20 Haziran 2012 Çarşamba

insansızlık özlemi


üç sene önce bugün de hemen hemen aynı şeyleri düşünüyormuşum, zerre gelişme göstermemem bir karakterim olduğunu mu yoksa yerimde saydığımı gösteriyor bilmiyorum. sanırım insanları müşfik bir sıcaklıkla asla kucaklayamayacak, eğer hava yeterince sıcaksa da git buradan diye iteleyeceğim. ne yapayım, ben böyleyim.

...

hayatta canımı sıkan tüm problemlerin insan kaynaklı olduğunu görüp, insansız coğrafyalara bakarken duyduğum huzur aklıma geldikçe; insanlığa olan inancım her gün, bir gün öncesinin yarısı kadar azalıyor. radyoaktif madde özelliği gösteren sosyal bir hayvanım belki de, her gün yarılanıyorum. hiçbir zaman sıfır olamayacağımın farkındayım; en azından insan parantezinden sıyrılıp başka bir parantezde yalnız başıma oturayım. mümkünse köşeli parantez olsun, onlardan güzel oda olur. noktalama işaretlerinden kendime ev yapmaya çalışmak, kurtuluşumun ancak yazarak mümkün olduğunu mu gösteriyor acaba? internet üzerindeki bir siteye herkesin okuyacağı şekilde yazılar yazmak, insansızlık özlemine dair açtığım başlıkla çelişmiyor mu? çelişkiler diyarının, soru işaretine benzer asasıyla yüksek tavanlı kabul salonunda volta atan kralıyım, başka insanlar okusun diye yazıyorum.

deniz kıyısına uzun bir çubukla yazdığım yazılar, bir sonraki dalgayla sırra kadem bastığında henüz küçüktüm. ceplerimde erik vardı, okuldan aklımda kalanları herkes öğrensin diye kumlarda temize çekiyordum. yazdıklarım silindikçe, hayal kırıklığım da belirginleşiyor ve gözlerine bakabileceğim kadar canlanıyordu. sonra kağıtlara yazmaya başladım, insanlara söylediklerim anında havaya karışıyor ve sonsuz boşluğa kurban gidiyordu. insanların bana söylemeye çalıştıklarını anlayamıyordum. ikinci kelimeden itibaren dikkatim dağılıyor ve m harfinde dudakların neden birbirine değdiğini düşünmeye başlıyordum.

"değerde değmez; değmezde değer" 

bazı harflerde değen dudaklar sabrımı taşırdığından, bildiğimi sandıklarımı defterlere yazmaya çalıştım. hayatımda o kadar çok az şey vardı ki, iri harflerle yazmama rağmen ajandanın tek kolonunu bile dolduramıyordum. rock müziğe dair duyabileceğim bir şeyin dayım tarafından hediye edilmesine bile onlarca ay vardı. kitaplardan okuduklarımın kötü kopyalarını günlüklerime yazıyor ve "bu, kitaptan bile iyi oldu" diyerek son noktayı koyuyordum.

bir şeyi yazarken ve yazdıktan sonra seviyor olmam, ne yazık ki devam etmiyor. alkolün topuzunu kaçırdığım günler, değişik bir adam gelip masama oturuyor ve "hadi tüm yazıları silelim, daha iyisini yazarız." diye kışkırtıyor. tatlı bir heyecan dalgası geliyor, her şeyi yok etmek istiyorum kendime dair ama sarhoşken aldığım kararlar ayık halimi sikerttiğinden genelde sabah olmasını bekliyorum. yalnız başıma içtiğim zamanları seviyorum, yazdığım ve okuduğum zamanları.

hatalı üretilmiş sağır-dilsiz gibiyim. konuşabiliyor ve duyabiliyorum; ama bunlara anlam veremiyorum. dinlemek yerine okumak, konuşmak yerine yazmak. dolayısıyla, insansız ülkemde kağıtlarla yahut beyaz ekranlarla konuşabiliyor, duymak istediklerimi kitapların fısıldamasına izin veriyorum.

deniz gören zeytin ağacının altında oturup, bir şeyler taşıyan karıncayı varacağı yere kadar bırakıyor ve sevap kazanıyorum. sevaplarımı bu dünyada harcayıp hepsiyle bira alıyorum. içmeyi ve içtikten sonra kendime dışarıdan bakmayı seviyorken yirmi gündür içmediğim geliyor aklıma. kendimi deneme sınavlarına sokup sonuçları bir önceki denemelerle karşılaştırıyor ve grafiğimi çiziyorum excel'den.

sonuç, grafikten ziyade isimsiz okyanuslardaki dev dalgalarının yandan kesitine benziyor. sürekli çıkmıyor ya da alçalmıyorum. hayat ekseni doğrultusunda +1, -1 noktaları arasında kanat çırpıyorum. iki gün önce leş bir gündü, dün iyiydi, bugün ise cumartesi ofisinde kendimi çalışmaya teşvik edecek sebepler arıyorum. bulabilmiş değilim, bulacağımı da sanmıyorum.

iki gün önce, hiç ölmeyecekmiş gibi yatırım yapan ev sahibem ve onun mor dudaklı leş emlakçısı tüm gün canımı sıkıp beni delirtmişlerdi. birkaç kuruş daha fazla kazanmak için türlü şeytanlıklar düşünmüşler ve beni arayarak bu planlarını bildirmişlerdi. o günü atlatıp, dünün huzuruna vücudumu teslim ettim. cuma günlerinin (cumartesi çalışıyor olsam bile) kerameti kendinden menkul bir büyüsü vardır; büyü diyorum ki islamiyet kendine pay çıkarmasın. tek bir insanın bile ölümünden sorumlu olan her dinin eli kanlıdır ve ben insanın kendisinden bile hoşlanmazken, elinde insan kanı olan herhangi bir dine karşı en iyi ihtimalle hiçbir şey hissetmem. nefret etmek bile değer vermektir; üzerine cümle kurmak bile (şu an ısrarla devam ettiğim gibi) zaman kaybıdır.

iki gün önce -1'dim, dün +1.çalışıyor olmam canımı sıksa da, yarının tatil olması götürüyor bu sıkıntıyı. mutlak değerim şu an 0. ofisin içine göktaşı düşse ve üzerinde uzaylı olsa, dönüp de yadırgamam. limonata ikram ederim. beni dostu olarak görmeye çalışan uzaylı sarılmaya çalışırsa da, "insana katlanamıyorum bir de sen çıkma lan" diye iterim o bombeli kafasından. ben hiçbir galaktik varlığın yörüngemde olmasını istemiyorum sadece. nuri bilge ceylan filmlerinde kadrajın 1/3'üne sıkışıp manzaraya bakan pardesülü insan olmaktan başka bir amacım yok. mistik görünmek de değil amacım, kimse olmazsa tanrıya mı poz vereceğim? "lan bunu da yarattık ama kendini hepten kaptırdı, afralar tafralar" dedirtmek istemiyorum kimseye.

tanrısı da dahil olmak üzere kimseye dedirtmek istemiyorken, birden aklıma biricik sevgilim "dedirten" geliyor. let it be melodisinde, saatlerce dedirten diye mırıldanıyorum haftalardır. kendi kendime konserler veriyor, sesimi beğenirsem avuçlarım patlayıncaya kadar alkışlıyorum. büyük bir kibirle bis yapıyor, iki şarkı daha söylüyorum. duvarımda posterlerim asılı, imzalı kitaplarım var raflarımda. tüm insanlığın macerasını tek başıma yaşıyorum. ana haber bültenlerini sunuyor, hava durumunu ise canım istemediğinden savsaklıyorum. msn'e kendimi ekledim, karşılıklı şarkı gönderiyoruz birbirimize. mail yazmayı seviyorum uzun uzun. okumaya üşenecek kadar uzun yazmışsam, ilk ve son paragrafı okuyor, arasını kafamdan uyduruyorum.

başıma ne geliyorsa başka insandan geliyor, insan parametresini alabildiğine yok etmek istiyorum. beni başka bir ofise sıkıştıran, ay sonuna kadar çalıştıran, çalışıp kazandığım parayı cebimden çalan, üstüne üstlük sinirlerimi bozan, enerjimi sömüren ve bedenimin posasını yere tüküren hep başka insanlar.

kendi başımayken, bir ovaya bakan yamaçta rüzgara karşı dikilirken, ağacın altında oturup gökyüzüne bakarken, taşları dinlerken, denizin dibinden ilerlerken zerre mutsuz olmuyorum. fotoğraf çekip, sırt çantamla ilerlerken ne canım sıkılıyor ne de "ne yapmam gerekiyor şimdi" diye yukarılara bakıyorum. ama ne zaman başka bir insan geliyor problemlerle, suratım ekşiyor. bitse de gitsek diye kolumu ısırıyor, dişlerimin oluşturduğu saate bakıyorum.

insansızlığa olan özlemim artarken; yeryüzündeki günlerim azalıyor. 

teknemle balığa çıkıp, kendi yaptığım evime beyaz sakalım ve güneşten kavrulmuş derim ile döneceğim günleri hayal ediyorum. zeytin ağacı da geçsin içinden, verandası olsun. ahşap bir masa, çekmecelerinde dolmakalem. ne saat olsun ne de hangi yılda olduğumu hatırlatacak takvim. yaşımı bile bilmeyeyim, "lan bir ömür de böyle geçti" demeyeyim. 




3 yorum:

Adsız dedi ki...

of be mies, benim denemeler de aynı; bi iyi bi kötü. 90 küsur alacaksın ki istediğin yerde mimar olasın. Ekmeği artık aslandan gaita analiziyle alabiliyoruz. kader...

mies dedi ki...

işin kötü tarafı istediğim bir yer de yok, hani benden bir cacık olmadığını anladım ve bunu kabullendim gibi. ne kpss'ye dair tek bir olumlu hareketim var ne de sonrasına dair. koyverdim gitti. soru çözesim gelmiyor yeminle.

Adsız dedi ki...

kpss bok gibi geçti :(