marcus aurelius'un kendime düşünceler adlı meşhur kitabı aradan geçen 1845 yıl boyunca epey satınca, ikincisini yazmayı ve hazır şöhretten, kurulu düzenden nemalanmayı düşünmedim değil. yazarı 17 mart 180 yılından beri ortalıkta yok, ölümden sonra hızlıca unutulacağını düşünmüştü fakat bu konuda yanıldı. diğer söylediklerine ise tamamen katılıyorum, kafamda uzun senelerdir demlenen fakat dağarcığım yetmediği için tam ifade edemediğim düşünceler aslında marcus'un kitabında çoktan yazıyormuş. bunu öğrenmem neredeyse kırk senemi aldı. kendimi hiçbir akıma ait görmezken, süzme bir stoacı olduğumu, stoa'nın damarlarımda aktığını ve benden stoa'yı alsalar geriye sadece karkas et kalacağını fark ettim. karkas etimi yıllarca dinlendirmek, kekik ve zeytinyağı ile marine etmek ve sonra da yüksek ateşte mühürlemek istedim. kendi etimle ve kanımla bir dolunay gecesinde ziyafet çekmek, sonra da diğerleri gibi yok olup gitmek içimden geçti.
içim geçmiş...
----
üstteki satırları haftalar önce yazmaya başladığımda, işler bu kadar çığrından çıkmamıştı. her şey yolundaydı fakat yol o kadar da güzel değildi. siyasal islamcıların canına okuduğu bu topraklar, adeta bir yatırın üzerine inşa edilmişçesine ne tam batıyor ne de tam çıkıyordu. bir bakıyorsun boğuluyor, nefes almakta zorlanıyor bir bakıyorsun güzel mavi bir göğün altında yaşamanın tadını çıkarıyorduk.
kafasını şevk ve şehvetle sallayan bir muhabbet kuşunun videosunu büyük bir coşkuyla izlediğim bir perşembe sabahıydı. ertesi hafta işe gitmek yerine dışarda olmayı ve fosforlu yeşil bir muhabbet kuşu gibi sağa sola koşturmayı istedim. yıllık iznimi kemirmeye ve ondan ufak parçalar koparmaya henüz başlamamıştım. dükkandaki sıkıntılı işler ve işlemler yüzünden sinirlerim hafiften bozulmuş, sağ gözüm ise seğirmeye yıllar önce kaldığı yer neresiyse oradan devam etmişti.
içinde esnaf olmayan esnaf lokantasında öğlen yemeğimi yerken, likya yolunun çağrısına daha fazla direnç göstermedim. patikalar bizi beklerdi fakat biz kimdik? willy'i aradım ve haftaya yürüyeceğimizi söyledim. anaksogaras'tan sonra urla'da yaşayan ilk filozoftu, nihilistti ama bunu aşırı içmediği sürece itiraf etmezdi. çalıştığı yerden, siyasi partilerden, birim amirlerinden, yeni bir şey almaktan, arabalardan, sosyal ilişkilerden ve bunun gibi bir çok şeyden hoşlanmazdı. nihilistten ziyade nihilizmin et ve kemikten bir heykeli gibiydi ama beni dinlerdi. haftaya yürüyoruz dediğimde ikiletmedi, planları çok detaylandırmaya gerek kalmadan, sadece çamların arasında denizi yer yer gören patikalarda, sırt çantamızda biralarla yürümenin tadını ikimiz de çok iyi bilirdik.
willy ertesi salı geldi, cumartesi sabah ise geri döndü. dört gün dört rotanın canına okuduk, gizli bir mağaraya hislerimizle ulaşmayı başaramayınca, o mağaraya ulaşmış insanların çektiği videolardan rota analizi yaptık. kayıp dediğimiz mağaranın tam üstünde durup mağarayı aramışız. kayıp cennet, ayaklarımızın altındaymış. demek ki bazen etrafa bakınmayı kesip neyin üstünde durduğumuza dikkat etmeliyiz.
izin bittikten sonra, işe ve delirmiş ülkeye dönmem daha da sancılı oldu. sürekli haberleri izlemek, gündemi takip etmek, bir şeyler yapmaya çalışmak, öfkelenmek, iç sıkıntısı, bazen çaresizlik, bazen tünelin ucundaki ışık, iktidar hırsıyla ucubeye dönmüş yaşlıların ısrarı, çirkinleşmeleri, insanların adalet arayışı, ödediği bedeller derken haftalardır ip üstünde işini sevmeyen bir cambaz gibiyim.
marcus aurelius-kendime düşünceler'i okumak ve dünya üzerinde yeni bir şey olmadığını, her şeyin tekrarlanıp durduğunu görmek beni yatıştırdı. o sırada okuduğum kitapları, o sırada izlediğim filmlerde görmeyi seviyorum. küçük bir sihir gösterisi gibi.
doğduğum yıl vizyona giren mine'de, yüzyıllık yalnızlık bahsi geçiyordu. the holdovers'ta da kendime düşünceler. irvin yalom'un günübirlik hayatları son okuduğum kitaptı, kapağında ise yine marcus aurelius'tan alıntı vardı:
"hepimizinki günübirlik hayatlar. hatırlayanın, hatırlanandan farkı yok."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder