Ucuzundan beyaza boyanmış, üç
ranza altı dolaplı yurt odasıyla hemen hemen aynı büyüklükte yirmi metrekarelik
bir odadayım. Birbirinden dönem olarak haberi olmayan üç masa, pembesi kaçmış
eski koltuklar ve yazım hatasıyla süslenmiş birkaç yerel gazete var. Geçerken
uğramış gibi gözüken evrak dolabı ise hemen kapının yanında. Arkamı dönünce
kaçacakmış gibi fakat onu zorla tutmuyorum, gitmek isterse gitsin. Yerel seçimlerden
sonra çalıştığım yer değişti, bilgisayarımı kucakladığım gibi yeni yerime
geldim. Bihaber masalardan birisini bana verdiler, üçlü prizin ikisine kasa ve
monitörün fişini taktıktan sonra artık internet bağlantısı olmayan çorak
bilgisayarımı açtım. Birkaç ufak çizim işi varmış, yeni görevim sadece ve
sadece projeymiş. Hayhay dedim, zaten hayhay demeyeli uzun zaman olmuştu.
Sessiz kaldım, ellerim çalıştı; ne isterlerse donuk bir gülümsemeyle tamam
dedim, hallederiz. İnsanla anlaşabilmek yerine dünyanın tüm kesitlerini bir
çırpıda çizmeye hazırım; vatandaşla boğuşmak yerine elimde metreyle tüm çölleri kağıda aktarmaya da hayır demem. Benimle nesneler arasında geçsin her şey,
ikinci bir özneyle pek geçinemiyorum çalışırken.
Tüm birimler yeniden yapılanır ve
yeni insanlar yeni unvanlar peşinde koşarken ben bir kenara geçip onları
izledim. önceden yabaniliğim tuttuğunda dersten kaçar kütüphaneye sığınırdım, Gabriel Garcia Marquez bana Macondo’da geçen tuhaf hikayeler anlatırdı; şimdi
ayın 15’inde yatan maaşımla seviyeli birlikteliğimiz olduğundan bir yere kaçmak
yerine sessiz kalıp evcil hayvanımmış gibi ruhumu gezdiriyorum.
Geçen hafta kırmızı bir vosvos
minibüsün, kırmızı bir deniz bisikletinin elli metre ötesinde, çıralı’da durup
yüzünü olimpos’a döndüğü ve benim de şans eseri orada olduğum an, hayatımın
birkaç dakikalık özeti gibiydi. Berrak bir şimdinin ortasında dikilirken, aynı
anda hem geçmişte hem de gelecekteydim. Kırmızı deniz bisikleti beni 25 eylül
2011’e götürdü; ailecek geçirdiğimiz son gündü, dayım da vardı. biraz açılmış,
sonra da deniz bisikletinde bira içmenin ne güzel olacağını düşündükten sonra
kardeşimle yakındaki marketten bir poşet bira almaya gitmiştik. Eylülün
sonunda, yazdan kalma sıcak bir günde, dayım ve babam pedal basıp annem de
öndeki küçük güvertede biraz uzanırken, biz de ayaklarımızı suya daldırmış ve
denizin dibini izlemiştik. Herkese yetecek bira vardı, herkese fazla gelecek
bir acının varmasına ise iki gün kalmıştı. Felaket yoldaydı fakat biz
bilmiyorduk, güneşli pazar öğleden sonralarımız sonsuza kadar devam edecek
zannediyorduk. Kaza iki gün sonra oldu, Çağlar beş gün sonra gitti. Diğer pazar
günü ise evin önündeki plastik beyaz sandalyelerde oturuyor ve yere,
ayaklarımızın ucundaki sonsuz boşluğa bakıyorduk. Yeni bir gerçek, her şeyi
yıkarak tek başına dikilmişti. Bitmez sandığım her şey bitmişti.
Çaycı, sadece boş bardakları
bulmak için özelleşmiş gözleriyle odanın içinde dolaşırken, radyosu olan yeni
iş arkadaşımın masasından da sezen aksu, kaybolan yıllar söylüyor. Kaybolan
yıllar benim değil, okulları bitirip askerliği aradan çıkartmam zaten yirmi
yedi yılımı aldı. Özel sektör şamarını üç dört sene yedikten sonra sözleşmeli
olarak belediyeye girdim iki sene önce. Memurluğumun beşinci ayında kuzeyli bir
kızla tanıştım; beyaz tenli, kızıl saçlı ve yeşil gözlü olması yetmiyormuş gibi
bir de bu gözler çekikti. İki haftada bir pencere kenarında uyur ve uyanınca da
onu görürdüm. Eskişehir sabahları öyle soğuk olurdu ki, insanın iç organları
trampet çalardı ama Ceren gülünce ısınırdım, onunsa gözleri kaybolurdu; ben
antalya’ya dönmek için otobüse binince bu sefer ağlamaktan gözleri kaybolurdu.
Bu gözler gözyaşıyla kaybolmasın artık dedik, 2013’ün ilk ayında nişanlandık.
Aynı evde uyanalım, aynı koltukta televizyonun karşısında uyuyakalalım, pazar akşamları ben otogarları havaya uçurmak
istemeyeyim dedik; 2013’ün onuncu ayının beşinci gününde de evlendik.
Sözleşmeliler fazla sözleşmesin, saçları başları dağılmasın, otursun oturduğu
yerde diyen devlet de beni kadroya aldı. Cumartesi çalışmaktan nefret edip bunu
yeterince yazıya döken bir şövalye olarak, memurluk nişanıyla ödüllendirildim.
Cumartesileri bir masanın ardında pasif intihar teşebbüsleriyle ölmek yerine,
kendimi dağlara vurdum.
Gelidonya Feneri beni kendime
getirdi, Akdağ’ın karla kaplı yamaçlarında sonsuz bir beyazlığın sırtında
ilerledim. Maden koyunun patikasından devam edip Çıralı sahili’ne soldaki
tepeden indim. Kardeşimi nereye gitsem götürdüm, ben nereye gitsem o zaten
orada beni bekledi. Hayat dediğin bir nefeslikti, o bu nefesi her şeyden çok
istediği yamahasının üzerinde verdi. Zamanda ilerlemek de beni ona hep daha çok
yaklaştırdı. Kardeşime dün olduğumdan daha yakın, yarın olacağımdan da daha
uzak olduğuma inandım.
Kapı pencere metrajı mı ne
varmış, üç günlük işi pazartesinin ilk iki saatinde bitirip kendime büyük beyaz
boşluk yarattım; şimdi de on dört ay aradan sonra bu boşluğu kelimelerle
doldurmaya çalışıyorum. Yazmaya hiç bu kadar ara vermemiştim, ortaokulun
anlatılmaya değmez ve bir başkasınınkinden farklı olması neredeyse imkânsız o
günlerinde bile elimin altında bir günlüğüm olmuştu. Lisede devam etmiş, üniversitede
bunu hastalık haline getirmiş ve sonrasında da hayatımı yazdıklarım üzerinden
şekillendirmeye başlamıştım. Ceren beni, istanbul’da her sabah işe giderken
kızıl saçlı bir kıza yazdığım kaside üzerinden bulmuştu ki kızın saçları
boyalı, gözleri de lensti, sadece imgesine dizmiştim o satırları. Cumartesi
düğününe gittiğim ve yarın yokmuş gibi içtiğim Hasan Ali’yi de dört kişilik
minik bir sözlük zirvesinde, yaratılışa saygı çerçevesinde Adem baba’nın
meyhanesinde benimle kadeh kaldırırken, bir büyük bitince ellilik söylerken, sonra
bir küçük ile son noktayı koyduğumuzu zannedip en sonda da marketten kırmızı
tuborg alıp kendimizi yok etmeye çalışırken tanımıştım. İçince iyi içerdim
fakat bu adamda, şeytana bile tamam artık içmeyin dedirtecek bir şeyler vardı.
Dedirtme kudreti bu herife bahşedilmişti ki tanımamış olmadan bu hayattan
geçsem eksik kalırdım.
Kırmızı deniz bisikleti ile
tepeden pencereli minibüsün arasında durup da denizi izlerken, yüzünü olimpos’a
dönmüş kırmızı vosvosun kapısı yana kaydı ve içinden, sakallarına ak düşmüş
esmer bir adam inip bana doğru yürümeye başladı. az astigmat gözlerimi kısıp
görüntüyü netleştirmeye çalıştım fakat parlak güneş, adamın yüzünü seçmemi engelledi.
Yarım asırlık gibi gözüken adamın elinde iki tane kırmızı kutu, üzerinde de
eski bir forma vardı. Yanıma gelince elindeki kutulardan birisini bana uzattı
ve yüzümüzü denize dönüp ilk yudumları aldık. Minibüsün çatısındaki paneller
biraları iyi soğutmuştu. Ceren’in nerede olduğunu sordum, tepe penceresinin
altındaki yatakta uyuduğunu ve uyumayı hala çok sevdiğini ama istersem
uyandırabileceğini söyledi. Uyandırmaya kıyamadım, yirmi sene sonra bile orada
olduğunu bilmek bana yetti. Yerime öp küçük kızıl saçlarının kenarından dedim,
tamam dedi. Biralar bittikten sonra kıyının elli atmış metre açığında kırmızı
bir deniz bisikleti gördüm, gözlerimi kısıp üzerindekileri seçmeye çalışırken
yirmi sene sonraki halim cebinden gözlüğünü çıkarıp uzattı. Askerde göz muayenesinde
gözlerimin bozuk olduğu ortaya çıkmış ve ordunun hesabından kendime bir gözlük
almıştım fakat görünüşe bakılırsa üşengeçlikten değiştirememiştim.
Gözlüğü takıp bata çıka ilerleyen
kırmızı deniz bisikletine bir kez daha baktım, beş kişilerdi. Babam ve dayım
pedal basıyor, annem deniz bisikletinin önünde uzanıyordu. Ben de kardeşimle
birlikte ayaklarımı suya sarkıtıp denizin dibini izlerken bira içiyordum.
4 yorum:
Hoşgeldin Mies! Lanet bir pazartesi mesaisini doldurmaya çalışırken içimden bir ses dürttü ve bloguna bakayım dedim. Gelecekteki halin içimin sıkıntısını aldı götürdü. Tekrar hoşgeldin...
sen hep yaz abi insana yaşadığını hissettir
Yazını görünce nasıl sevindim, okuyunca düğüm düğüm olsa da boğazım... Umarım kalıcısındır, yerine hiç dokunmadık, olduğu gibi duruyor, hoş geldin! :)
Sen yaz Mies, tanıdık kelimeler kendini bu kadar özletmemeli.
Yorum Gönder