29 Temmuz 2011 Cuma

kaldı 10

wrong side of the road çalıyordu, klimaların bir anlığına bile dinlenmediği temmuz öğleden sonrasında banka şubesindeydim. cüzdanım para, cebim ise fatura doluydu. öğrenim kredisi, elektrik, su ve uydunetin bana düşen kısmını ödemek için sıra numarası almış ve beklemeye başlamıştım. banka şubesindeki cesetler her zamanki gibi ağır çekimde ritmik jimnastik yapıyor ve bankoya yaklaşıp uzaklaşıyordu. jölesinden kısmamış özel güvenlik gerim gerim geriliyor ve insanların gözlerinden, onların ne mal olduğunu çıkarmaya çalışır gibi herkesin suratına bakıyordu. zamanın kimseyi sancıya mıhlamadığı bir andaydık fakat sıra numaram bir türlü dijital panolarda çıkmıyordu. işlerini halleden açık renk giymiş yaşlılar, şapkalılar, güneş gözlüklüler derken resmi geçit gibiydi ortalık. kaybedenler kulübünün en az film kadar, kimi kaynaklara göre de filmden bile güzel müziklerinin arasında kaybolmuştum. can göksun ve gülce duru'nun sesleri ne kadar da güzeldi; eski sevgililerimden birisi aklıma geldi. yüzünü hatırlamama rağmen sesini unutmuştum. onu çok sevmiş ve hiçbir zaman ayrılmayacağımızı düşündükten birkaç ay sonra da ayrılmak istediğimi söylemiştim. bir temmuz sonunda başlayan ilişkimizin üzerinden neredeyse yedi sene geçmişken, ben başka bir temmuzun sonunda banka şubesine gelmiş ve sıra numarası almıştım. gülce duru, my woman'ı söylerken sıra da sonunda geldi. kargo pantolonumun ceplerinden faturaları ve bana ibraz edilenleri, kısa kollu gömleğinin içinde mutsuz görünen tepesi hafiften açılmış memurun önüne bıraktım. hayatındaki en büyük çılgınlık neydi acaba, her şeye tövbe ettikten sonra memur mu olmuş yoksa tövbeli mi doğmuştu? nasıl da mutsuz görünüyordu soluk benizli, cuma öğleden sonra olması bile onu iyileştirmeye yetmemişti. 

cüzdanımdaki tüm parayı bankonun üzerine bırakıp başka belgeleri cebime sıkıştırdıktan sonra şubeden çıktım. gerçek bir sıcaktan bahsetmek olasıydı, sıcağa dayanıklı olmama rağmen anlayamadığım bir güç alnımın ortasına ortasına vuruyor ve bir an önce banka şubesine geri girmemi öğütlüyordu.  ilk otobüse el kaldırdım, ofise dönmem gerekiyordu. otobüsün soğutucusu bozulmuş et kamyonundan tek farkı, bedenlerin üzerinde kumaş parçaları olmasıydı. herkes perişan gözüküyordu, dev bir mangalın üzerinden dökülmüş gibilerdi. güzelliği ve zerafetiyle tanınan ruslar bile erimiş üçgen peynirden farksızdı. 

ofisin önünde indim, tüm parayı kurumlara verdikten sonra özgürlemiş ve hafilemiştim. akşama fransa ikinci liginden sekiz maçı da bilirsem, iki bin lira kazanacak ve o parayla almak istediğim hiçbir şeyin olmadığını fark edip gülümseyecektim. akşam güneşi ön tarafı ayrık dişlerimin arasından geçtikten sonra dilimin üzerinde belli belirsiz bir iz bırakacaktı.


Hiç yorum yok: