3 Şubat 2013 Pazar

awaking the centuries


"dört ay ne de çabuk geçmiş" diye fısıldadı genç adam. en son imara, akla ve statiğe aykırı disko toplu bir gazinonun kısmen yıkımını gerçekleştirdikten sonra, sıcak bir ekim gününde ikna kabiliyeti yüksek, konvansiyonel bir cücenin aklına uyup çift lavaşlı döner dürüm yemiş ve kuzeyden gelen sevgilisini beklemeye koyulmuştu.

sanıyorum ki hayatımın son on yılında yazmaya hiç bu kadar ara vermediğim için, genç adama bir şeyler fısıldatmakla kolaya kaçmaya çalıştım fakat yine olmadı. anı formatında yazan bir insan olarak, anlatacağım şeyler biriktikçe dağ gibi oldu ve onları çaktırmadan unutmaya çalışmanın, temize çekmekten daha kısa süreceğini fark edip unutmaya çalıştım. fakat dört ay önceki cüce ısrarını ve ardından gelen çift lavaşlıyı bile unutamadığımı sen de gördün, bu yüzden eskişehir istikametindeki beyhude turizm hayırlı yolculuklar diler.

macera, kasımın ortasında ivme kazandı. sabah erkenden, ailecek yola çıktık ve sisin içinde kaybolmuş dağın yanından geçip birkaç ay sonra donacak gölün önüne varana kadar durmadık. her zamanki gibi arka koltuktaydım ve içimde araba sürmeye dair en ufak bir istek yoktu. bir şeyler sürmek, yolda olmanın büyüsünü sakatlıyordu. önceki hayatımda da arabayı dean sürerdi, ben ise elimi camdan çıkarıp etrafa bakar ve etiketsiz şişeden bir yudum daha alırdım. ağzımın içinde beklettiğim viski, dilimi sanki arı sokmuş gibi uyuştururken de hafifçe tebessüm ederdim. bu sefer arabayı babam sürüyor ve ben bir kez daha dışarıyı izliyordum. eskişehir’e pek bir yolumuz kalmamıştı, hava kararmadan orada olacak ve sonra da aileler düzeyinde tanışmak için müstakbelimin evine gidecektik. yıllar boyu dalgasını geçtiğim bu süreç, akışına bırakınca hiç de zor gelmiyordu. nişan bile deli atlar gibi yaklaşıyordu ve olacaklardan çekinmiyordum. 2013’ün böyle geçeceğini ta 2009’dan hissetmiş ve yüzyıllık ruhumu kavuşacak olmakla müjdelemiştim.

göle inci tanesi gibi dizilmiş ağaçları görür görmez durduk. fotoğraf çekerken, aysız, nemsiz ve bulutsuz bir gecede tüm galaksiyi gölde görebileceğimi düşündüm. bir göl, tüm galaksiyi; bir insan da tüm zamanı sığdırabilirdi içine. limitlerimizi belirleyen şeyler önyargılar ve yanılgılardı. herhangi bir makine olmadan zamanda yolculuk yapabilmemi sağlayan tek şey aklım ve hayal gücümdü. yeterince sessizlik ve sakinlikte geleceği bile hatırlayabiliyor, bana doğru koşarak gelen bir kız çocuğunu görebiliyordum. gözlerini annesinden almış olsa gerek, bir çift zümrüt taşıyordu suratında. babam arabayı sürer ve annem termostan kahve servisi yaparken ben de zamanla oynuyordum. yol, hız çarpı zaman değildi; ondan çok daha fazlasıydı ve bunların farkındaydım.

erken kararan günün sırtında eskişehir’e girdik, çiçeği ve tatlıyı alıp hazırlandık. aileler tanışacak ve ben de bir köşede sesimi çıkarmadan oturacaktım fakat muhabbet güzel olunca susamadım, her konuya iştirak ettim. konuşmaktan dudaklarım çatladı, dilim kurudu; uygun bir fırsatı kollayan sevgili, yanıma yavaşça gelip “çok konuşuyorsun” dedi. ehehe dedim ve görüşmenin ikinci yarısını nispeten sessiz geçirdim. pek sevmekteydim ve onun için her şeyi yapardım, susmam gerekiyorsa ağzımı bile açmazdım.

bundan yarım asır önce kasımın yine 17’sinde doğan annem, bu sefer eskişehir’de daha önce gitmediği bir evin köşesinde oturuyor ve sağol kızım deyip tepsiden çay alıyordu. kızımız da maşallah pek maharetliydi. uzakdoğu prenseslerinin esintileriyle hayat bulmuş gibiydi.

günler azıya almış gemi misali akıp giderken, filmi kadar kötü geçmeyen ve hayatımda bir sürü yeniliğe yol açan 2012’yi de sevgiyle uğurladık. şubatta, artık cumartesi çalışmayacağım bir işe hem de mimar sıfatıyla sözleşmeli girmiş, mayısta herhangi bir araba sürebileceğimi gösteren ehliyetimi almış, haziranın sonunda ceren ile bu hayatta da karşılaşmış, temmuzun tam ortasındaki doğumgünümde de ilk defa buluşmuştum. ekimde, önünden geçen derenin denize kavuştuğu güzel bir ev almış ve kasımın son günlerinde de taşınmıştık.
bizi darmadağın eden ve her şeyi bir daha eskisi gibi olamayacak şekilde değiştiren kötü 2011’den sonra, 2012 yaralarımızı sarmaya yardım etmişti. frodo’nun, hayatı boyunca ona eşlik edecek kılıç yarası gibi bizim de kalbimizde geçmeyecek bir sızımız vardı. evin küçük oğlu, hep 24 yaşında kalacaktı. biz ise yaşamanın bedelini her geçen saniye yaşlanarak ödeyecektik. aramızdaki dört yaş fark değişecekti sadece; o hep motosikletinin üzerinde, rüzgarın omzunda devam edecekti içimizde yaşamaya. zamana ve mekana hükmedecekti, aynı anda hem dört yaşında altın saçlı bir çocuk hem de yirmili yaşlarında benimle birlikte turkuaz sulara dalıp, bir kayanın üzerinde dinlenen delikanlı olacaktı. hayat belki de onun rüyasıydı ve onsuz geçen şu yaşadığımız günler bile bu hayatın sonuna gelmekle her şeyin bitmediğinin tek kanıtıydı. acının bizi yok etmesini sadece akılla yenebilirdik, bunun üstesinden geldiğimi düşünüyorum. acı, beni usta bir heykeltıraş gibi şekillendirdi. bununla yaşamayı ve hayal etmeyi öğrendim. tüm soruları kendi başıma cevaplayabildim yeterince sakinliğe kavuştuğumda. işaretleri gözledim bir yolgezer gibi, sustum duyabilmek için.

2012 bitti ve kendimi beş gün sonra, yine elimde çiçek ve çikolatayla buldum. bu sefer takım elbise de giymiştim ve heyecan biraz daha fazlaydı. kız isteme-söz-nişan paket programının ilk adımlarını atmak üzereydim. asansöre binerken bu adımların daha önce milyonlarca kez başkaları tarafından atıldığını ve benim onlardan pek eksik yanımın olmadığını düşündüm. birazdan ağzına kadar dolu olan bir eve girecek ve ondan sonra akışına bırakacaktım, gelenekler ne getirirse artık. kız isteme faslını gecenin sonunda, iyice yükselen tansiyonun sponsorluğunda beklerken; programın ilk etkinliği olarak düşünülmüş olması her şeyi daha da kolaylaştırdı. takımlar sahaya tam dizilmeden gelişen bir atak gibiydi ve babam, luis figo’ya benzemenin avantajıyla hemen kızı isteyiverdi. ben ise salonun uzak köşesinde, masanın ardında kalmıştım. hazırlıksızdık ve bu kaos ile birden kendimi yüzük takarken buldum. kızı vermişlerdi ve fotoğraflardan da anlaşılacağı üzere bundan dolayı herkes mutluydu, ekseriyetle asık olan suratımda güller açmıştı. parmağımda yüzükle yemeğe oturdum ki yüzüğü bir önceki hafta olimpos’ta takmıştık zaten. kendi aramızda şık bir tören. bize yakışanından. yine de ailelerin sakinleşmesi için böyle etkinlikler şarttı. kavurma da pek güzeldi, kendimi kaybedip bir tabak daha isteyecekken son anda bir nişanda hatta kendi nişanımda olduğumu hatırladım. hatırlamak çoğu zaman işleri toparlar.

- yazınca da ne güzel yazıyorsun köftehor seni!
- yok be, aynı tarz işte daha ikinci sayfayı bitirmeden anlam bütünlüğü kayboldu. iyi ki yazar olmaya falan çalışmamışım. belediyede sözleşmeli mimar olmak daha kolay, getirisi de iyi. sigortam da yüksekten yatıyor, hem kadro da vereceklermiş hazirana kadar. orman ne güzel, ah ne güzel.

iş güç, özel sektörden gelme olduğum için pek zor değil sadece iş arkadaşlarıma katlanmakta bazen güçlük çekiyorum. insan faktörü her zaman beni zorlamıştır ama yine de insan görmeden geçen antalya’daki ofis günlerimi tek bir gün bile aramıyorum. lanet olsun. beş ay otelde, yedi ay zemin katta bir evde. giyotin pencereler, deri mağazaları, lüks yatak odaları, lobideki tavana bakan kedi ve otelin daimi sahibi şehabettin abi.

günler geçiyor, uzun zamandan sonra ilk defa hafta sonu evde olduğumdan yazı yazma imkanı da yarattım, bir sonraki ne zaman gelir bilemem. twitter da iyice tembelleştirmiş, bu kadar paragraftan bir senelik tweet çıkardı ama uzun yazmayı da göz ardı edecek değilim. bunlar benim belleğim, senin de can sıkıntından geldiğin mola yerin. o yüzden kimse kimseyi kandırmasın.

iyi başladın 2013, aynı şekilde devam et.