Her sene
bir yeri yarım yamalak keşfetmek yerine, aynı yere defalarca dönmek; mekanı tüm
mevsimleriyle, günün tüm saatleriyle ve kendimin ayık ya da sarhoş, mutlu ya da
mutsuz tüm halleriyle sonsuza kadar mühürlüyor. Belki de o yüzden bilmediğim
diyarlara gitmeye çalışmak yerine olimpos’a dönüp her seferinde kaleye tırmanır
ve derenin denize her sene başka bir noktadan kavuştuğu o güzelim manzara
yerine aslında kendi hayatıma bakarım. Kendimin tüm halleri sahilde mutlu mesut
yaşar ve aralarından en zengin olanı, yaşı büyüklere bira, küçük olanlara da
dondurma ısmarlarken ben de ayaklarımı sarkıtıp tek kişilik geniş aileme
bakarım. Uzağı pek de ayırt edemeyen az astigmat gözlerim, düşlere daldığımda
kartal gözü gibi olur. İstediğim kadar yakınlaşıp uzaklaşabilir, bazen kalenin
yıkık surlarını ayağımla ittirip göğe yükselirim. Bu dünyanın merhametsiz
yerçekimi ivmesi geride kalır, Musa Dağı’nın zirvesine konar ve nemsiz
havalarda karşı kıyıları tararım. Bazen Tahtalı’ya çıkan teleferiklere musallat
olur, dağın kuzey tarafından aşağıya süzüldükten sonra Çukuryayla’da karların
içine gömülmüş kulübenin terasına inerim. Yürüdüğüm yollara, gündüz düşlerimde
tepeden bakarım.
Hayal
kurmaya ilk başladığım zamanlar, bu uzun yaz tatillerinin öğleden sonralarında
kütüphaneden aldığım Jules Verne kitaplarının gölgesinde olurdu, ışığı ve
fiziği tam ayarlayamıyordum. Yıldızlar arası seyahatlerimde birden güneş
doğuyor ve gözlerim kamaşıyordu. Florida’nin Tampa şehrinden aya fırlatılan
merminin içinde seyahat etmesine ediyordum fakat ayın yüzeyinde hareketlerimi
ayarlayamıyordum. Okulda öğrettikleri hayat bilgisi, fen bilgisi, ilerleyen
yıllarda fizik ve fizik uygulamaları, sürtünmesi önemsenmeyen düzenekler,
hunharca paslanmış palangalar hiçbir işime yaramıyordu. Müfredatı Jules Verne
hazırlasaydı, belki de şu an kapının yanında emekli olmayı bekleyen evrak
dolabıyla akşama kadar bakışmak yerine başka bir yerde olurdum.
Bahane
bulmak konusunda, viyana teknik üniversitesi’nden doktoram var. Başıma gelen
her şeyin öznesi değil de nesnesi gibi, kadere inanmaktan başka bir yolu
olmayan semavi din müptelası gibi davrandığım da oldu fakat yaşım otuzu az
biraz geçmişken kötü durumlardan nasıl kurtulacağımı, boynumda kravat varken kambur
balinalarla kuzeye nasıl göç edeceğimi, ısrarla çalan telefonları nasıl
duymazdan geleceğimi ve insanların arkasından konuşmayı huy edinmiş başka
insanları kafaya nasıl takmayacağımı biliyorum. Word, bir önceki cümleye “çok
uzun tümce” uyarısı verdi. Tekrar okudum ve pek sıkıntı göremedim, şimdi de
uzun tümcenin tüm katarlarının altında yeşil ve dalgalı bir çizgi var, “bir
nokta koy bari hayvanadam” diye uyarı verirse, farklı kaydeder çıkarım.
Teknoloji hayatımıza çok fazla müdahale etti, şarjım dolmadan evden çıkmaz
oldum. Dişlerimi fırçalamayı unuttuğum geceler oldu ama telefonu şarja koymadan
uyuduğum görülmedi.
Hayal
kurmak karın doyurmuyor, yatacak yer de vermiyor; o yüzden çalışıyor, bedenimin
ihtiyaçlarını karşılamanın türkiye’de bilinen en kolay yolu olan memurluktan
devam ediyorum. Her zaman tembel bir insandım, çalışarak müreffeh yarınlara
ulaşacağımı düşünmedim. Son gece yapabileceğim şeyler için kendime bir hafta
eziyet etmedim. Her şeyi tamamlamaya çalışmak yerine, “olduğu kadar artık,
canımı alacak değiller” savunmasını geliştirdim. Plan, kesit ve görünüş
çizdiysem; maketi de yapmayıverdim. O yüzden yüksek ortalama ile mezun
olamadım, olsaydım da pek bir işe yarayacağını düşünmüyorum. İnsanlar, çok
büyük yanılgıları mutlak doğrular zannedip hayatlarını mahvediyor. Kesin olan
neredeyse hiçbir şey yok Jules Verne’nin muazzam bir yazar olması ve yerçekimi
ivmesinin haddinden fazla olması haricinde. 9.8 değil de 4-5 olsa yine de
şikayet ederdim. belki de tarihin en başlarında, üşengeç bir peygamber
zamanında 26 m/s^2 idi ve göğe yükselip tanrıyla beyin fırtınası yaptığı bir
anda, bunu 9.8’e indirdi çetin pazarlıklarla. Bunun böyle olmadığını nereden
biliyoruz? Namaz vakitleri de elli imiş, pazarlık sünnettir lafının kökeni de
oradan gelirmiş. Tanrı hepimizi çok seviyor, okuyalım diye kitaplar gönderiyor
ama yine de Jules verne’i tercih ederim. Kaptan nemo ile kadeh kaldırıp denizler
altında yirmi bin fersah’tan dalar; bay fox’un ingiltere’ye döndüğü ve dünya
turu’nu 81. günde tamamladığını düşündüğü için kendini eve kapattığı o hayal
kırıklığından çıkarım. Karısının adı audi’yi andırırdı, muhtemelen auda. Uşağı
da paspartou olsa gerek. Aç kalmışım, susuz kalmışım ama yirmi sene önce
okuduğum kitaplar beni hiç terk etmemiş, ne güzel.
En başta da dediğim gibi, yeni bir
yeri ya da insanı yarım yamalak keşfetmek yerine hep aynı yere döner ve hep
aynı insana, kendime bakarım. Olimpos’un sağda yükselen yıkık kalesi ve bu
yıkıntıların üzerine inşa ettiğim benliğim, bildiğim en iyi yerdir. Hariçten
gazel okuyacağıma, içeriden bilgi sızdırırım.
2 yorum:
hep var olasın tuborger.
ışığın savaşçısı'nın el kitabı-paulo coelho okudun mu?
Yorum Gönder