29 Nisan 2011 Cuma

at the end of the april

her ayın sonunda bir durum değerlendirmesi yapmak, gelecek kuşaklara ve mobil dünyanın içinde manyaklaşmış gençlere bırakabileceğim belki de en büyük mirastır ama yine de apartman ya da arazi bırakmak isterdim. durum değerlendirmesi hiçbir ülkenin hiçbir şehrinde para etmez, oysa bir araziyi müteahhite verirsen ömür boyu yetecek kadar daire alırsın, kiracıların olur ve onları kırbaçlarsın.

çekmecemdeki börekleri gün boyu tırtıklamaktan ve kraliyet ailesinin düğününü izlemekten başka faydalı iş yapmadığım bir cumadayım ki eğer düğün izlemeye faydalı bir iş denirse. evle ilgilenmem gerekiyor ama sanki uzaktan bir arkadaşım eve çıkmış ve bana olanları bir yazıyla aktarıyormuş gibi yarı ilgisiz gözlerle olayları izliyorum. evi beş dakikadan fazla görmedim, sadece zeminin diyagonal karolajlı ve krem-kahve olduğunu hatırlıyorum. duvara mıhlanmış bir at kafası varsa bile dikkat etmedim, belki de lanetli bir sitenin en lanetli giriş katıdır ve orada kalanlar, isimsiz rüzgarların taşıdığı ölü fısıltılarla kuşatılıp çıldırıyordur. bunları da bilmiyorum, dedim ya eve çıkan başkası gibi. herhangi bir çaba göstermekten acizim ve bunun da son derece farkındayım. ne yapayım ben de böyleyim, iki paragraf bitti daha nisana karşı bir şey demedim.

1 nisan şaka zulmüyle başlayan ay, marta oranla çok çabuk geçti. ne yaptığımı tam olarak hatırlamıyorum. pazar gezileri çok isabetli oldu; çıralı, olimpos, kaleköy ve kaputaş ile tur bindirdim. iki hafta önce sezonu açıp ileriye doğru yüz kulaç atarak çaptan düşmediğimi kanıtladım. biralar su oldu aktı, içebildiğimi içtim içemediğimi dolaba koydum, ertesi gün içtim. iş konusunda can çekişmeme rağmen cehennem kadar plan ve kesitten nasıl olduğunu anlamadığım şekilde kurtuldum. hidroterapi ve yosunterapi odalarıyla günaha davet çıkardım, sevişen çiftlere yardımcı olsun diye tavanı aynayla kapladım. eğlence merkezinde plan düzlemine oyun makinelerini yerleştirirken çocukluğumu, atari salonlarını ve insert a coin yazısını özledim. yüzlerce yaprak sarması yedim, erken uyuyup vaktinde uyandım. rüyalarımdan medet umduğum günleri uç uca bağlayıp pencereden sarkıttım, işe öyle gittim. adaletsizliğe epey sövüp sayarken ülkeden gitmeyi fakat gittiğim takdirde orada göçmen muamelesi göreceğimi ve buna katlanamayacağımı, kimsenin de beni beklemediğini fark ettim ve her fark ettiğimde yaptığım gibi yol üstü markete girip kırmızı tuborg'umu dolabından çektim çıkardım.

ekseriyetle mutsuz olduğum ve bunu kanıksadığım bir ay oldu. içimdeki korkunç boşluk ne yaptıysam dolmayınca ben de doldurmaya devam etmek yerine boş bırakmaya karar verdim. allahıma bin şükür, mutsuzlukla yeni yeni tanışan bir insan değilim. kendimi bildim bileli neşeli gülücükler saçan bir jelibon olmayı tercih etmedim. aslında ne anlattığımı an itibariyle bilmiyorum çünkü odada bir adam var ve metrajları telefonla başkasına aktarıyor. "tamam okey" dedi şimdi de. tamam okey ne lan? hangi dil grubuna ait, ural-altay mı? sürekli problem çözmeye çalışırken problemin ta kendisi olan insanlar familyasından. ben bu familyaya değilim, çünkü ben problem çözmeye çalışmam. var olan probleme ayak uydurur ve onunla yaşarım. virütik bir organizma olduğumu ara sıra düşünür ve her düşündüğümde yaptığım gibi bir bira daha açarım.

aslında artık içmiyorum, haftada bir içmeye "içmemek" denirse eğer. içmeyi de önemsediğimi söyleyemem. derin bir boşvermişliğin içinde yaşıyorum, ara sıra aklıma hikayeler geliyor fakat uzun olacaklarını anladığım an bunları temize çekmekten vazgeçiyorum. kurgu yorar. günlük rahatlatır, bir gün önce yemem gereken fakat çekmecemde unuttuğum börekleri anlatmak beni autocadin artık midemi bulandıran parlaklığından uzaklaştırır.

bu nisanı hayatımın geri kalanında pek hatırlayacağımı sanmıyorum. en iyi ihtimalle "eve çıkmıştım" derim. bakalım, eve gidip eksik listesi çıkarmam lazım. hiçbir şey yok, heves gelirse belki modeller ve yerleşim yaparım. gelmezse de ayran alır fondip yapar ve ne yapmaya çalıştığımı sorgularım.


Hiç yorum yok: