30 Eylül 2010 Perşembe

keşiş

onu ilk gördüğümde büyükçe bir heybe ve kararlı bakışlarla manastırın ana kapısından avluya girmiş, sağa sola bakınmadan hızlı sayılabilecek adımlarla da binaya doğru yürümüştü. bizlere hiç benzemiyordu, nereli olduğu da belli değildi. heybesinde sanki taş taşıyormuş gibi sol omzu hafiften çökmüştü. binaya girip birkaç saat kaldıktan sonra geri çıkmıştı. hiçbir yere bakmayan tuhaf bir adamdı, yaşı sanırım otuza yaklaşıyordu. attığı adımlardan daha önemli bir şeyleri kafasında tartıyor gibi, dudakları ara sıra sanki bir tekerlemeyi tekrar edermiş gibi gözüküyordu. belki de dua okuyordu bilmiyorum. o zamanlar on dört yaşımdaydım ve ailemi benden alan o talihsiz kazadan sonra, bana bakacak kimse kalmayınca mecburen manastıra çıkmıştım. hayatımın geri kalanı bu sarp yamaçta geçecekti, tüm her şeyimi benden alan dünya'ya bir daha inmeyecektim. benim dünyam taş bir avludan ibaretti artık, elimden bir şey gelmezdi. suskunluğumu yaşayabileceğim tek yer burası vardı ve kimse, ben istemedikten sonra konuşmaya çalışmayacaktı. hayata karşı duyduğum kin geçecek gibi değildi, kuzey rüzgarı suratıma çarparken bile içimdeki hedefsiz öfke beni sıcak tutuyordu.

otuz yaşındaki adam manastıra geldiğinde ve hiç kimseye bakmadan binaya yürüdüğünde, en uzaktaki kayanın tepesinde benliğimi unutmaya çalışıyordum. bazen ağırlaşan vücudumu kayanın üzerinde bırakıp bir atmaca gibi yamaçtan aşağı süzülüyor, gerçekten uçtuğumu zannedip gözlerimi açtığımda ise kendimi yeniden kayanın üzerinde görünce epey şaşırıyordum. rüzgarın kanatlarımın arasından süzüldüğünü bile hissediyordum oysa. belki bir ömür boyunca sürecek eğitimimin sonunda, tüm bedenimi geride bırakıp daha yükseklere çıkabilirdim. kimsenin bilmediği bir yuvam olur ve her şeyimi benden alan dünya'ya biraz daha tepeden bakabilirdim.bu kinin beni bitireceğini ve küle dönüştüreceğini söyleseler de pek umursamıyordum...

ağır heybesiyle binadan çıkıp benim kayama doğru yaklaştığında, onu yakınımda istemediğimi yüzüme döktüm. kafasını bile kaldırmadan yanımdan geçip gitti. benim orada olduğumu fark ettiğini sanmıyorum, başka bir yerden gelmişti ve nereye geldiğini pek de umursuyor gözükmüyordu. gözlerimi üzerine diktim, ne yapmaya çalıştığını anlayamıyordum. daha tehlikeli bir kayanın üzerine tırmandı, heybesini boynundan çıkarıp yanına koydu ve gülümsemeye başladı. gökyüzünü taradı, sanki bir şey bekliyormuş gibiydi. heybesini yavaşça açtı, büyükçe kırmızı bir havlu çıkarıp kayanın üzerine serdi. havlunun üzerine bağdaş kurdu. elini heybesinin içinde dolaştırdıkça yüzündeki gülümseme, huzurla karışıyor ve benim daha önce görmediğim bir ifadeye dönüşüyordu. sonunda araması bitti, elinde lacivert kapaklı büyük bir kitap tutuyordu. kitabın kapağı üzerinde parmaklarını gezdirdi, gözlerindeki parıltıyı uzaktan bile seçebiliyordum. kitabı iki eliyle tuttu, nefes almayı bırakmış gibiydi. dudakları son kez kıpırdadı ve kitabın kapağını kaldırdı. kutsal bir kitaptı sanırım, daha önce böyle bir gelenek görmemiştim. manastırda kitaplardan ziyade suskunluğa dair öğretilerimiz vardı ve bunu kelimelerle ifade edemez, bir yere de çizemezdik.

heybeli adam kitabın içine girecek gibiydi, çevrede hiç ses yoktu. rüzgar, bazen kayaların arasında sıkışıyor ve ıslık çalıyordu. bazen de, uzakta kanatlarını çırpan bir atmacanın sesini taşıyordu. içimdeki hedefsiz öfke yerini bu sonradan gelene olan merağa bırakmıştı. ne okuyordu ve bu kadar eğlenceli olan neydi? yanına gidip sorsam bile beni duyacak gibi değildi hem dilimizi bildiğini bile sanmıyordum. 

haftalar boyunca o kayanın üzerine geldi, büyük kırmızı plaj havlusunu çıkarıp serdikten sonra bağdaş kurdu. kitabın kapağının üzerinde parmağını gezdirip bir şeyler mırıldandıktan sonra hep aynı sırayı takip etti. ve bir gün geldiği gün olduğu gibi sessizce geri gitti.

bu kitabın ne olduğunu ve yabancının neden geldiğini, suskunluğumuzu birkaç cümleyle bölmenin izin verildiği yirmi bir yaşıma kadar öğrenemedim. sorsam bile cevap alamayacağım tam yedi senem olmuştu, her gün için bir cevap uydurmuştum kendime. birisinden birisi mutlaka tutacaktı ve öğrenme zamanım sonunda gelmişti. o adamı kayanın üzerine getiren ve sessizlik içinde kitaba gömülmesini sağlayan şey neydi?

büyük usta, o kitabın "otostopçu'nun galaksi rehberi" adlı tuhaf bir kitap olduğunu, adamın ise sakince kitap okumaktan başka hiçbir amacı olmayan fakat çevresinin baskısı nedeniyle bu huzuru bir türlü bulamayıp manastıra sığınan bir batılı olduğunu ekledi. o kitabı benim okuyup okuyamayacağımı merak ettim. batılıyı benim nefret ettiğim dünya'nın uzak ve yüksek bir köşesine taşıyorsa; bana da belki bu dünya'yı terk etme imkanı verebilirdi. büyük usta cevabını tam verecekken, tuhaf ve büyük bir cisim tepesinde belirdi. o kadar hızlı gelmişti ki, sesini bile duyamamıştık. gökyüzünde asılan bu anlamsız şeyin kapısı açıldı ve içerisinden uzun birisi indi. insana benzemiyordu. bana doğru uzayan merdiveni büyüleyiciydi, ne ben bir yere kaçabildim ne de büyük usta.

yanıma iyice yaklaştı ve adımı söyledi. bu yıllar boyu kullanmadığım ve ailemden kalan isimdi. kafamı onaylarcasına eğdim, tuhaf yaratık biraz bekledi ve;

"sen tam bir gerizekalısın, ergenin tekisin. bir hiç uğruna yaşıyorsun" dedikten sonra gemisine doğru geri gitti. hiçbir şey söyleyebilecek durumda değildim, bu da kimdi ve bunca senedir neredeydi? gemi geldiği gibi hızlıca kaybolurken, sese dair hiçbir şey duymamıştım. 

"o da kimdi usta?" diye sordum, usta sanki kahkahasını bastırmak istercesine ağzını kapattı ve "o" diye başladı.

"o, ebedi dumura uğratıcıdır" diye tamamladı. hiçbir şey anlamamış üstüne üstlük hakarete uğramıştım. usta, binaya doğru yürüdü ve elinde kalın bir kitapla geri döndü. "bunu oku evlat" dedi, "bunu okuduktan sonra her şeyi anlayacaksın ve artık manastıra ihtiyacın kalmayacak"

batılı adamın kitabı okuduğu kayaya gitme sırası bu sefer bana gelmişti, kitabı bitirdiğim takdirde her şeyi öğrenecek ve bir keşiş olarak şehre geri inecektim. dünya'ya olan nefretim, engellenemez bir merakla yer değiştirmişti. kitabın kapağında büyük harflerle "paniğe kapılma" yazıyordu.




Hiç yorum yok: