18 Nisan 2011 Pazartesi

sezon açılışı

üzerimi değişip kutudaki hafiften ılımış son yudumu da boğazıma gönderdikten sonra, kaleköy'ün arka tarafında bir yerde kalan ve balıkçıların doğal barınak olarak kullandığı küçük koyun berrak sularında birkaç küçük adım attım. taşlar hafiften sivriydi. güneş, parçalı bulutların arasından bir görünüp bir kayboluyor ve doğa, baharın gelişini yeşille kaplanmış patikalar ve uçuşan envai çeşit hayvan ile kutluyordu. güzel bir pazar günü,  başka mevsimlerde gelip her seferinde yeniden aşık olduğum kaleköy'ün sırtlarında devam ediyordu.

suyun içinde biraz daha ilerledim, hemen sağ tarafta küçük balıkçı tekneleri vardı. diz kapaklarıma kadar gelince daha fazla yürümeye çalışmak yerine, sezon açılışını yapmaya karar verdim. ne kadar soğuk olabilirdi ki? hem altı gün bilgisayarın karşısında iki büklüm otururken, gözlerim ışıktan kamaşırken, bileğim ve omzum tutulurken yine iyi dayanan bünyem, soğuk suya mı boyun eğecekti?

birden atladım suya, işte geçen sene bıraktığım sonsuz mavilik, dipsiz bir coğrafya. insanı kendine getiren ve hayatı hissettiren soğuk bir su, ileride küçük kayalıklar. açıktan geçen tur tekneleri, bulutların arasından süzülen güneş ve yeşilin her tonu. yüzümü nereye dönersem döneyim, yaşamanın aslında hediye olduğunu anlatan binbir türlü detay. kollarım, ofiste geçen onca günden sonra gücünü yitirmemiş; edmond dantes gibi özgürlüğe doğru kulaç attım. ait olduğum yerdeydim, bir bilgisayara bakmıyor ve beş derece sola dönük duvarların planlarıyla uğraşmıyordum. hidroterapi odası yerine, akdeniz'in kendinden terapik sularında, ufka doğru yüzüyordum. jakuzinin elektrik bağlantısının nerede olacağı da umrumda değildi, 92 santimlik kapı açıklığı da bir sonraki güne kadar ilgi alanıma girmiyordu. yönümü kaybedene dek yüzdüm, basıncı şakaklarımda hissedene dek daldım.

denizden çıktığımda evrim geçirmiş gibiydim. ılık bir esinti üzerimi kurutana dek güneş gören bir kayanın üzerinde mutlu kertenkeleler gibi bekledim. çantada ılık olmasının hiç önemli olmadığı bir bira daha vardı, liverpool havlumun üzerinde onu da içtim. doğru zamanda, doğru yerde olduğumu hissettiğim nadir anlardan biriydi; bu gibi yerlerde olmak istediğim insana dönüşüyor ve kendimle çatışmıyordum. şikayet etmiyor ve gücümün farkına varıyordum. ruhum ve bedenim daha da güçleniyordu. en dik kayaları çıkabiliyor; kayadan inerken avuç içim keskin kayanın köşesine çarpıp kanamaya başlasa bile bunu sorun etmiyordum. odaklanmaktan mustarip, beş dakikada bir internete giren ve hafta içi yaptıklarımı bir mankurtun günlüğü başlığında toplayabilen ben; doğru şartlar altında limitlerimin üzerine çıkıyordum.

sezonu açıp kayanın üzerinde kuruduktan sonra üzerimi değiştim. dolunay, ilerideki dağların arasından yükselmeye başladığında, çoktan bir bira daha içmiş ve bir kaya mezarının kenarına inmiştim.



Hiç yorum yok: