27 Eylül 2010 Pazartesi

başka biralarla


tüm hayatım onulmaz tuborg sevdasıyla ve bu sevdayı bir yere kaydetmeye çalışmakla geçmedi tabii ki. çalıştığım barda efes vardı, musluktan bedava efes akardı ve kendimi alternatif bir cennette sanırdım. o zamanlar glikoz şurubu daha icat edilmemişti; o zamanlar tombul şişenin kendine has tadı vardı. tuborg pek piyasada gözükmese bile bunu çok sorun etmezdim. hele kalın camlı nefis arjantini kafaya dikmek ve çalışmaya öyle başlamak, iş hayatının tüm getirdiklerini, geldikleri gibi gönderirdi. herkesin içtiği bir ortamda da pek çalışıyormuşum gibi gelmezdi, bardakları yıkayan çocuk bile haftada iki kere sarhoş olduğu için ayık olmanın kimse tarafından önemsendiğini sanmıyorum. işte efes, 2002-2005 arası bar maceramın resmi içkisidir. tuborg'la iş görüşmesine gidip bir kasa birayla döndüğüm zamana kadar bedavaya içtiğim tek biradır. barda çalışmak güzeldi, karanlıktı ve müzik vardı. radiohead çalardım akşam çökerken, a hail to the thief'in yeni çıktığı zamanlardı. efes fıçılarını akşam üstü yuvarlardık içeriye doğru, cumartesi geceleri fıçı biramız tükenirdi ve bize daha az kar sağlayan şişeden devam ederdik. güzel günlerdi. hiçbir mimarlık ofisinden almadığım keyfi, bir rock barda aldığımı hatırladıkça içim biraz kararıyor ama olsun. belki günün birinde kendi barım olur, kendim tasarlar ve musluğun başına yine ben geçerim. bira tesisatının masalara kadar geldiği ve benzin istasyonundaki gibi ne kadar litre- ne kadar para göstergesinin müşteri tarafından saniyesinde takip edileceği gibi bir fikrim vardı. kuzenim, bunun ispanya'da zaten yapıldığını söyledi. bu fikrin ilk benim aklıma gelmesinin imkansızlığını bildiğimden gülümsedim, milyar tane insandık ve hemen hepimiz bir şeyler düşünüyorduk.



- hadi barda çalışırken efes diyordun da marmara gold içmişsin geçen hafta?

bir litrelik cam hem de. şampanya şişesi gibi sıralanmıştı bira dolabının altında, fiyatının da diğerlerinden aşağı kalır yanı yoktu. kendisine güveni tam olan şeylerden hoşlanırım, boğazından yakaladığım gibi aldım yanıma bu heyulayı. geçtiğimiz senelerde, bu istanbul'da evde kaldığım ve parasızlığı yaşam tarzım olarak kabul ettiğim günlere denk gelir, marmara gold tam olarak ay sonuna kadar idare etmenin içkisiydi. kırmızıdan yaklaşık bir lira daha ucuz olduğundan, ayda en az atmış liralık bir fayda sağlıyordu. bu atmış lira da, bir fatura ve bir aidat ediyordu ki, fatura cehenneminde hiç de fena değil. ama bir ayı bırak, bir hafta boyunca marmara'ya devam edemez hemen kırmızı lorda geri dönerdim. projelerim vardı, kutulardan duvar örecektim. piramit yapıp atalarıma selam gönderecektim. beş bin sene önce piramit inşaatında çalışırken 16 temmuz günü ölen köle n uor'un anısını yaşatacaktım evdeki anıtımda. marmara gold, bu misyonun arasında yine de kendisine iyi yer edinmişti. iki tane bir litrelikle birçok geceyi sabaha bağlardım. ensesi kalındı, bira olmasa rahatlıkla pehlivan olabilirdi.



bira serüvenim sadece tuborg'la sınırlı değil. bazen, çektiğim efes fotoğraflarını bir dosyaya koyup efes pilsen'e iş görüşmesine gittiğim takdirde neler olabileceğini düşünüyorum. işe alınma ihtimalim tuborg'a oranla daha yüksek olurdu muhtemelen. fakat misyonumdan şaşmak istemiyorum, blogun ismini ne yaparım o zaman? efesser mi? hayır bayım, teşekkür ederim. ben hiçbir işe yaramayan misyonumla ve kuru bir dalın üzerindeki kırmızı tuborg fotoğrafımla mutluyum.

Hiç yorum yok: