25 Eylül 2010 Cumartesi

god only knows

cumartesi gecesi, evde kimseler yok ve yorucu bir günün ardından son enerjimle bir şeyler karalamak için bilgisayar karşısındayım. durum o kadar da iyi değil ha? anlatacak pek fazla şey yok, önceden de olmazdı ama en azından uydurmak için kendime şans tanırdım; şimdi yaklaşık bir saat sonra beni kıskıvrak yakalayacak olan uykuyu bekliyorum. ileriye doğru bin kulaç attığım, sonra geriye doğru bin kulaç daha atıp başa döndüğüm ve denizden çıktığım bir gün oldu. değişiklik olsun diye suyun altında atmışa kadar saydım, deniz gözlüğüyle küçük balıkları takip ettim ve şimdi aklıma gelmeyen fakat o anda parlak fikirmiş gibi gelen düşünceleri beynimin bir yerine kaydettim.

benim gibi ne yazacağı ve bir sonraki paragrafta neyden bahsedeceği belli olmayan insanların, masaüstü bilgisayarlardan ziyade yanlarında sürekli bulundurabilecekleri daha ufak şeylere ihtiyacı var. bazen aklıma yazmaya değer şeyler geliyor ve bunu bir yere kaydedemeden geri gidiyor. bazen, olimpos'ta bir çardakta boylu boyunca uzanıp dallardan sarkan yeşil portakallara bakarken daha önce benzerini düşünmediğim şeylerle muhatap oluyorum ve zihnim, yılkı atı gibi oradan oraya sekiyor. serbest bırakıyorum ve bana geri döndüğünde, kainatta o sırada neler olup bittiğini öğrenmiş bulunuyorum. fakat bütün bu başıma gelenleri temize çekmek için eve dönmek birkaç gün sonrasına denk geldiğinden, paragraflarım bile birbirinden bağımsız oluyor. dikkat eksikliği zannettiğim şey de bu olsa gerek, yazmam gereken yerlerde ekipman yok. ekipman varken de çoğu zaman yazmak istemiyorum. işe girersem, mobil hayata biraz daha entegre olmaya çalışacağım ama steve jobs şahidim olsun ki o iphone 4 furyasına köşesinden bile katılmayacağım. bir telefona bin entry ha? bazen hiçbir şey hakkında hiçbir şey anlamıyorum; bu da yalnızlığımı anladığım anlardan birisine tekabül ediyor ki, internet bile çare olmuyor.

bu blogun amacı, tabii ki birbirinden bağımsız paragrafları üst üste dizip bunlardan ev yapmaya çalışmak; tuborg fanboyu gibi davranmak, komik olma ısrarıyla komik duruma düşmek, depresyon bakanlığından gelmiş gibi yazıp durmak değil. bu blogun, henüz benim de anlayamadığım nihai bir amacı var ve benden saklanıyor. zamanı gelince öğreneceğim ve bunu paylaşacağım. zaten paylaşmakla aklını kaybetmiş bir neslin üyesiyim, biraz dışarıda kalsam da yine de idare ediyorum ha. yeter sayıda üyeliğim, maillerim, msnim, niklerim, aktivasyon kodlarım ve bunun gibi binlerce şeyim var. perfect xp'im bile var, kendimi tekno özürlü olarak nitelendiremem.

tek yapmak istediğim, god only knows dinlemek için bilgisayarımı açmaktı. açtım da. sık kullanılanlardaki tüm sitelere tıklayıp hepsine onar saniye baktım, baktım ve gerekeni yaptım. liverpool'un ölümcül ısrarıyla yine berabere kalmasına sinirlenip, chelsea ve arsenal'in yenilmesine sevindim. ilk dörde girmek lazım ama kolay olmayacak joey. sezon sonu için tahmincilik de oynayayım, bu blog kehanetlerimin mekkesi olsun.

yine bir yazıya tam olarak odaklanamadan bitsin madem bugün de, günün birinde taş gibi hikayelerim olacak. taş dedim de, sahilde uzanırken yaklaşık bir milyon yıllık küçük bir taş ile konuşmak üzerine düşünmüştüm. iki yüz sene sonra bir milyonuncu yılını mı ne kutlayacakmış, hedefi pasifik okyanusuna kadar gitmek miymiş neymiş. fazla dinlemeden onu suyun üzerinde sektirdim. yassı ve güzel bir taştı, bunun üzerine yazmam gerekir diye düşünmüştüm.



Hiç yorum yok: