2 Eylül 2010 Perşembe

harekete özgürlük


her şey, kıçımı bilgisayarın karşısındaki koltuktan kaldırıp dışarıya çıktığım zaman hareketleniyor ve kendimi dünyayı yayan dolaşacak kadar güçlü hissediyorum. adımlarım yere sağlam basıyor, yollar yürüdükçe bitecekmiş gibi geliyor. hayat, ben dışarıdayken hızlanıyor ve renkleniyor. yürürken anlıyorum birçok şeyi, gözlerim dışarıdayken görmeye başlıyor. bilgisayarın başında gerçek bir serseme dönüştüğümü, bir iskeleden son gücümle zıplayıp deniz ile paralel olduğum zaman anlıyorum. fazla sürmüyor, birkaç saniyeliğine kendimi yel efendisi gibi hissediyorum. fotoğraflar uçtuğumu söylüyor fakat hemen akabinde yerçekimin insanı bıktıran ısrarı nedeniyle denize kavuşuyorum. günün birinde, tamamen uçacağıma inanıyorum. birkaç metre aşağıdaki deniz yerine yukarıya yükseleceğim, rüyada olduğumu bile zannedeceğim. uçarak gezmek istediğim bir sürü yer var ve yerçekimi ne yazık ki yakın zamanda iptal edilecek gibi durmadığından buraların üzerinde ne zaman dolaşacağımı pek bilmiyorum. balonla kapadokya turu güzeldi ama havadayken en keyif aldığım an 16 mayıs 2010'da gerçekleşti. 6f numaralı koltuğa oturdum, kemerimi bağladım ve pencereden kışla tarafına baktım. tüyler ürpertici bir andı, askerlikten kurtulmuştum. kamuflaj ve postal yoktu artık hayatımda, emredersiniz yoktu. mecburiyet yoktu, diyarbakır artık olmayacaktı. binlerce askeri ve karavanayı aşağıda bırakıp, bir kuştan bile özgür olduğum o eşsiz anı düşündükçe mutlu olurum. yeniden yaşanılası günler listemde ilk ondadır ( bu listeyi de yazmam lazım bi ara).



harekete özgürlük, gökyüzünden düşen mavi bir topu havada karşılamak için kumların üzerinde alabildiğine yükselmeyi de beraberinde getirir. önemli olan topa zamanında vurmaktır, sonrasında kumların üzerine düştüğünde çektiğin acının pek anlamı yoktur. fotoğraflar güzel anları saklar, acıları değil. iyi bir rövaşatanın anısı bir ömür sürerken, ciğerinde hissettiğin düşmenin etkisi birkaç dakika sonra kaybolur. önemli olan harekete geçmek ve fotoğraf karelerinde bunu saklamaktır. sürekli bir koltuğun üstünde oturduğun zaman bunun ne fotoğrafik bir değeri vardır, ne de sonradan hatırlayacağın güzel bir tarafı. binlerce gün çalışırsın, işleri yetiştirirsin, mailleri gönderirsin, mesai saatlerine riayet edersin, maaşın falan olur ama bunları yolun sonunda zinhar hatırlamazsın. daha fazla çalışsaydım keşke diyen bir insan henüz olmadığından önemli olan; hayatı güzel anlarla doldurmak ve deklanşöre basmaktır. hatırladıkların, güzel anlardan başkası olmayacaktır. 


belki de en ideali, günde dört saat çalışıp hayatı idame ettirecek kadar para kazandıktan sonra kendini yollara vurmaktır. belki de en idealinden bile daha da ideali: sadece yaz ve kış mevsimlerinde çalışıp, baharlarda dışarıda olmaktır. sonbahar her zaman güzeldir, esintiler ve sonrasında güneşin açtığı yağmurlar insanın ruhunu kutsar. ne çok sıcaktır, ne de çok soğuk. ortalıkta fazla insan da dolaşmaz, onların genelde tavan altında mesaileri olur. kumsallar boştur, yollar sakindir. herkes içinde gücündeyken, çocuklar sınıflarda teneffüs zilinin çalmasını beklemektedir. ilkbaharda ise, doğa tekrardan uyanır. dereler kış boyu yağmurlardan dolayı taşar, karlar hafiften erimeye başladığından sular soğuktur. binbir türlü ses gelirken kulaklarına, sadece telefon-fan-zil sesi duymazsın. ambulanslar şehirde kalmıştır, korna sesleri de. 

harekete özgürlük, kendini başka bir yerlere fırlatabilme becerisidir; bazen kumun üzerinde mavi bir topa, bazen iskeleden denize. bazen, kasımın başlarında antik kentin birisinde çantandan bira çıkarıp içersin bazen de yağmur geçişi nedeniyle sırılsıklam olursun. 

Hiç yorum yok: