25 Temmuz 2011 Pazartesi

for those who died at 27

"beni neden aramıyorsun?" cümlesini son kez duyduğumda 27 yaşımın ilk üç ayını doldurmuş ve geride kalan dokuz ayı nasıl bitireceğimi düşünmeye çoktan başlamıştım. yaşama güçlüğü çekerken, bir de zamanı ittirmek yoruyordu. beceremiyordum, başladığım her ilişki belli bir süre sonra soluklaşırken, kendimi aramaktan başkasına sıra gelmiyordu. kendimi kaybedeli o kadar uzun süre olmuştu ki, bulsam bile tanıyamamaktan korkuyordum. bulsam bile, kendimin beni tanımayacağını sanıyordum. kayıp geçen günlerde ister istemez başkalarıyla kurduğum ilişkiler hep aynı nedenle çıkmaza sürükleniyordu: 

"beni neden aramıyorsun dedim!"

iyi de sen kayıp değildin ki, neden arayayım? hemen karşımda, tüm beklentilerin, hırsların, tavırların ve minik alışkanlıklarınla dikiliyordun. mevcudiyetini belli eden tüm çizgilerin gözümün önünde parlıyorken, autocad'de çizilmiş kadar nettin. tanrı tüm insanlığı benden çaldığı parçalarla yaratmıştı, diğerlerinde standart gelen hiçbir şey bende yoktu. ne mutlu olabiliyordum ne de mutsuz. hiçbir şeye hırsım yokken, zamanımı çalanlara sesimi bile çıkartmıyordum. başkasının arkasından konuşmak istesem bile, insanların neresi önü neresi arkası onu bile çıkarabilmiş değildim. başka bir şey olacakken son anda insan olmuş, yıllardır soru işaretleriyle ve "ne yapıyorum ben burada" bakışıyla yaşamaya çalışmıştım.

yeryüzüne gönderilmiş sahipsiz bir kargoydum, beni kimse almaya gelmiyordu. gelip bakıyorlar, inceliyorlar ama onlara gelmediğimi anlamaları uzun sürmediğinden geri bırakıyorlardı. binlerce yıldır raflarda beklerken, insan zamanına göre sadece 27 yıl geçmişti. kendimi, ölmek üzere olan bir ihtiyarmış gibi hissediyordum. tepkilerim yavaş ve etkisiz; ilişkilerim kısa ve sevimsizdi. can kulağıyla dinlediğim insanların ikinci cümlelerini anlayamadığım günlerin üzerinden çok sular akmış, artık sadece ağızlarını kıpırdattıklarını belli belirsiz fark etmeye başlamıştım.

hızlı yaşamamış ama hızlı yaşlanmıştım; tüm ömrüm boyunca bekledim. 

ölümümü planlayamayacak kadar kötü bir mimardım; yaptığım işlerin hiçbirini sevemedim. bir barın arkasında, sarhoş olanları daha fazla sarhoş etmeye çalıştığım zamanlarda bile mutsuzdum; gece yarısı olsa da herkes defolup gitse diye bekledim. içerek ölmeyi denediğim her gecenin sabahında, "acaba öbür taraf böyle mi" diyerek banyonun fayanslarını saydım. içten güldüğüm zamanlarda bile içimden bir ses "iyi de bu hiç komik değil" diyerek keyfimi kaçırdı, komünitelere asla dahil olamadım. bahar şenliklerinde büyük bir kavganın ortasında kalırken bile, elimden birayı düşürmeden kavga edenleri izledim. uçan tekmeler, kelebekler gibi etrafımda uçuşurken sadece baktım.

pilli bebek bak'ı söylerken, yeryüzüne yanlışlıkla da olsa gönderildiğime sevindim. ben son kullanma tarihi geçmiş bir peygamberdim, söylediğim her şey daha önceleri söylenmişti. vaad ettiklerim, çağın standartlarıydı. öss'de şıkları kaydıran çocuk gibi, ben de çağları kaydırmıştım. 21. yüzyıl benim için fazla gelişmişti; yeni bir şeyler sunacağıma, var olanları dahi öğrenemiyordum. bilgisayarlara bakmaya katlanamıyor ama hayatımın tamamını büyülü perdenin önünde geçiriyordum. katlanamadığım her şey hayatımı ele geçirirken, 27'den 28'e son hızla gidiyordum.

zamanı durdurma denemelerimin hepsi başarısız oldu, freni boşalmış bir hayatta yokuş aşağı gidiyordum. insanlarla anlaşmaya çalıştıkça daha da kötü oluyor, anlaşabileceğim insanları kafamdan uyduruyordum. uydurduklarım bile, ilgisizlikten şikayet ediyor ve beni terk ediyordu. aynı noktaya ulaşan döngülerimden sıkıldığımda, 27 yaşını geride bırakalı 3 ay olmuştu. soğuk bir kışın geçeceğini haber veren yapraklar oradan oraya uçarken, son kırmızımı kan yapsın diye kafaya diktim. 

kabul etmek gerekirse, kabullenemiyordum. hayat bana göre tasarlanmamıştı. tashih yapacak durumda değildim, tasarıma dair içimde en ufak bir istek yoktu. tetiği çektiğimde, geride kalanlara sabır kendime rahmet diledim. varolmanın dayanılmaz ağırlığına 7. kez boyun eğdiğimde amy winehouse'ın da dünya'yı bırakıp gittiği yaştaydım.


1 yorum:

ka' dedi ki...

meraba kaj.

"oha ben yazısını okumayı ne kadar özlemişim."

sen, kendini sığdıramadığın bir olmayı yaşayıp/yazıp ağırlık kusarken, benim aklımdan, hem de bir memnuniyet gülümsemesiyle, sadece böyle geçiyor oluşu da, kusmukları yiyebilmekte, insan ırkından beklenmeyen performans gösterebilmemden kaynaklanıyor herhalde.

okur da gülerken kendi kendime, tespiti bırakıp yazmalı, diye düşündüm. böyle oldu.

sevgiler, ızdıraplı müzikler, delişmen kelimeler dilerim.