6 Mayıs 2014 Salı

ve düşlere dal


Her sene bir yeri yarım yamalak keşfetmek yerine, aynı yere defalarca dönmek; mekanı tüm mevsimleriyle, günün tüm saatleriyle ve kendimin ayık ya da sarhoş, mutlu ya da mutsuz tüm halleriyle sonsuza kadar mühürlüyor. Belki de o yüzden bilmediğim diyarlara gitmeye çalışmak yerine olimpos’a dönüp her seferinde kaleye tırmanır ve derenin denize her sene başka bir noktadan kavuştuğu o güzelim manzara yerine aslında kendi hayatıma bakarım. Kendimin tüm halleri sahilde mutlu mesut yaşar ve aralarından en zengin olanı, yaşı büyüklere bira, küçük olanlara da dondurma ısmarlarken ben de ayaklarımı sarkıtıp tek kişilik geniş aileme bakarım. Uzağı pek de ayırt edemeyen az astigmat gözlerim, düşlere daldığımda kartal gözü gibi olur. İstediğim kadar yakınlaşıp uzaklaşabilir, bazen kalenin yıkık surlarını ayağımla ittirip göğe yükselirim. Bu dünyanın merhametsiz yerçekimi ivmesi geride kalır, Musa Dağı’nın zirvesine konar ve nemsiz havalarda karşı kıyıları tararım. Bazen Tahtalı’ya çıkan teleferiklere musallat olur, dağın kuzey tarafından aşağıya süzüldükten sonra Çukuryayla’da karların içine gömülmüş kulübenin terasına inerim. Yürüdüğüm yollara, gündüz düşlerimde tepeden bakarım.

Hayal kurmaya ilk başladığım zamanlar, bu uzun yaz tatillerinin öğleden sonralarında kütüphaneden aldığım Jules Verne kitaplarının gölgesinde olurdu, ışığı ve fiziği tam ayarlayamıyordum. Yıldızlar arası seyahatlerimde birden güneş doğuyor ve gözlerim kamaşıyordu. Florida’nin Tampa şehrinden aya fırlatılan merminin içinde seyahat etmesine ediyordum fakat ayın yüzeyinde hareketlerimi ayarlayamıyordum. Okulda öğrettikleri hayat bilgisi, fen bilgisi, ilerleyen yıllarda fizik ve fizik uygulamaları, sürtünmesi önemsenmeyen düzenekler, hunharca paslanmış palangalar hiçbir işime yaramıyordu. Müfredatı Jules Verne hazırlasaydı, belki de şu an kapının yanında emekli olmayı bekleyen evrak dolabıyla akşama kadar bakışmak yerine başka bir yerde olurdum.

Bahane bulmak konusunda, viyana teknik üniversitesi’nden doktoram var. Başıma gelen her şeyin öznesi değil de nesnesi gibi, kadere inanmaktan başka bir yolu olmayan semavi din müptelası gibi davrandığım da oldu fakat yaşım otuzu az biraz geçmişken kötü durumlardan nasıl kurtulacağımı, boynumda kravat varken kambur balinalarla kuzeye nasıl göç edeceğimi, ısrarla çalan telefonları nasıl duymazdan geleceğimi ve insanların arkasından konuşmayı huy edinmiş başka insanları kafaya nasıl takmayacağımı biliyorum. Word, bir önceki cümleye “çok uzun tümce” uyarısı verdi. Tekrar okudum ve pek sıkıntı göremedim, şimdi de uzun tümcenin tüm katarlarının altında yeşil ve dalgalı bir çizgi var, “bir nokta koy bari hayvanadam” diye uyarı verirse, farklı kaydeder çıkarım. Teknoloji hayatımıza çok fazla müdahale etti, şarjım dolmadan evden çıkmaz oldum. Dişlerimi fırçalamayı unuttuğum geceler oldu ama telefonu şarja koymadan uyuduğum görülmedi.

Hayal kurmak karın doyurmuyor, yatacak yer de vermiyor; o yüzden çalışıyor, bedenimin ihtiyaçlarını karşılamanın türkiye’de bilinen en kolay yolu olan memurluktan devam ediyorum. Her zaman tembel bir insandım, çalışarak müreffeh yarınlara ulaşacağımı düşünmedim. Son gece yapabileceğim şeyler için kendime bir hafta eziyet etmedim. Her şeyi tamamlamaya çalışmak yerine, “olduğu kadar artık, canımı alacak değiller” savunmasını geliştirdim. Plan, kesit ve görünüş çizdiysem; maketi de yapmayıverdim. O yüzden yüksek ortalama ile mezun olamadım, olsaydım da pek bir işe yarayacağını düşünmüyorum. İnsanlar, çok büyük yanılgıları mutlak doğrular zannedip hayatlarını mahvediyor. Kesin olan neredeyse hiçbir şey yok Jules Verne’nin muazzam bir yazar olması ve yerçekimi ivmesinin haddinden fazla olması haricinde. 9.8 değil de 4-5 olsa yine de şikayet ederdim. belki de tarihin en başlarında, üşengeç bir peygamber zamanında 26 m/s^2 idi ve göğe yükselip tanrıyla beyin fırtınası yaptığı bir anda, bunu 9.8’e indirdi çetin pazarlıklarla. Bunun böyle olmadığını nereden biliyoruz? Namaz vakitleri de elli imiş, pazarlık sünnettir lafının kökeni de oradan gelirmiş. Tanrı hepimizi çok seviyor, okuyalım diye kitaplar gönderiyor ama yine de Jules verne’i tercih ederim. Kaptan nemo ile kadeh kaldırıp denizler altında yirmi bin fersah’tan dalar; bay fox’un ingiltere’ye döndüğü ve dünya turu’nu 81. günde tamamladığını düşündüğü için kendini eve kapattığı o hayal kırıklığından çıkarım. Karısının adı audi’yi andırırdı, muhtemelen auda. Uşağı da paspartou olsa gerek. Aç kalmışım, susuz kalmışım ama yirmi sene önce okuduğum kitaplar beni hiç terk etmemiş, ne güzel.

En başta da dediğim gibi, yeni bir yeri ya da insanı yarım yamalak keşfetmek yerine hep aynı yere döner ve hep aynı insana, kendime bakarım. Olimpos’un sağda yükselen yıkık kalesi ve bu yıkıntıların üzerine inşa ettiğim benliğim, bildiğim en iyi yerdir. Hariçten gazel okuyacağıma, içeriden bilgi sızdırırım.


2 yorum:

Adsız dedi ki...

hep var olasın tuborger.

Adsız dedi ki...

ışığın savaşçısı'nın el kitabı-paulo coelho okudun mu?