5 Mayıs 2014 Pazartesi

here, there and everywhere

Ucuzundan beyaza boyanmış, üç ranza altı dolaplı yurt odasıyla hemen hemen aynı büyüklükte yirmi metrekarelik bir odadayım. Birbirinden dönem olarak haberi olmayan üç masa, pembesi kaçmış eski koltuklar ve yazım hatasıyla süslenmiş birkaç yerel gazete var. Geçerken uğramış gibi gözüken evrak dolabı ise hemen kapının yanında. Arkamı dönünce kaçacakmış gibi fakat onu zorla tutmuyorum, gitmek isterse gitsin. Yerel seçimlerden sonra çalıştığım yer değişti, bilgisayarımı kucakladığım gibi yeni yerime geldim. Bihaber masalardan birisini bana verdiler, üçlü prizin ikisine kasa ve monitörün fişini taktıktan sonra artık internet bağlantısı olmayan çorak bilgisayarımı açtım. Birkaç ufak çizim işi varmış, yeni görevim sadece ve sadece projeymiş. Hayhay dedim, zaten hayhay demeyeli uzun zaman olmuştu. Sessiz kaldım, ellerim çalıştı; ne isterlerse donuk bir gülümsemeyle tamam dedim, hallederiz. İnsanla anlaşabilmek yerine dünyanın tüm kesitlerini bir çırpıda çizmeye hazırım; vatandaşla boğuşmak yerine elimde metreyle tüm çölleri kağıda aktarmaya da hayır demem. Benimle nesneler arasında geçsin her şey, ikinci bir özneyle pek geçinemiyorum çalışırken.

Tüm birimler yeniden yapılanır ve yeni insanlar yeni unvanlar peşinde koşarken ben bir kenara geçip onları izledim. önceden yabaniliğim tuttuğunda dersten kaçar kütüphaneye sığınırdım, Gabriel Garcia Marquez bana Macondo’da geçen tuhaf hikayeler anlatırdı; şimdi ayın 15’inde yatan maaşımla seviyeli birlikteliğimiz olduğundan bir yere kaçmak yerine sessiz kalıp evcil hayvanımmış gibi ruhumu gezdiriyorum.

Geçen hafta kırmızı bir vosvos minibüsün, kırmızı bir deniz bisikletinin elli metre ötesinde, çıralı’da durup yüzünü olimpos’a döndüğü ve benim de şans eseri orada olduğum an, hayatımın birkaç dakikalık özeti gibiydi. Berrak bir şimdinin ortasında dikilirken, aynı anda hem geçmişte hem de gelecekteydim. Kırmızı deniz bisikleti beni 25 eylül 2011’e götürdü; ailecek geçirdiğimiz son gündü, dayım da vardı. biraz açılmış, sonra da deniz bisikletinde bira içmenin ne güzel olacağını düşündükten sonra kardeşimle yakındaki marketten bir poşet bira almaya gitmiştik. Eylülün sonunda, yazdan kalma sıcak bir günde, dayım ve babam pedal basıp annem de öndeki küçük güvertede biraz uzanırken, biz de ayaklarımızı suya daldırmış ve denizin dibini izlemiştik. Herkese yetecek bira vardı, herkese fazla gelecek bir acının varmasına ise iki gün kalmıştı. Felaket yoldaydı fakat biz bilmiyorduk, güneşli pazar öğleden sonralarımız sonsuza kadar devam edecek zannediyorduk. Kaza iki gün sonra oldu, Çağlar beş gün sonra gitti. Diğer pazar günü ise evin önündeki plastik beyaz sandalyelerde oturuyor ve yere, ayaklarımızın ucundaki sonsuz boşluğa bakıyorduk. Yeni bir gerçek, her şeyi yıkarak tek başına dikilmişti. Bitmez sandığım her şey bitmişti.

Çaycı, sadece boş bardakları bulmak için özelleşmiş gözleriyle odanın içinde dolaşırken, radyosu olan yeni iş arkadaşımın masasından da sezen aksu, kaybolan yıllar söylüyor. Kaybolan yıllar benim değil, okulları bitirip askerliği aradan çıkartmam zaten yirmi yedi yılımı aldı. Özel sektör şamarını üç dört sene yedikten sonra sözleşmeli olarak belediyeye girdim iki sene önce. Memurluğumun beşinci ayında kuzeyli bir kızla tanıştım; beyaz tenli, kızıl saçlı ve yeşil gözlü olması yetmiyormuş gibi bir de bu gözler çekikti. İki haftada bir pencere kenarında uyur ve uyanınca da onu görürdüm. Eskişehir sabahları öyle soğuk olurdu ki, insanın iç organları trampet çalardı ama Ceren gülünce ısınırdım, onunsa gözleri kaybolurdu; ben antalya’ya dönmek için otobüse binince bu sefer ağlamaktan gözleri kaybolurdu. Bu gözler gözyaşıyla kaybolmasın artık dedik, 2013’ün ilk ayında nişanlandık. Aynı evde uyanalım, aynı koltukta televizyonun karşısında uyuyakalalım,  pazar akşamları ben otogarları havaya uçurmak istemeyeyim dedik; 2013’ün onuncu ayının beşinci gününde de evlendik. Sözleşmeliler fazla sözleşmesin, saçları başları dağılmasın, otursun oturduğu yerde diyen devlet de beni kadroya aldı. Cumartesi çalışmaktan nefret edip bunu yeterince yazıya döken bir şövalye olarak, memurluk nişanıyla ödüllendirildim. Cumartesileri bir masanın ardında pasif intihar teşebbüsleriyle ölmek yerine, kendimi dağlara vurdum.

Gelidonya Feneri beni kendime getirdi, Akdağ’ın karla kaplı yamaçlarında sonsuz bir beyazlığın sırtında ilerledim. Maden koyunun patikasından devam edip Çıralı sahili’ne soldaki tepeden indim. Kardeşimi nereye gitsem götürdüm, ben nereye gitsem o zaten orada beni bekledi. Hayat dediğin bir nefeslikti, o bu nefesi her şeyden çok istediği yamahasının üzerinde verdi. Zamanda ilerlemek de beni ona hep daha çok yaklaştırdı. Kardeşime dün olduğumdan daha yakın, yarın olacağımdan da daha uzak olduğuma inandım.

Kapı pencere metrajı mı ne varmış, üç günlük işi pazartesinin ilk iki saatinde bitirip kendime büyük beyaz boşluk yarattım; şimdi de on dört ay aradan sonra bu boşluğu kelimelerle doldurmaya çalışıyorum. Yazmaya hiç bu kadar ara vermemiştim, ortaokulun anlatılmaya değmez ve bir başkasınınkinden farklı olması neredeyse imkânsız o günlerinde bile elimin altında bir günlüğüm olmuştu. Lisede devam etmiş, üniversitede bunu hastalık haline getirmiş ve sonrasında da hayatımı yazdıklarım üzerinden şekillendirmeye başlamıştım. Ceren beni, istanbul’da her sabah işe giderken kızıl saçlı bir kıza yazdığım kaside üzerinden bulmuştu ki kızın saçları boyalı, gözleri de lensti, sadece imgesine dizmiştim o satırları. Cumartesi düğününe gittiğim ve yarın yokmuş gibi içtiğim Hasan Ali’yi de dört kişilik minik bir sözlük zirvesinde, yaratılışa saygı çerçevesinde Adem baba’nın meyhanesinde benimle kadeh kaldırırken, bir büyük bitince ellilik söylerken, sonra bir küçük ile son noktayı koyduğumuzu zannedip en sonda da marketten kırmızı tuborg alıp kendimizi yok etmeye çalışırken tanımıştım. İçince iyi içerdim fakat bu adamda, şeytana bile tamam artık içmeyin dedirtecek bir şeyler vardı. Dedirtme kudreti bu herife bahşedilmişti ki tanımamış olmadan bu hayattan geçsem eksik kalırdım.

Kırmızı deniz bisikleti ile tepeden pencereli minibüsün arasında durup da denizi izlerken, yüzünü olimpos’a dönmüş kırmızı vosvosun kapısı yana kaydı ve içinden, sakallarına ak düşmüş esmer bir adam inip bana doğru yürümeye başladı. az astigmat gözlerimi kısıp görüntüyü netleştirmeye çalıştım fakat parlak güneş, adamın yüzünü seçmemi engelledi. Yarım asırlık gibi gözüken adamın elinde iki tane kırmızı kutu, üzerinde de eski bir forma vardı. Yanıma gelince elindeki kutulardan birisini bana uzattı ve yüzümüzü denize dönüp ilk yudumları aldık. Minibüsün çatısındaki paneller biraları iyi soğutmuştu. Ceren’in nerede olduğunu sordum, tepe penceresinin altındaki yatakta uyuduğunu ve uyumayı hala çok sevdiğini ama istersem uyandırabileceğini söyledi. Uyandırmaya kıyamadım, yirmi sene sonra bile orada olduğunu bilmek bana yetti. Yerime öp küçük kızıl saçlarının kenarından dedim, tamam dedi. Biralar bittikten sonra kıyının elli atmış metre açığında kırmızı bir deniz bisikleti gördüm, gözlerimi kısıp üzerindekileri seçmeye çalışırken yirmi sene sonraki halim cebinden gözlüğünü çıkarıp uzattı. Askerde göz muayenesinde gözlerimin bozuk olduğu ortaya çıkmış ve ordunun hesabından kendime bir gözlük almıştım fakat görünüşe bakılırsa üşengeçlikten değiştirememiştim.

Gözlüğü takıp bata çıka ilerleyen kırmızı deniz bisikletine bir kez daha baktım, beş kişilerdi. Babam ve dayım pedal basıyor, annem deniz bisikletinin önünde uzanıyordu. Ben de kardeşimle birlikte ayaklarımı suya sarkıtıp denizin dibini izlerken bira içiyordum.


4 yorum:

Adsız dedi ki...

Hoşgeldin Mies! Lanet bir pazartesi mesaisini doldurmaya çalışırken içimden bir ses dürttü ve bloguna bakayım dedim. Gelecekteki halin içimin sıkıntısını aldı götürdü. Tekrar hoşgeldin...

Adsız dedi ki...

sen hep yaz abi insana yaşadığını hissettir

Adsız dedi ki...

Yazını görünce nasıl sevindim, okuyunca düğüm düğüm olsa da boğazım... Umarım kalıcısındır, yerine hiç dokunmadık, olduğu gibi duruyor, hoş geldin! :)

Nalanca dedi ki...

Sen yaz Mies, tanıdık kelimeler kendini bu kadar özletmemeli.