27 Ağustos 2010 Cuma

on the road

jack kerouac'ın on the road'unu ilk ne zaman duyduğumu bilmiyorum ama bunun 2004 öncesinde olduğuna eminim. hiçbir şehirde bulamadığım kitabı kadim dostum, beyoğlu sahaflar çarşısında bulmuştu. katmandu yollarıyla birlikte yıllar boyu aradığım iki kitaptan biriydi, o zamanlar ufaktım, daha beatnik ne demek onu bile bilmiyordum. ilk on sekiz sene düzenli ve başarılı bir öğrenci olmaktan fazlasını yapamadığım bir hayatım olmuştu ve sağdan soldan duyduklarımla bu hayatı biraz değiştirmeye çalışıyordum. her şey hakkında o kadar az bilgi sahibiydim ki, karşıma çıkan şeyleri genelde ilk kez görüyor oluyordum. yaşıtlarımdan epey geriydim, belki de ileriydim bilmiyorum. koordinasyon konusunda her zaman ciddi sıkıntılarım oldu, kendimi evrene göre konumlamak genelde kaybolmakla sonuçlandı.


on the road'ı ilk okuduğumda daha doğrusu okumaya çalıştığımda pek bir şey anlamamıştım, zihnim yolda olmak üzerine fazla fikir üretemiyordu. yakınsayamıyordum kitabı kendime, çok uzak geliyordu. sal paradise ve dean moriarty beni aralarına pek kabul etmiyorlardı. yolumuz fazla kesişmiyordu bu iki beatnikle, ben de kitabı raflara kaldırıp gündelik hayatıma devam ediyordum.

yola dair deneyimim ve serüvenlerim arttıkça, kitabın içine daha fazla girmeye başladım. o sahipsizliği ve sınırsız özgürlüğü az buçuk anlamaya başlamıştım sonunda. kıtayı boydan boya geçmek ne haddime, bir şehirden diğerine gitmek bile başarı sayılıyordu. öğrencilik, istediğim zaman istediğim yere gitmek konusunda epey yardımcı oldu ama yine de daha fazla yere gidebilirdim. kendime daha fazla şans tanıyabilirdim berduşluk konusunda. gençliğin büyüsü altında biraz daha uzağa gidip, oralarda kalabilirdim.


sekiz sene süren üniversite hayatımın üçü hiçbir şey yapmak istemediğim depresyonlarla ve insanlardan nefret etmekle, ikisi hem okuyup hem çalıştığım için posası çıkmış bir vücutla ayakta kalmaya gayret etmekle, bir senesi adam akıllı ders çalışmakla ve iki senesi de ne yaptığımdan tam olarak emin olmamakla geçti. 2001'in eylül ayında, ege üniversitesinde biyomühendislik okuyarak başladığım serüvenim, 2009 eylül'ünde yıldız teknik mimarlık'tan mezun olarak son buldu. lise hayatı boyunca beklediğim üniversite hayatım neredeyse koca bir fiyaskoydu, herkesinki gibi. ama ben fiyaskolar konusunda deneyimli olduğumdan bunu bir trajediye çevirmedim, sadece diplomamı almak ve okumaktan kurtulmak istedim.

gözetmen eşliğinde okumak ve sonra bu okuduklarımdan sınava tabi tutulmak bende onulmaz yaralar açtı, ekseriyetle kötü notlar aldım. sorulan sorular hakkında zerre fikrim olmaması karakterim oldu, genel kültürle ilerleyebildiğim kadar ilerledim. vizenin yüzde bilmem kaçını alacağını söyleyen hocalarımın hepsinden nefret ettim ve öğretmeye çalıştıklarına fazla dikkat edemedim.

dikkat eksikliğim başıma epey bela açtı, gerçeklikten aniden kopup dünyanın üzerinde defalarca turlamak rutinim oldu. insanların, bir sınava ya da fotokopilere neden bu kadar önem verdiğini pek anlamadım. onların arasında yürüdüm ve farklı olduğumu sandım. bazen gerçekten farklı olduğumu düşünüp mutlu oldum bazen de mutsuz. ne zaman nasıl olacağımı pek bilemediğimden, tanrıyı bile şaşırttım. bana dair planları varsa bile davranışlarımı görünce bundan vazgeçmiştir sanırım. bana pek yatırım yapmadı, oysa banka hesabıma biraz para yatırsaydı epey uzaklara gidebilirdim.


bütün bunlara rağmen yine de iyi gezdim, geziyorum, gezeceğim. gözlerimi dört açıp dünyaya bakacağım, canon 400d, 18-55 f 3.5 ve sevgilimin doğumgünümde aldığı 50 mm f 1.8 prime lensim ile alabildiğine dünyayı kaydedeceğim. belki günün birinde telefoto lens alacak kadar param olur, bunu bilemiyorum. son iki senedir, telefoto alacak kadar param hiç olmadı. paramın çok büyük kısmını kiraya yatırdım ve bu sayede evde kalabildim.

evde kalmak ve bir sürü eşya sahibi olmak zamanla beni öldürmeye başladı, sadece sırt çantam yeterliydi. tüm hepsinden kurtulmak epey can sıkıcı bir hale geldiğinde geçen sene bugünlerdeydim. evden sürekli bir şeyler atıyor, satabildiklerimi yok pahasına simsarlara satıyordum. bir şekilde sahip olduklarımdan kurtuldum ve kendimi yollara vurdum.

işte, hayatımın yolda diyebileceğim kısmı o zaman başladı. okulum, işim ve bakmam gereken insanlar yoktu. seneler öncesinden aldığım fakat ilk seferde fazla anlamadığım on the road, anlamını tam olarak o günlerde buldu. yola çıkarken yanıma alıyordum kitabı ve eş zamanlı iki yolculuğum oluyordu.

bunlardan birisi, sal ve dean'in 1940'ların sonunda amerika'da yaptıkları efsanevi yolculuktu; diğeri de benim gerçek zamanlı yolculuğumdu. bir sayfa kitap, bir sayfa ben. kitabın içine karışıyordum, bazen de kitaptakiler çıkıp hemen yanımdaki koltukta oturuyor ve bir şeyler içiyordu.

sayfalar ilerledikçe kendimi buluyordum, düşüncelerimin atmış sene önce başkaları tarafından paylaşıldığını görmek yalnız olmadığımı ve aslında yalnız olduğumu gösteriyordu. sırt çantamda on the road her zaman yerini buluyordu, bazen kitabın kapağını kaldırmadan geri döndüğüm yolculuklarda bile, bu iki kafadarın benimle birlikte olduğunu bilmek hoşuma gidiyordu.

şimdilerde tek aklımda olan ilerlemek, manyaklar gibi sarhoşlar gibi ilerlemek. nerede kaldığımın pek önemi yok, en son ne yediğimin de. aklım gidiyor yeni yerleri hayal ettikçe, şu anda avrupa'da yahut amerika'daki insanların varlığını hissettikçe.

birileri la sagrada familia'ya bakıyor şu an, başkası okyanus kenarında bira içiyor. guggenheim'in önünde kuyrukta bekleyenler, santorini'de canon 400d ile fotoğraf çeken birileri mutlaka vardır. illinois'deki crown hall'in önünde oturup, başka ülkelerden bahseden çiftler de vardır. londra belki yağmurludur ama roma'nın güneşli olduğuna neredeyse eminim.

şu anda bir sürü insan bir yerden başka bir yere giderken, ben de tek bir sırt çantasıyla dünyayı kat edeceğim günlerin umuduyla bunları yazıyorum.

kerouac'ın hayaleti, bana bunları yapacağımı söylüyor. jack'in hiçbir zaman yanılmadığını bildiğim için gülümsüyorum. hayalet de gülümsüyor.

Hiç yorum yok: