine. gerçek olması pek mantıklı değildi fakat ağır bir depresyon geçirdiğime dair bir belirti de yoktu. işe gidiyor ve işten geliyordum. sıcaktan şikayet ediyor ve klimanın tuşuna basıncaya dek huzursuz atlar gibi sol bacağımı titretiyordum. 

son yazıya gelirken bir itirafta daha bulunayım: motor ile son hızla giderken bir duvara çarpmak için tüm sevdiklerimin gitmesini bekliyordum. öyle sakince bekliyordum ki 250 km/s hızla giderken her şeyi birdenbire bitirmeyi, uzmanlardan oluşan bir kurul her şeyin üstesinden bu kadar kolay gelebildiğim için beni pirinç bir tabak ile ödüllendirmek istiyordu. hannibal sakinliğinde kaçak yapıları denetlemeye gidiyor ve çileden çıkmış vatandaşlara donuk gözlerle bakıyordum. altı üstü bir evdi. hayattaysan başka hiçbir şey o kadar da önemli değildi. ölümle terbiye edilmiştim. ölüm belki de dudaklarımı dikmişti, bilmiyorum.

sonra birisi çıktı geldi işte, bana sarıldı. öncesi ve sonrası yoktu hiçbir şeyin, sıcak esen rüzgarların altında boynumu ona yasladım. daha önce kimi gördüysem, ona benzemiyordu. gözleri çekik miydi yoksa yeşil mi; saçları güneşte renk mi değiştiriyordu yoksa bağlama büyüsüne mi kurban gitmiştim, bir önceki paragrafın sonunda olduğu gibi bunu da bilmiyordum.

acıların etrafında duran zaman yavaşça kıpırdanmaya başladı. aylardır şehir dışına çıkmamışken, kendimi eskişehir'e giden bir otobüsün pencere kenarından masif karanlığa bakarken buldum. mutlu ve heyecanlıydım. korhan futacı, gecenin bir köründe insanın sinir sistemini iflas ettirecek oyuncak kapma makinesinin başına geçmiş ve "ben sana vurgunum" söylerken de eskişehir'e boş gitmemem için ayıcık kapma çalışmalarına başlamıştı. uyuşmuş ayaklarımı açmak için ardı sıra dizilmiş otobüslerin aralarında dolaşıp, henüz uykusundan uyanmış binlerce manyağın yüzüne baktım. genlerimizde bir şeyler vardı ve ne yazık ki çilekeş insanlarımızın yüzüne yansımıştı. bildiğin orantısızdık. 

"burada gecenin üçünde bile pilav yiyen insanlar var" dedi. el ele tutuşuyor ve sabahın köründe pek kimselerin dolaşmadığı caddelerde yürüyorduk. 1+1'lerin bağımsızlığını ilan edip özerk bölgeye dönüştüğü eskişehir'in bir caddesindeydik ki nerede olduğumuzun hiçbir önemi yoktu. enlem ve boylamlar önemini yitirmişti, yanındaysam mutluydum. iki yengeçtik ve yan yan yürüdüğümüzden olsa gerek sürekli çarpışıyorduk. parmaklarımın hepsi yerinde olmasına rağmen bir şeylerin eksikliğini hissediyordum. koca parmağımı minik eliyle tutmaya çalışan bir caretta hayal ediyordum.

hiçbir şeyi yoluna koymaya çalışmayınca, her şey usulca yatağını buluyormuş; henüz yıkanmış bir balkonun öğrenci işi koltuklarında hamburger yerken fark ediyorum. aklımda hiçbir tedirginlik yok. limanın ışıkları ve uzayıp giden kumsalı, serin bir eskişehir akşamından görüyorum. sevdiğim son insana bakıyorum, ağzı ketçap ve mayonez içinde kalmış. günün her saati rengi değişiyor; bazen saçlarında yakaladığım kızıllığı saatlerce göremiyorum. fenotip olarak tamamen farklıyız, onun şeffafa kaçan beyaz bir teni var; ben ise yaz boyu güneşin altında dolaşan kavruk seyyarlar gibiyim. gözlerinin kıvrımı troposferi gösterirken, benimkiler yer kabuğunu işaret ediyor. ama aramızdaki boşlukta asılı kalan tanrı da şahidim olsun ki birbirimizi seviyoruz. bazen dayrede, deri koltuğa sırtımı iyice yaslayıp uzaktaki dağlara bakarken onu özlüyorum. onu özlüyor ve cuma gecesi gidiş, pazar gecesi dönüş olmak üzere de iki bilet alıyorum. yatağa yatmaya üşenen yorgun bedenim, galadriel'imin yanına giderken canlanıyor. cate blanchett'e ne kadar benzediğini düşünürken de, aynı anda ve aynı doğrultuda yaşlanmamıza seviniyorum. 

son yazıya gelmeden önceki son çıkış buydu, bunu okuduysan son yazıyı da okursun. yapabileceğin bir şey kalmadı. iki sene önce tanrının sorduğu "neden tuborg" sorusuna bir cevap olsun diye açtığım bu blogun da sonuna çok yaklaştım. artık bira bile içmezken, bir de tanrıya neden içtiğimi anlatacak değilim.

ama iyiyim, uzun zamandır olmadığım kadar iyiyim. aramızdaki boşlukta asılı kalan ne varsa, onlarla hayatımın sonuna kadar idare edecek kadar iyiyim. 


26 Haziran 2012 Salı

şeytan işi

on kişilik küçük bir teknenin en ucunda elimde birayla oturmuş, durgun ve dalgasız lacivert bir denize bakıyordum. adrasan'dan olimpos'a uzanan küçük koyları sırayla gezdikten sonra başladığımız noktaya geri dönüyorduk; denize uzanma şekli her koyda değişen dağlar, sürprizli bir coğrafya yarattığından her köşeden başka bir güzellik çıkıyordu. ufkabakan'ında adalara doğru hafif bir büyü rüzgarıyla sürüklenen ged gibiydim. ailemle güzel bir gün geçirmiş ve karasallığımı üzerimden atmıştım. karaya, paraya olduğu kadar ihtiyacım yoktu ve avucumdaki tuborg gold'u bana denizin ortasında ulaştıracak tek şey paraydı. tekne sahibine iki kasa tuborg'u tekneye çıkartacak tek şey de paranın itme gücüydü. dolaba gidip bir tane daha şişe çekip çıkardım ve sanki milyonlarca yıl önce denize saplanmış bir göktaşı gibi duran kayaya baktım. hayatımı dondurmak isteseydim, geçen pazar akşam üstünün sonsuzluğunu seçerdim.

sanki berbat geçecek bir haftanın ikramiyesini peşin almışım, daha pazartesi öğlen olmadan dayrede yeterince gerginlik yaşandı. herkesin kendisini kurtarmaya çalıştığı sekanslardan biriydi, bana titanic faciasını hatırlattı. beşeriyat işte, küçük hesaplarla geçen koca ömürler. sonsuza kadar yaşayacağı sanrısını karakter edinenler. öğlene doğru müteahhit ile toplantıya gittik; koruk dolu bir asmanın gölgesinde bulgur pilavı ve barbunya, sanki anadolu'da geçen bir romanın ortasından birkaç sayfa. projeyi kendimden emin tavırlarla bir kez daha anlatırken, beşiktaş'tan aldığı ruloları proje dersine yanan gözlerle yetiştirmeye çalışan eski halim bir an gözümün önüne geldi. sıkıntı her zaman vardı ve olacaktı, etrafımı saran bu plazmadan ancak belli zamanlar küçük de olsa bir tekneyle yahut denize doğru uzanan eğik bir ağaçla kurtulacaktım. bu dünyanın ne acısı bitecekti ne derdi ne de omuzlara yüklediği yeni sorumlulukları. mevzuattan yakanı kurtarsan yönetmelik çelme takmaya çalışacak, en azından cumartesi çalışmıyorum diye kendini avutacaktın.

öğleden sonra, son dört yüzyılını klasörün içinde büyük bir huzurla geçirmiş olduğuna emin olduğum statik projesini bir anda gözden kaybettik. klasörün iki yakasını bir araya getiren ipleri çözer çözmez, lanetli bir firavun gibi kaçıp gitti. beş kişi beş koldan statik projeyi aradık fakat bulamadık, yer yarılmış içine girmiş hortum çıkmış da göğe yükselmişti koyduğumun projesi. şeytan kpss ile henüz atanmış ve tüm gücünü mesaiye vermişti sanki. projeyi bir gün sonra, arşivdeki bir klasörün en az atmış yıldır açılmadığına emin olduğum kapağının altında bulduk. o sırada projeyi bulduğuma sevinmedim çünkü, masamın üzerinde olduğuna yemin edebileceğim anahtarlarımı ve onlara ilişik usb belleğimi kaybetmiştim. anahtarlarımı almadan gelmiş olmama imkan yoktu çünkü onları, cep telefonumun korumasız ekranına saldırmaya çalışırken son anda sakinleştirmiş ve siktirin gidin lan buradan diye masanın ucuna yollamıştım fakat yoklardı. koşarak kaçsalar bile şangırtılardan yakalayabilirdim, saatlerce arayıp umudu kaybettikten sonra anahtarları tuhaf şekilde mezarlık ihale klasörünün halkasına geçmiş bir şekilde buldum. şeytan, ilk günkü çekingenliğini atmış ve kendisini katlayarak devam etmişti. sinirli, yılgın ve tehditkardım. yazıcı kağıt kusuyor ve sürekli yeni demlenmiş çay geliyordu. bir şeker atıp karıştırdıktan sonra bardağı uzaklaştırıyordum. görevlendirme yazısı ve bir yere kaçmadığı halde kaçak yaftası yiyen yapıların makus kaderi. bir tımarhanede elim kolum bağlıydı sanki ve tüm bunlar sakinleştirici kanıma karışmadan önce gördüğüm karmakarışık düşlerdi. saate bir saat önce bakmış ve günün bitmeyeceğini düşünmüştüm, saate yeniden baktığımda durmuş olduğunu fark ettim. bilgisayarın sağ altına uzanmaya üşenen gözler, duvardaki saate takılı kalıyordu. mesainin bitmesine birkaç dakika kaldığını görüp tüm evrağı raflara yerleştirdim. bir an önce kaçmalı ve eve vardıktan sonra müzik dinlemeliydim. bir şey yemek istemiyordum, dört bira beni kutsardı fakat annem kesinlikle çileden çıkardı. hele ki pazar günü kapasitemin birazını görüp dehşete düştükten sonra. oysa pek içmemiş, diğerlerini beklemiştim.

kendisine üçüncü feridun diyen deli bir padişah gibi eve gelip gömleğimi fırlattım. kahrolası kumaş pantolonum ve kemerle uyumlu ayakkabılarım. mimar beyliğim. oturma odasında misafir varmış, bir merhaba bile demeden transit geçtim. panpa, sıcaktan yılmış ve daha kuzeydeki ülkelerinin serin düşleriyle nemli gerçeği kaybetmişti. ben ise sodayı, viski soda niyetine içmeye başlamıştım. alkolik değildim fakat biraz içince dünyanın en şeker insanı olmakta idim.



22 Haziran 2012 Cuma

hep aynı


iki sene önce bugün, askerlik sonrası nekahet döneminde evde oturur ve aklımda kalanları yazarken de kahve içermişim. o zaman da çocuklar şehit olur ve ertesi gün dağlar bombalanırmış. bıçaklar kemiklere dayanmak üzereyken geri çekilir ve ortaya çıkan boşluğa biraz daha asker sıkıştırılırmış. çocuk çok; en az üç çocuğun birisini orduya, diğerini iş kazasına kurban etsen bile geriye bir tane daha kalırmış. eğer kürtaj yaptırılsaymış, elinde o da kalmayacakmış. gerisi teferruatken, önce vatanmış.

...22 haziran 2010'dan, kahve başlığından...

"bir sonraki kahvede bu cehennemden çoktan kurtulmuş olacağım."


geçmeyen günlerin birisinde, güneydoğu'da bir kışlanın ana karargah binasındaydım. sabaha karşı tuttuğum nöbetten ve hemen ertesindeki kilometrelerce koşudan sonra o kadar yorgundum ki, insanların dediklerini bile zor algılayabiliyordum. bir yudum kahveyi içmek için bir sürü şartın yerine gelmesi gerekiyordu, rütbelerin delirttiği bir sürü insanın sürekli girip çıktığı bir odaydı ve dikkatli olmak zorundaydım. astlarını ölesiye ezip üstlerinin kıçını yalayan ve diğerlerinden hiçbir farkı olmadığına emin olduğum bir muvazzaf subayın emrindeydim. beni askerlikten soğutabilirdi ama zaten soğuk gelmiştim, tek isteğim bir fincan sıcak kahveydi. tek isteğim bir fincan kahvede geleceği, evimi, rajaz çalan bilgisayarımı, yola çıkma heyecanımı ve özgürlüğümü görebilmekti. telefonların susmadığı bir zamandı, hayatta sadece bir kere yapılabilecek bir eziyetin üzerime üzerime geldiği bir andı. bir sonraki kahvede evimde olacağımı bilmek biraz iyi geldi ve kendimi "until we meet again another day" deyip uğurladım. ruhum diyarbakır'dan yükseldi, bedenim kamuflajlarının içinde geride kaldı. rajaz başka bir yerlerde çalmaya devam etti.


günler geçti, günler bitti. benden sonra doğanlar, benden önce öldü. geçen sene asker olmayan gencecik çocuklar, şimdi şehit oldu. üzerleri bayrakla örtüldü, ateş düştüğü yeri yaktı. hafta geçmeden başka çocuklar öldü bu sefer, harici kıyafetlerini giyen subaylar acı haberi ülkenin başka köşelerindeki evlere taşıdılar. acıdan bayılmak üzere olan şehit anasının görüntüleri herkese tanıdık geldi; kimse yabancılık çekmedi. gazeteler yine benzer manşetlerle çıktı, sadece isimlerin değiştiği bir şablonları vardı belli ki. fenerbahçe'nin türkiye kupası'nı kaybetmesine kahrolan fakat aynı gün diyarbakır'a gelen şehitlere pek tepki göstermeyen bir albay, aynı gün yeni aldığı arabasını anlatmaktan başka bir şey yapmayan yarbay ve kişiliğini harbiyeye girerken bırakan bir binbaşı tüm güvenceleriyle hayatta kalırken, gidenlerin hepsi çocuk oldu. anasına söven bir astsubayın üzerine yürüdüğü için başka bir çocuk da cezaevinin yolunu tuttu. emre itaatsizlikte ısrar dediler, kimse aslında ne olduğuna bakmadı. askerliğinin bitmesine yirmi gün kala elini kıyma makinesine kaptıran bir çocuğa "kendini askerliğe elverişsiz hale getirmek"ten dava açıldı. kendi kanunları vardı ve onları uygularken bir an bile tereddüt etmediler. yapmaları gereken tek şey: çocuklarını korumaktı ama asimetrik savaşa aynı asimetriklikte cevap veremediler.


bir sonraki kahvede evdeyim işte. kapıları ve pencereleri açınca cereyan yapıyor, bir yandan da istanbul'a gitmek için çanta hazırlıyorum. bir önceki kahvede hayal ettiğim şeyler gerçek oldu ama sonsuz bir mutlulukla dolduğumu söyleyemem. rajaz dinliyorum, "the souls of heaven" derken aklıma sadece ölen çocuklar geliyor. kağıttan duvarlı sınır karakollarında ölüme gönderilen, birinci sınıf orduevlerine harcanın paranın çok küçük bir kısmının bile fazla görüldüğü bir barakada kendilerinden yaşlı g3'leriyle tedirgin bekleyen çocukları düşünüyorum.


20 Haziran 2012 Çarşamba

five roads of five colours







egenin kuzeyi






insansızlık özlemi


üç sene önce bugün de hemen hemen aynı şeyleri düşünüyormuşum, zerre gelişme göstermemem bir karakterim olduğunu mu yoksa yerimde saydığımı gösteriyor bilmiyorum. sanırım insanları müşfik bir sıcaklıkla asla kucaklayamayacak, eğer hava yeterince sıcaksa da git buradan diye iteleyeceğim. ne yapayım, ben böyleyim.

...

hayatta canımı sıkan tüm problemlerin insan kaynaklı olduğunu görüp, insansız coğrafyalara bakarken duyduğum huzur aklıma geldikçe; insanlığa olan inancım her gün, bir gün öncesinin yarısı kadar azalıyor. radyoaktif madde özelliği gösteren sosyal bir hayvanım belki de, her gün yarılanıyorum. hiçbir zaman sıfır olamayacağımın farkındayım; en azından insan parantezinden sıyrılıp başka bir parantezde yalnız başıma oturayım. mümkünse köşeli parantez olsun, onlardan güzel oda olur. noktalama işaretlerinden kendime ev yapmaya çalışmak, kurtuluşumun ancak yazarak mümkün olduğunu mu gösteriyor acaba? internet üzerindeki bir siteye herkesin okuyacağı şekilde yazılar yazmak, insansızlık özlemine dair açtığım başlıkla çelişmiyor mu? çelişkiler diyarının, soru işaretine benzer asasıyla yüksek tavanlı kabul salonunda volta atan kralıyım, başka insanlar okusun diye yazıyorum.

deniz kıyısına uzun bir çubukla yazdığım yazılar, bir sonraki dalgayla sırra kadem bastığında henüz küçüktüm. ceplerimde erik vardı, okuldan aklımda kalanları herkes öğrensin diye kumlarda temize çekiyordum. yazdıklarım silindikçe, hayal kırıklığım da belirginleşiyor ve gözlerine bakabileceğim kadar canlanıyordu. sonra kağıtlara yazmaya başladım, insanlara söylediklerim anında havaya karışıyor ve sonsuz boşluğa kurban gidiyordu. insanların bana söylemeye çalıştıklarını anlayamıyordum. ikinci kelimeden itibaren dikkatim dağılıyor ve m harfinde dudakların neden birbirine değdiğini düşünmeye başlıyordum.

"değerde değmez; değmezde değer" 

bazı harflerde değen dudaklar sabrımı taşırdığından, bildiğimi sandıklarımı defterlere yazmaya çalıştım. hayatımda o kadar çok az şey vardı ki, iri harflerle yazmama rağmen ajandanın tek kolonunu bile dolduramıyordum. rock müziğe dair duyabileceğim bir şeyin dayım tarafından hediye edilmesine bile onlarca ay vardı. kitaplardan okuduklarımın kötü kopyalarını günlüklerime yazıyor ve "bu, kitaptan bile iyi oldu" diyerek son noktayı koyuyordum.

bir şeyi yazarken ve yazdıktan sonra seviyor olmam, ne yazık ki devam etmiyor. alkolün topuzunu kaçırdığım günler, değişik bir adam gelip masama oturuyor ve "hadi tüm yazıları silelim, daha iyisini yazarız." diye kışkırtıyor. tatlı bir heyecan dalgası geliyor, her şeyi yok etmek istiyorum kendime dair ama sarhoşken aldığım kararlar ayık halimi sikerttiğinden genelde sabah olmasını bekliyorum. yalnız başıma içtiğim zamanları seviyorum, yazdığım ve okuduğum zamanları.

hatalı üretilmiş sağır-dilsiz gibiyim. konuşabiliyor ve duyabiliyorum; ama bunlara anlam veremiyorum. dinlemek yerine okumak, konuşmak yerine yazmak. dolayısıyla, insansız ülkemde kağıtlarla yahut beyaz ekranlarla konuşabiliyor, duymak istediklerimi kitapların fısıldamasına izin veriyorum.

deniz gören zeytin ağacının altında oturup, bir şeyler taşıyan karıncayı varacağı yere kadar bırakıyor ve sevap kazanıyorum. sevaplarımı bu dünyada harcayıp hepsiyle bira alıyorum. içmeyi ve içtikten sonra kendime dışarıdan bakmayı seviyorken yirmi gündür içmediğim geliyor aklıma. kendimi deneme sınavlarına sokup sonuçları bir önceki denemelerle karşılaştırıyor ve grafiğimi çiziyorum excel'den.

sonuç, grafikten ziyade isimsiz okyanuslardaki dev dalgalarının yandan kesitine benziyor. sürekli çıkmıyor ya da alçalmıyorum. hayat ekseni doğrultusunda +1, -1 noktaları arasında kanat çırpıyorum. iki gün önce leş bir gündü, dün iyiydi, bugün ise cumartesi ofisinde kendimi çalışmaya teşvik edecek sebepler arıyorum. bulabilmiş değilim, bulacağımı da sanmıyorum.

iki gün önce, hiç ölmeyecekmiş gibi yatırım yapan ev sahibem ve onun mor dudaklı leş emlakçısı tüm gün canımı sıkıp beni delirtmişlerdi. birkaç kuruş daha fazla kazanmak için türlü şeytanlıklar düşünmüşler ve beni arayarak bu planlarını bildirmişlerdi. o günü atlatıp, dünün huzuruna vücudumu teslim ettim. cuma günlerinin (cumartesi çalışıyor olsam bile) kerameti kendinden menkul bir büyüsü vardır; büyü diyorum ki islamiyet kendine pay çıkarmasın. tek bir insanın bile ölümünden sorumlu olan her dinin eli kanlıdır ve ben insanın kendisinden bile hoşlanmazken, elinde insan kanı olan herhangi bir dine karşı en iyi ihtimalle hiçbir şey hissetmem. nefret etmek bile değer vermektir; üzerine cümle kurmak bile (şu an ısrarla devam ettiğim gibi) zaman kaybıdır.

iki gün önce -1'dim, dün +1.çalışıyor olmam canımı sıksa da, yarının tatil olması götürüyor bu sıkıntıyı. mutlak değerim şu an 0. ofisin içine göktaşı düşse ve üzerinde uzaylı olsa, dönüp de yadırgamam. limonata ikram ederim. beni dostu olarak görmeye çalışan uzaylı sarılmaya çalışırsa da, "insana katlanamıyorum bir de sen çıkma lan" diye iterim o bombeli kafasından. ben hiçbir galaktik varlığın yörüngemde olmasını istemiyorum sadece. nuri bilge ceylan filmlerinde kadrajın 1/3'üne sıkışıp manzaraya bakan pardesülü insan olmaktan başka bir amacım yok. mistik görünmek de değil amacım, kimse olmazsa tanrıya mı poz vereceğim? "lan bunu da yarattık ama kendini hepten kaptırdı, afralar tafralar" dedirtmek istemiyorum kimseye.

tanrısı da dahil olmak üzere kimseye dedirtmek istemiyorken, birden aklıma biricik sevgilim "dedirten" geliyor. let it be melodisinde, saatlerce dedirten diye mırıldanıyorum haftalardır. kendi kendime konserler veriyor, sesimi beğenirsem avuçlarım patlayıncaya kadar alkışlıyorum. büyük bir kibirle bis yapıyor, iki şarkı daha söylüyorum. duvarımda posterlerim asılı, imzalı kitaplarım var raflarımda. tüm insanlığın macerasını tek başıma yaşıyorum. ana haber bültenlerini sunuyor, hava durumunu ise canım istemediğinden savsaklıyorum. msn'e kendimi ekledim, karşılıklı şarkı gönderiyoruz birbirimize. mail yazmayı seviyorum uzun uzun. okumaya üşenecek kadar uzun yazmışsam, ilk ve son paragrafı okuyor, arasını kafamdan uyduruyorum.

başıma ne geliyorsa başka insandan geliyor, insan parametresini alabildiğine yok etmek istiyorum. beni başka bir ofise sıkıştıran, ay sonuna kadar çalıştıran, çalışıp kazandığım parayı cebimden çalan, üstüne üstlük sinirlerimi bozan, enerjimi sömüren ve bedenimin posasını yere tüküren hep başka insanlar.

kendi başımayken, bir ovaya bakan yamaçta rüzgara karşı dikilirken, ağacın altında oturup gökyüzüne bakarken, taşları dinlerken, denizin dibinden ilerlerken zerre mutsuz olmuyorum. fotoğraf çekip, sırt çantamla ilerlerken ne canım sıkılıyor ne de "ne yapmam gerekiyor şimdi" diye yukarılara bakıyorum. ama ne zaman başka bir insan geliyor problemlerle, suratım ekşiyor. bitse de gitsek diye kolumu ısırıyor, dişlerimin oluşturduğu saate bakıyorum.

insansızlığa olan özlemim artarken; yeryüzündeki günlerim azalıyor. 

teknemle balığa çıkıp, kendi yaptığım evime beyaz sakalım ve güneşten kavrulmuş derim ile döneceğim günleri hayal ediyorum. zeytin ağacı da geçsin içinden, verandası olsun. ahşap bir masa, çekmecelerinde dolmakalem. ne saat olsun ne de hangi yılda olduğumu hatırlatacak takvim. yaşımı bile bilmeyeyim, "lan bir ömür de böyle geçti" demeyeyim. 




18 Haziran 2012 Pazartesi

gone weekend

cuma gecesi geç yatmama rağmen cumartesi sabah erkenden uyanıyorum, tezgahın üzerindeki yedi bira kutusu ve nemden nefret eden panpa dışında evde kimse yok. bizimkiler eskişehir'e çoktan varmış, bir gün önce gelmesi gereken kitaplarım ise hala gelmemiş. sıcak da olsa esiyor, kapılar pencereler açık ve cereyana en az tesla kadar önem veriyorum. telefona uzanıp siparişim hangi cehennemde aplikasyonundan, dört tane kitabımın birkaç saat sonra elimde olacağını öğreniyorum. hava daha da ısınacak ve benim bir an önce olimpos'a gitmem lazım. konuşarak işlemci ısıtmak istemiyorum, biraz sakinlik ve sessizlik. evin içinde şuursuzca dolaşıyor ve avucuma doldurduğum suyu panpa'nın kafasından aşağı boşaltıyorum. tüyleri ıslanınca sid vicious'a benziyor benim küçük havacı yarbayım, onu ne kadar sevdiğimi o bir yerlere gitmeden önce söylüyorum. ne kadar güzel bir kuş oldu, aynı dili bile konuşmadığımızdan iyi anlaşıyoruz. aynı dili konuşsak mutlaka fikir ayrılığına düşer, tartışır ve kendi fikirlerimizin daha iyi olduğunu birbirimize dikte etmeye çalışırdık. 

yanımdan tebessüm ile geçip antik kentleri dolaşan turistlerin sessizliğini, slogan atıp tartışanlara değişmem. eğik bir ağacın altında oturup denize bakanlar da, benim için tüm ülkelerin tüm meclislerinden değerlidir.

öğlene doğru önce bankaya sonra kargocuya uğramak için evden çıkıyorum, hedefim arabayla gitmek. arabaya yaklaştıkça seken ısı yüzümü yakmaya başlıyor. kapıları uzaktan açıyorum da kapı kolunu bile tutamıyorum. içerisi lahmacun fırınından biraz daha sıcak, yanımda birisi olmadan ilk deneyimimi de erimiş ellerime kaynamış bir direksiyondan ameliyat ve soğuk füzyon ile ancak ayrılarak tamamlamak istemiyorum. arabadan güneş gözlüğünü alıp gölgelerin gücü adına apartman altlarından ilerliyorum. atm'nin yüreğinden söktüğüm biraz nakit ve sonunda gelen dört kitap. ortalık sarı bile değil, beyaza yakınsıyor. sıcak bir el üzerimize bastırıp boyumu kısaltıyor. evin karşısındaki pideciye sığınıp sabah erkenden ettiğim cılız kahvaltının verdiği destekle 1.5 kıymalı söylüyorum. yan masadaki gazeteye uzanınca, bir sonraki günün babalar günü olduğunu fark ediyorum.

özel günlerimiz artık çok zor geçiyor bizim. akrep, yelkovanı soktuktan sonra intihar ettiğinden olsa gerek zaman duruyor. bayramları, yılbaşını, anneler gününü, doğum günlerini çok zor aşabiliyoruz. bir arada kalmaya gayret ediyor fakat neden hakkında pek konuşamıyoruz. herkes acısını kendisine göre yaşıyor, sadece düşmemek için birbirimize destek oluyoruz. kıymalı pide gelmeden iştahım kapanıyor, babamın yanında olmam lazım. babam da eskişehir'de, kuzenin mezuniyetinde. elimde kitaplar ile eve çıkıyorum. yarım saat sonra, gece 12'de eskişehir'e, bir sonraki günün gece 12'sinde de beni antalya'ya getirecek son biletleri alıyorum. bizimkilere de söylememem lazım eskişehir'e geldiğimi, sürpriz onların dikkatini dağıtabilir.

akşama doğru evden çıkıyorum, hediye alıp verme özürlüsü bir insan olarak mavisi griye kaçan güzel bir tişört bulup hediye paketi yaptırıyorum. servisin kalkmasına daha birkaç saat var, insanların arasında dolaşıyorum. sarı ışığın vurduğu bir bankta kitabın ilk sayfalarını çeviriyor, uzaktan gelen gitar sesini takip ediyorum. bu sefer karanlık bir bank, müziğe daha da yakınım. cemali'den duymak istiyorum tüm gücüyle vuruyor:

tüm acı anıları, bana bırakıp gitme
beni bana ver artık, peşinden sürükleme

duymak istiyorum, duymak istiyorum
kalbimde ruhunu duymak istiyorum.

aylar sonra ilk defa ağlıyorum. usul usul, elimden hiçbir şey gelmeden, karşı çıkmadan, isyan etmeden. sırt çantamda babama aldığım bir tişört ve kulağımda eski günlerden kalma bir şarkı. cemali'den sonra yaşar kurt, yüreğimde birikenleri de gözlerimden atıp hafiflememe yardım ediyor.

seni öldün sandım ruhum, biliyor musun?
sensiz yaşamaya alıştırdılar galiba, özledim.

karanlığın içinden aksak adımlarla bir ihtiyar yaklaşıyor yanıma, elini omzuma atıyor. solgun bir ışıkta onun gabriel garcia marquez olduğunu fark ediyorum "bir sona geldiğin için ağlama, onu yaşadığın için gülümse" diyor. gülümsüyor ve servise binmek için tekrar ana caddeye çıkıyorum. siyah-gümüş bir fazer tam önümden geçiyor, bunu bir mesaj olarak görüyorum. 

serin bir eskişehir sabahında, kampüsün önünde inip uzun gölgemle birlikte kuzenin verdiği adresi bulmaya çalışıyorum. ortalıkta adres sorabileceğim pek kimse yok, hava nemsiz ve bitişik nizam apartmanların girişinde kaç yılında yapıldığı ve kimlerin yaptığı yazıyor. biraz da telefonun yardımıyla evi bulup kapıyı açıyorum. şaşkınlık, sevinç ve anlık galeyan! birbirlerini ilk gördükleri andan itibaren çok seven ve iyi gün-kötü gün demeden hep yan yana olan çiftimize sarılıyor, babama hediyesini veriyorum. vardır bir açıklaması elbet çekilen bu tüm acıların. herkese iyiliği dokunmuş bu iki insanın evlat acısıyla imtihan edilmesinin henüz bilmediğim bir sırrı olacaktır.

öğleden sonra, pilav ve felçli tulumba tatlısı ile kutsanmış fen fakültesi mezuniyetine gidiyoruz. canım, üniversite öğrencisi olmak değil de mezun olarak tüm bu beladan henüz kurtulan bir chuck norris olmak istiyor. çaktırmadan kızlara bakıyorum, yürekleri pırpır atıyor ve gururdan göğüs ölçüsü 90d'ye çıkanları mevcut. bölüm birincisi olmak neye yarayacaksa artık? fön çektirenler, makyaja abananlar, yüksek topuklular. çimlerde bağdaş kurup ateş tuğladan binalara bakıyorum, üniversite hayatını pek özlemiyorum. yıldız teknik'i hiç sevmedim, iki sene okuduğum ege ve onun tatil havası çok daha iyiydi. istanbul'da, küçük kampüsten çıkar çıkmaz boğaz trafiği ve keşmekeşin içinde bulurdum kendimi. barbaros'tan aşağı sallanıp 28t ile topkapı tarafına gitmek iki saatimi alırdı. uyur uyanır fakat yine de varamazdım. ara sıra pişman olurdum neden diğer insanlar gibi kaderime boyun eğmek yerine istanbul'a mimarlık okumaya geldim diye. ara sıra da, özellikle sabaha karşı çizim yaparken bu işe yatkın olduğumu ve iyi ettiğimi düşünürdüm.

fakültedeki mezuniyetin ardından, akşama doğru stada on binlerce insanla yürüyoruz. tören başlamadan iki saat önce girmemize rağmen zar zor yer bulabiliyoruz. veliler gururlu, kızını tek başına okutan teyzem daha da gururlu. hayata karşı geri adım atmadan yıllar boyu savaştı, yaptığı kötü evliliğin her şeyi mahvetmesine izin vermedi ve sonunda önemli bir aşamayı geride bıraktı. stad ağzına kadar dolu, güneş şakaktan seri darbeler vuruyor fakat antalya'dan geldiğimiz için şerbetliyiz.

onbinlerce insanın arasından zar zor sıyrılıp barlar sokağından geçiyoruz, tuborg satan harikulade bir yer görüyorum fakat annem, her türlü önemli olayı içmek ile taçlandırmaya çalışmamdan epey rahatsız. dolapta kaysı var diyerek zamanı ve mekanı büküyor, beni perişan ediyor fakat tüm gün manyaklar gibi yürüdüğümden olsa gerek, arjantin bardakta bir bira için tüm atlarımı bağışlayacak durumdayım. otobüsüm birkaç saat sonra kalkacağından ısrar etmiyorum, batan güneşin ardından enfes bir serinlik eskişehir'in bakımlı caddelerinde dolaşıyor. ekime kadar gün yüzü göremeyeceğimiz gerçeğiyle yüzleşiyoruz, çok sıcak olacak fakat serin koyların nerede olduğunu biliyorum.

gece 12'de antalya'ya dönmek için bizimkilerle vedalaşıyorum, babam "iyi ki geldin" diyor. onlar pazartesi çıkacakken ben tam 24 saat sonra tekrar otobüse kuruluyorum. kahrolası telefonun şarjı yine bitik, koltuk arkası ekranların usb girişinden enerji alıyor ve jeff buckley dinleyerek yola çıkıyorum. lover, you should've come over çalarken de yorucu bir günün ardından gözlerimi kapatıyorum.

hiç konuşmadan geçireceğimi sandığım hafta sonum, binlerce insanla bir tribünde istiklal marşı söyleyerek geçiyor. sabah erkenden olympos'un önünden geçerken de, işime epey geç kalacağımı fark ediyorum.


14 Haziran 2012 Perşembe

none weekend

ağzımı sadece bira içmek ve yemek yemek için açacağım ve tahminimce bunu senede bir kez olma kaydıyla gelenek haline getireceğim none weekend projesi ilk defa dün aklıma geldi. 

evden işe gelmiş, bilgisayarımı açmış ve insanın ensesinden bastıran bir sıcağın gavurluğunda deri koltuğuma da oturmuştum. "sinan sülün'e bir bak, akraban çıkabilir" diyen adlı yorumculardan lou'nun yaktığı fitil, beni harikulade bir öykünün önüne götürüp bıraktı. sanki yeterince sinan sülün okuduktan sonra ona özenmiş bir yeni yetme gibiydim, paralellikler epey fazlaydı. içimden bir ses, kazandığının bir kısmıyla neden düzenli olarak kitap almıyorsun pejmürde diye sordu. haklıydı, yeni bir tab ve kitap satan herhangi bir site. sinan sülün-karahindiba'nın yanına bundan çok önce kulağıma fısıldanan hasan ali toptaş-gölgesizler, jack kerouac - beat kuşağı ile alper canıgüz-oğullar ve rencide ruhlar. dört kitap birden. sahafları dolaşıp kitapları kovalamanın o eski günlerde kalmış heyecanından azade, kredi kartımı çıkarıp rakamları kutucuklara girdim. kitap almanın bilindik mutluluğu, birkaç gündür üzerimde dolaşan ve ana tarafından akrabalarını sövdüğüm kara bulutları savurdu. hafta sonuna yetişebilirler ve konuşmadan geçireceğim harikulade iki güne yarenlik edebilirlerdi. bir hamak, bir ahmak ve dört de kitap. bana uyar, soğuk biralar kucağımda ve içi boş şişeler de hamağımın hemen kenarında.

kuzenin mezuniyeti için eskişehir'e gidecek olan anne babadan arta kalan geniş düzlüklerde zihnimdeki atları koşturabilir, sonra da yıldızları izlemeye gidebilirim. bu aralar erkenden uyandığımdan güneşin denizin üzerinden yükselmesine de tanık olabilirim. iki uzun gün, bir yerlerde içip içip kitap okuyacağım kesin fakat yer konusuna karar vermedim. kaş festivali yeterince can sıkıcı olacaktır gürültüsüyle, meis'ten de kaş'a şimdilik yüzemeyeceğime göre başka bir yer bulmalıyım. arabanın anahtarını bıraksalar bile henüz bir kamyonu sollayacak deliyürekliğe erişemedim. hani yarısında vazgeçersem sollamaktan geri dönüşü de olmaz. araba sürmenin bu kadar sıkıcı olacağını tahmin etmemiştim, sürekli ya vitesle uğraşıyorsun ya da her an canına kast edecek başka araçları kontrol etmeye çalışıyorsun. zıkkımın dibi, okumayı öğrendiğimden beri arabada kitap okur ve ara sıra kafamı kaldırıp sağı solu izlerim. motor devir göstergesinin vites arttır diye yalvarmasını hiç umursamam. hem arabayla sağa sola gidersem, gittiğim yerlerde içemem. artık tuborg satan resmi pansiyonumda, bir portakal ağacının altına yılan gibi çöreklenmek ve susarak içmek en güzel seçenek gibi. willy denilen kıvırcık şeytanı çağırdım fakat gelmedi, çok sıcak olurmuş. gerçekten haklı, bu sıcakta hem kendine hem de bana eziyet ederdi. iki gün boyunca sesimi duymamak ve başka seslerden arınmak iyi olacak, konuşursa da freddie mercury konuşsun, gilmour gitarını çalsın. gücünü resmiyetten alan deli saçması evraklar çekmecemde kalsın, insanın hayal gücü de kelimelere dökülsün önümden geçsin. ne yapabilirim yani? tüm kainatı değiştirmeye çalışacağıma, hamağımda sallanır ve zamanda yolculuk yaparken hafiften kafayı bulurum daha iyi. hem kendi başıma da gayet güzel geçinebiliyorum. 

masaya iki bira söylüyor, ikisini de ben içiyorum.


bir depremin etrafında

çıralı'nın sonundaki tek ağaçlı küçük adanın etrafında dolaşıp bir sürü balığı takip ettikten sonra, tuborg şemsiyesinin altındaki koltuğa oturmuş ve soğuk tutmayı başardığım birayı da yarılamıştım. deniz berrak ve sakindi, biraz uzakta üstsüz bir kadın güneşleniyor ve ara sıra kalkıp denize giriyordu. hemen karşıyı gösteren göğüs uçları ise iki dev göz gibi sağı solu tarıyor ve denizi izleyen bir genci ürkütüyordu. 

o sırada koltuğumun altından sanki dev bir yeraltı canavarı geçiyormuş gibi sallanmaya başladım. acaba babam mı ayağıyla sallıyor diye ona baktım fakat bir hareket yoktu. annem de, diğer tüm günlerde yaptığı gibi kitabını okuyordu. birayı kafaya dikip "sanırım deprem oldu" dedim. yerlerinden doğruldular. bir birayla sarhoş olup halusinasyon görecek değildim. bir birayla sarhoş olsam şimdiye biriktirdiğim paralarla çeyizimi dizmiştim. plaj halkında ufaktan bir kıpırdanma olup az açıkta da ölü bir caretta su yüzüne çıkınca bir şeylerin olup bittiğini anladım. fethiye açıklarında deprem olmuş ve izmir, denizli, antalya, mersin hatta adana'dan bile hissedilmişti. depremleri, önümde yedi katlı bir bina yıkılmadığı ve taşları da ayağıma çarpmadığı sürece pek hissetmiyorum.

paniğe kapılmadan sahilde oturmaya devam ettik, hiçbirimizde ölüm korkusu yoktu. hayata da sıkı sıkı sarılmıyorduk. dev bir dalga gelip tüm coğrafyayı silip süpürse bile bunu umursamazdık. babam, komşumuzu aradı ve apartmanın yıkılıp yıkılmadığını sordu. yıkılmamış fakat epey sallanmışlar, büfeleri olan berbat evler daha fazla zarar görmüş. bizim evde büfe yoktu, olmayacaktı da. panpa ise kafesinde güvendeydi. devrilirse bir tek akvaryum devrilirdi ve hepsine tek tek isim vermek yerine komple sefiller dediğim balıklar da nazarımda pek önemli değildi.

çantadan son birayı çıkardım ve led zepp dinlemeye başladım. birkaç biradan sonra algı kapılarım sonuna kadar açılıyor ve her notanın farkına varıyordum. bonzo'nun davulu, page'in gitarı ve plant'ın ilahi sesi. ölüm denizden mi gelsin, yukarıdan mı insin? bu ne ilk hayatımdı ne de son, belleğimdeki zamansız anılarım bir öncekinden kalmaydı. belki de ilk gördüğüm andan itibaren aramızda büyük bir bağ olduğunu hissettiğim kuru ağacı diken de, korsan gemisiyle olimpos'a yanaşırken yıldızlara bakan eudemos da bendim. 60'lı yıllarda, daha otuz olmadan bir motor kazasında gittiğimi de buna tüm kalbimle inanarak yazmıştım. belki de yalan söylemekteki becerim, bunların yalan olmamasından, sadece önceki hayatlarımda başımdan geçen şeyler olmasından kaynaklanıyordu. başı sonu olmayan düşünceler ve sonu mutlaka gelen biralar.

pazartesi akşamı olan ingiltere-fransa maçı için, antik kentteki klasik müzik konserine bile gitmedim. tekfen filarmoni, rhodiapolis'te fakat gerrard kaptanlığındaki ingiltere milli takımı da fransızlar karşısındaydı. maç o kadar sıkıcı geçti ki, çarşamba akşamına kadar üzerimdeki yük kalkmadı. bir yandan futbol şampiyonası, diğer yandan da kitapsız gibi 04.00'te başlayan nba final serisi ve tüm yükü sırtlamak yerine üçe bölünmesini istediği için miami'lere kadar gelen lebron'un tek kişilik trajedisi. cleveland'ta kalsa, bundan daha kötü olamazdı. şimdi wade'in moraline ve chalmers denilen ipli terazinin hassas dengesine bakıyor.

doğal felaket bağımlısı insanlar da bu depremi fırsat bilip her gün yeni asparagaslarla hayatlarına renk katıyorlar. bir saat sonra daha büyüğü olacakmış deyip apartmanın önünde oturan cahil periler, deniz 150 metre çekildi bu akşam kesin geliyor diyen gözü yoldalar, deprem öncesi gelen sesi herkese anlatan eli kulağındalar... bir hobbit diyarı gibi yaşadığım coğrafya. onların arasında dolaşıyorum fakat onlardan biri değilim. dediklerine inanmıyor sadece ilgi çekici buluyorum. 150 metre ha, vay canına! kurban olduğum allah, orada olduğunu hatırlatmak için ara sıra yaparmış böyle ilgi çekici şeyler. insanı kendisine tapması için yaratan, ilgi için de depremler göndermiş çok mu? yine iyi, tsunamiden kaçmaya çalışırken göktaşları yollamıyor koşu yolumuza. aslında tek kelime etmeden geçireceğim hafta sonundan ve yeni aldığım kitaplardan bahsedecektim fakat halkımın nabzı ve paranoyaları her şeyden önemli. hele ki deniz manyaklar gibi geriye çekilmişken.




7 Haziran 2012 Perşembe

fortunate son

sabahları beni ateşleyecek tek bir şey varsa, o da bir üyesi olmak için tarihteki tüm devletleri feda edebilecek kadar sevdiğim creedence clearwater revival'ın fortunate son'ıdır. sabah tıraş olup saçlarımı da ıslak-sert jöle ile dizginledikten sonra evden çıkarım ve daha asansör kata gelmeden şarkıyı açarım. özel sektörün rendesinden geçmeseydim eğer sıkıcı olduğunu iddia edeceğim işime giderim. fakat rende iyi işe yaradı, her akşam beşte ve cumanın sonunda pazartesi dönmek üzere çıktığım bir işte, ne işle uğraştığımın neredeyse hiç önemi yok. zeka dolu projelerle cumartesi dahil uğraşacağıma, alırım jandarma ve zabıtayı ardıma; projeye aykırı binaların kontrolüne giderim. koltuğumun altına sıkıştırdığım projeyi olay mahaline varınca açar ve ciddiyetten taviz vermeden binanın etrafında dolaşırım. yazdığım tutanaklar detaylıdır, sözlüğe başucu eseri yazarmış gibi yazar ve en az üç paragraf olumsuzluk yaratırım. işim olumluyu ödüllendirmek değildir. işim, mülki amirin isteği üzerine ruhsata aykırı inşaatı tespit etmek ve orayı kapattıracak sebepler bulmaya çalışmaktır. çünkü otel ruhsatı olan çirkin binada fuhuş yapılmakta ve kumar oynatılmaktadır. 

herkes her şeyin farkındadır aslında fakat yasal gerekçelerin altına odun atmak, onu harlamak gerekir. bu ülkede kanunlar işler mi bilmem ama bunun işlemeye çalışmasından bile bir sürü memur ekmek yer; kimi her ayın onbeşinde yatan maaşıyla ev taksidine girer, kimi de hafta sonları bira parasını çıkarır. mekanın sahibi baş pezevenk ellerini önünde kavuşturur ve tatlı dilli olmaya çalışır, onun da humma sarısı gözleri vardır. sermaye olarak kullandığı ve hayatın sillesini, belki de hayata gelmeden önce yemiş kadınların gözlerine bakarsın ve bu dünya'nın cennet olmadığını o zaman anlarsın. üzerlerinden binlerce çirkin ve leş kokan erkek geçmiş kadınlar, kendi bedenlerini geride bırakmış ve belki de ruhlarını kaybetmiş kadınlar; devlet erkanını siklemeden sigara yakar ve dumanı tavana üflerler. tavanlar sigara dumanıyla astarlanmış gibidir, her yer kötü kokar. elinde projeyle binanın içinde dolaşır ve projeye aykırı yerler bulmaya çalışırsın. kadınların mevzuatta yeri yoktur, vücutlarındaki morlukların da. bedenler üzerinden siyaset yapan bir sürü büyükbaşın yönettiği ülkede, onlar gibi olmadan fazla devam edemeyeceğini bilirsin. gitmek istersin ama gidemezsin, kalmaya çalışırsan da her gün lanet edersin. projeyi katlar, birkaç fotoğraf çeker ve notlarını aldıktan sonra da eve gidersin. senin mesain biterken, kadınlarınki yeni başlar. baş pezevengin önünde kavuşturduğu ellerine bakmak bile istemezsin, iğrenirsin. bu devlete sonsuza kadar memur olmak için kpss'ye çalışmak içinden gelmez, ne olacaksa olsun der ve erkenden uyursun. 

günler geçer, su akar yatağını bulur. yatağını bulamayan sular motora dönüşür ve yolların üzerine çıkar; sen kötü bir günün ardından eve dönerken, yanından yedi tane bmw r1200gs geçer. özgür kuşlar gibi süzülenlere bakarsın, artık onlardan biri olmadığın aklına gelir. düşünceler bir imbikten süzülür gibi yoğunlaşır ve daha fazla düşünmek yerine cep telefonunu çıkarırsın. onlarca uygulama arasından seni oyalayacaklara parmağının ucuyla dokunur ve 140 karakterlik twitter sarkacıyla sağı solu dağıtırsın. saçmalamak beyninin tüm odalarını açar ve sınırları kaldırır. petrolcü dinçer azaphan'dan kpss'nin saçma sorularına, nato genel sekreteri eyidur gudyonsen'den eve kız atmaya çalışan fakat daha evin icat olmadığı zamanlarda yaşadığı için ne yapacağını bilemeyen avcı toplayıcıya, 666'a takılıp kalmış lanetli takipçi sayısından nasa'dan satılık temiz uzay gemisine dek. tüm aklındakileri bir bulamaç haline getirir ve 140'lık kalıplar halinde piyasaya sürersin. aralarından birisi belki hayatın anlamıdır ama hayatın pek anlamı olmadığını da yaşadıklarından bilirsin.

sabah çıktığın eve akşam üstü dönerken de, paradoks seninle birlikte adımını atar eşiğe. genç yaşta gideceklerini bildikleri için mi tutkularını takip ederler yoksa tutkularını takip ettikleri için mi erken çıkarlar? soru aynı kalsa da cevap her gün değişir, aklındakileri bir kenara iteler ve hoşbulduk anne deyip sarılırsın. neden gitmediğini o zaman bir kez daha anlarsın.


5 Haziran 2012 Salı

many moons ago

kabası bitmiş bir inşaatın ikinci katında ve hem suçlu hem de güçlü bir müteahhitin, zeus'u kıskandıracak denli büyük öfkesiyle karşı karşıyaydık. adam projeye aykırı işler yapmış olmasına rağmen inşaata gömdüğü paradan ve iflas etmek üzere olduğundan bahsediyor, sarıya kaçan gözlerinden kıvılcım çıkartmaya çalışıyordu. zerre umursamadım. elimde olsa tüm çirkin apartmanları tek gecede yok eder ve en fazla iki kata, o da bir şeye benzediği takdirde izin verirdim. projede ne varsa onu istediğimi ve aksi takdirde imza atmayacağımı, sakinliğiyle insanı çileden çıkartan robotlar gibi ekledim. her şeyin başında boyun eğersem, beş seneye kalmaz kimseye söz geçiremezdim. merhametten marazın doğduğu ve gün boyunca tepede ikinci bir güneş gibi dikildiği bu coğrafyada herhangi bir çekincem yoktu. sonsuza kadar yaşamayacağım gibi memur da olmayacaktım. yobazların şiddet ve büyüklüğünün her geçen gün biraz daha arttığı bu topraklara da pek bir bağlılığım kalmadığından, belki de beş sene sonra paris'te olacak ve bir kadeh daha şarap içtikten sonra gelip geçene büyük bir huzurla bakacaktım. ara sıra gördüğüm gelecekten anlık parıltılarda apartmanlar, sarı gözlü müteahhitler ve oturma odaları yoktu. başka bir ülke, bir okyanusun lacivert kenarı ve ağaçlar. belki de kuzey avrupa'nın kar birikip de yük yapmasın diye dik çatılı renkli duvarlı tip evleri. instagram'dan takip ettiğim kadarıyla tuborg içen çok güzel norveçli kızlar vardı ve benimle son yudumu paylaşmak isteyebilirlerdi.

elfleri andıran norveçli kızın imgesiyle birlikte çirkin inşaatı ardımda bırakıp başka bir kontrole, mezarlık düzenlemesine gittim. yaşayan insanların onları çirkinleştiren hırsları ve nefretlerinden sonra, her şeyi geride bırakıp yükselmişlerin arasında huzur buldum, ruhlarına dua okudum. ne kadar yaşadığının pek önemi yoktu, nasıl yaşadığın da sen gittikten sonra iz bıraktığın insanlarda yankılanıyordu. "eğer böyle uğurlanacağımı bilsem alnımı secdeden kaldırmazdım" diyen adam geldi aklıma, eylülün son gününde ve son yağmurunda bize bunları söylemişti. yağmur başlamış, dinmiş ve sonra da pırıl pırıl bir güneşe yerini bırakmıştı. mezarların arasında dolaştım, öğleden sonra defnedilecek annelerinin mezarı başında duran iki kardeşe baş sağlığı diledim, yapabileceğim bir şey olup olmadığını sordum. onların acısını yüreğimin derininde hissettim. 78 yaşındaymış ama dinçmiş anneleri, sabaha karşı hiç acı çekmeden gitmiş. zihnim, zamanın yanılgısından kurtuldu. acılarımla birlikte kardeşçe yaşamayı sonunda başarabilmiştim, kavga etmeye gerek yoktu çünkü sonrasında ne olacağını bilmiyor, ancak hayata bakış açımıza göre tahminlerde bulunabiliyorduk. şahitlik eder misin bilmem de, hayal kurma konusunda fena değildim. şimdimi işim nedeniyle mütahhitler ile harcarken, geçmişte kardeşimle bir deniz kenarında oturabiliyor ve gelecekte de bir avrupa ülkesinde dolaşabiliyordum. paris'i görmeyi çok istiyordum. montemartre'de gün batışı güzel olur diyordu belirsiz belleğim. 

mezarlıktan sonra dayreye geldim ve on the road'ı açıp ölüm ile ilgili ne var ise "death" yazarak arattım. jack de benimle aynı fikirdeydi ve defalarca kez doğup öldüğümüzü ve bunun gayet kolaylıkla olduğunu söylüyordu. kitabın ölümle olan kısımlarına göz gezdirdikten sonra yüzyıllık yalnızlık'a geçtim. yol arkadaşlarım bu yollardan daha önceleri defalarca geçmişti. 


"I realized that I had died and been reborn numberless times but just didn’t remember especially because the transitions from life to death and back to life are so ghostly easy, a magical action for naught, like falling asleep and waking up again a million times, the utter casualness and deep ignorance of it."

bütün bunlara rağmen yine de başka bir gezegende yaşamayı ve maden suyu gibi bira kaynakları gürüldeyen bu sevimli gezegenin birden çok uydusu olmasını, ayda bir dolunay yerine iki saatte bir aydan daha büyük cisimlerin tepemizden geçtiği bir gökyüzü panayırını istedim. mütahhitler ve bunları dizginlemeye çalışan belediyelere gerek yoktu. her neye inanıyorsa bunu silaha dönüştürüp kendi gibi olmayanlara doğrultanları daha fazla görmek ya da aptallıkla harmanlanmış bir kötülüğe meyletmişlere tahammül etmek istemiyordum. peşin satan göbekli yavşağın kaybettiği, iyi niyetinden dolayı veresiye satan fakat her gün sefalete sürüklenen o garibanın kazandığı başka bir gezegen istiyordum. hani kimsenin çok çalışmasına gerek olmadığı, beton santrallerinin hiçbir dönemde ortaya çıkmadığı bir ütopya. aldous huxley gelsin, beni de vosvos minibüsüne al panpa yeterince canım sıkkın, desin.

artık bir kitabı baştan sona okumak yerine, bir kelime seçiyor ve etrafında ne olup bitiyor ona bakıyorum. teknoloji bana böyle bir seçenek sundu, var mıdır acaba aynısı olmasa da bir benzerini yapan? eğer var ise onunla galata köprüsünde salep içmek ve yağan karın ardından kalan kente bakmak isterdim. eğer salepten tiksiniyorsa, köprünün ayağından kırmızı tuborg alıp iç cebimizde ürkek bir güvercin taşır gibi yürürüz cağaloğlu tarafına. cebimizde kanyak ile st. antuan ayinlerinden çıkanlara odaklanmaya çalıştığımız o istiklal zamanlarına da selam olsun, bir daha uyanamayacak kadar içtikten sonra hep uyandık; şimdi dokuz birayı devirsem bile her şey olduğundan daha güzel gelmiyor. 

ne kadar uzun zamana yaydım şu yazıyı, öyle ki belediyenin bahçesinde tüm memurlar toplanıp kısır bile yaptık. turşu ve marul da vardı, üstüne tulumba tatlısı. ben bulgur ve kolayı aldım, başkası da tabağı ve zoru. ne zaman kolayı desem, ardından zorunu da eklerim bilirsin. bu, hayattaki bir sonraki serüvenimde şimdiki halimle tanışmak için yaptığım küçük bir numara sadece. "kolayı ve zoru", insanın aynı hayata defalarca geldiğinin ispatı olacak.

eh madem kontrolü kaybettik, türk kahvesi arası verebiliriz. güllü bir fincanda gelen kahvenin iki dakika sonrasında çay geldi. canım da çifte kavrulmuş hacı bekir lokumu çekti, hani diş dolgusu yaptırıp kuvvetli bir lokumla onu tekrar sökmek ve diş hekimimle dövüşmek istiyorum. bir manyaktan memur yapmaya çalışan sistemin içinde bir dişli olduğumu söyleyebilirdim fakat birkaç saat önce, sırt mesafesi yaklaşık iki metre olan bir düğün sandalyesi gördüm ve tüm gezegenin kafayı yediğine emin oldum. 

her neyse, iki hafta sonra meis-kaş arası 7.5 km'lik bir yüzme yarışı varmış. o kadar mesafeyi ancak koşarak geçebileceğimden bu sene de katılamayacağım, hala bir suyun üzerinde koşan sinir hastası kertenkele değilim ama rüyamda da olsa o mesafeyi bundan tam üç sene önce yüzmüştüm. nereden mi biliyorum? sözlükte meis başlığına yazmışım zamanında. mies'e ne kadar da benziyorsun lan meis; aidiyetim sanki bir önceki yüzyıldan ve binlerce dolunaydan kalma. 29 yıla yaklaşan bir hayat değil bu, çok daha öncesinden artık ne varsa.



31 Mayıs 2012 Perşembe

tavanabakanlar


aradan tam iki sene geçtikten sonra yine evde uyandım fakat bugün uzanıp da tavana bakmadım. babam, beyaz gömleğimi ütülerken annem de kahvaltı hazırlıyor ve işe geç kalmamamı tembihliyordu. panpa ise dışarıdaki kuşlarla iktidar mücadelesine girmiş bağırıyordu. mayısın sonunda olmamıza rağmen hava oldukça serindi, bulutlar denizin ve dağların üzerine çökmüştü. şuursuzca evin odalarında dolaşırken annemin en sevdiğim uyarı-nefret söylemi-nasihati da geldi : "oğlum, gerizekalı olma" . buzdolabını açtım ve geri kapattım. dakikalar azalırken gömleğimi giydim, dişleri fırçalayıp saçıma eser miktarda jöle sürdükten sonra evden çıktım. artık ne yapmam gerekiyor diye tavana bakmıyor, başka bir tavanın altında çalışıyordum:

... 2 years ago...

hayatımın geri kalanında ne yapmam gerektiğini halının üzerinde uzanıp tavana bakarak düşünüyordum; boş bir tavan bazen bir aynanın söyleyebileceğinden fazlasını söylüyor. boşluk, ne bakmakla bitiyor ne de yazmakla doluyor. beyaza boyanmış bir tavan, insan zihninin hiçbir şey öğrenmeden önceki muhteşem yalınlığı gibi tertemiz uzanırken, hayatımın geri kalanına kalansız bölünmek istiyordum. üç kollu avizenin merkezini alnımın çatalına denk getirecek şekilde uzanmıştım ve düşüncelerimin benden bağımsız gelişmesini izliyordum. bir yanım, dünyanın öteki ucuna gitmemi ve yeni bir hayata başlamamı, buna hiçbir şeyin engel olamayacağını söylerken; diğer statik yanım ise evde oturup bu yörede işe girdikten sonra herkesinki gibi bir hayata alışmamı öğütlüyordu. hafta sonları pikniğe gidip et yermişiz, hafta içleri ise okey oynarmışız balkonda. kazandığım para yanıma kar kalırmış, evimi arabamı alırmışım birkaç sene içinde. gerçekten dünyanın en sıkıcı içseslerinden biriydi ve halıda uzanırken sürekli bir şeyler fısıldıyordu. 

birbirinden tamamen habersiz iki yanım var ve tüm dengesizliğim bu iki yanın hangisinin ağır basacağını önceden kestiremememden kaynaklanıyor. gözlerimi bir açıyorum ki yoldayım, başka bir şehrin sokaklarında yürüyüp hayatın ne kadar hızlı değişebileceğine şaşırıyorum. bazen de bir bakıyorum, hareket etmeden haftalar geçmiş. eklem yerlerimden çıtırtılar gelirken, on bin yıllık uykusundan uyanan mumyalar gibi bir yerlere yürümeye çalışıyorum. 

her neyse; uzun zaman sonra eve geri dönmüştüm ve kimselerin olmadığı bir oturma odası mevsiminde, halının üzerinde uzanıp sabit gözlerle tavanı izliyordum.

televizyonda premier ligde bu sezon atılan en güzel goller vardı, açık bilgisayarımdan jeff buckley "dream brother" diye destek oluyordu. ev halkı ortalıkta yoktu, bir bardak viskiden sonra dönen başımı halıya sabitlemiş ve dünyayı kendi eksenim etrafında çevirmeye başlamıştım. yalnızlığı, içmeyi, müzik dinlemeyi ve insansızlığı o kadar özlemiştim ki yatay yükler gelinceye kadar halıda saatlerce kaldım.

sonra tepemdeki avize sallanmaya başladı, dünyanın en talihsiz balıklarının yaşadığı akvaryuma bakınca deprem olduğunu fark ettim. evin döşemesi hareket halindeydi, yatay yükler apartmanı beşik gibi sallarken tek isteğim çerçeve sistemin kararlılığını korumasıydı. taşıyıcı sistemler dersinden aklımda kalan birkaç şeyden biriydi bu, diyafram görevi görmediği takdirde yıkılacak bir binanın içindeydim ve hayattaki son dakikalarımın "hayatımın geri kalanında ne yapmam gerektiğini" düşünerek geçmesini istemiyordum. avizenin güdümünden çıkıp bir metre sağda uzanmaya devam ettim, deprem bitmişti. içki içmeyi unutan bünyemin bana oynadığı bir oyun zannettiğimden yerimden güçlükle kalktım ve bilgisayarın başına geldim. kandilli rasathanesi antalya'da bir deprem olduğunu onaylıyordu, demek ki bir yudum viskiye iyice sapıtan biri olmamıştım hala. 

bilgisayarın başından kalkarken no surprises'ı ayarlayıp tavana bakmaya, oturma odasının ciddi koltuklarının arasına uzanmaya gittim. kendi odamın tavanı geleceği görmek için yeterince geniş değildi, hem ucu sivri avizesi olmadığından da bana ölümü ve hayatın değerini hatırlatamazdı. 

her şeyin karşıtıyla var olduğu bir dünyada ne isteğimi bulmak ve yolumu çizebilmek için, önce ne istemediğimi tanımlayabilmeli ve gitmek istemediğim yolları bilmeliydim. özgürlüğümün sınırlarını çizebilmek için, tutsaklığın ne olduğunu gözüm kapalı bile tarif edebilmeliydim. vatani görev sonrası, iş hayatı öncesi bir noktadaydım ve halının yaklaşık yarım metre üzerinde boşlukta asılı kalıp tavanı izliyordum. yerçekimini bile iptal edebilirken, çalışmaya neden bir şey yapamadığımı merak ediyordum. 

birbirinden tamamen bağımsız içseslerimden birisi "burada çalışalım" derken, diğeri "yurtdışında çalışalım" diye fikir veriyordu. çalışacağımı ikisi de biliyordu, sadece lokasyon konusunda kararsız kalmışlardı. beyaz tavan, başka bir gezegenin atmosferi gibi tepemde uzanırken, yarı tanrı arayan mimarlık ofisleriyle uğraşmak istemiyordum. portakal ağaçlarını kesip yerine yarrak gibi bina dikmekten başka bir şey yapmayan yöre mimarlığından da pek umudum yoktu. mimarlık fikri iyi olsa da işin içine inşaat girdi mi tüm tadım kaçıyor; tuğlayla, işçiyle, kapı ve pencere sistemleriyle, 3+1’iyle, 3’ün 1’iyle uğraşmak istemiyordum. akademik kariyer yapmanın ve fikir bazında serüvenime devam etmenin en mantıklı yol olduğunu anladığımda zaman epey geçmişti. güneş portakal ağaçlarının üzerinden batarken, henüz kaba inşaat halinde olan bir heyula da siluetinden bile belli olan çirkinliğiyle dikiliyordu.

bir dönüm portakal bahçesi yeterliydi belki de, zemine yayılmış ve yeşilin içinde kaybolmuş küçük bir evin planını görür gibi oldum. parmağımı tavana doğru uzatıp hayali projeyi çizmeye başladım, evin duvarlarına pastel boyayla girişen bir çocuktan tek farkım askerliğimi yapmış olmamdı.