1 Temmuz 2011 Cuma

profile surrounded

bakmaya pek dayanamadığım autocad ekranımda kutu profil ebatları var. 100*100, 40*80 ve kahrolası 40*40'tan bir sürü profil bir asma kat oluşturacak şekilde düzenleneceğinden, metraj için bunları çizmem gerekti. 100'lüklere mavi, 80'liklere lacivert ve 40'lıklara da beyaz rengi verince, efsane bir takım olan adana demirspor'a ulaştım. bu beni, daha okula başlamadan babamla gittiğim ve şimşekler diye bağırdığım adana demirspor günlerine götürdü. kağıttan şapkalar kafamızda, ben babamın omzunda; karşı taraf mavi der ve arjantin tribünü davullarını bir an olsun susturmazken adana beş ocak stadı inlerdi. o zaman koltuklar yoktu, uzun betondan sıralar ve insanlar birbirinin üzerine yığılmasın diye demirden setler vardı sadece. formanın satılabilecek bir şey olduğunu kulüpler henüz keşfetmediğinden, herkes gündelik kıyafetiyle gelirdi maça. mavi, lacivert ve beyaz bayraklarda, şapkalarda ve patlak davullarda olurdu.

şimdi ise bayrak ve davul yerine, çelik profiller var. istediğim renge istediğim kadar boyuyorum. çıktı alırken hepsi siyaha dönüyor, kartuşun dilinden ve ekonomisinden anlıyorum. bazen deplasmana giden bir avuç taraftardan birisi, bazen de henüz okula başlamamış bir çocuk olmak istiyorum. bir kavganın ortasında kalmak, mavi-lacivert ve beyaza biraz da kırmızı karışsın, yıllar sonra anlatacak bir hergeleliğim olsun istiyorum.

yolun diğer tarafındaki apartmanın altına bir mağaza açılacak sanırım, kompozit cephe için profiller kesiliyor. sağa sola kaçışan kıvılcımları görebiliyorum, sesi de kulaklarıma geliyor. ustanın işi çok, bir sürü küçük parça kesip bunları birbirine kaynatmak zorunda. elementleri keşfeden insanlar bunları eritip bir şekle soktuktan sonra duracak değillerdi, şimdi tekrar parçalayıp kaynatıyor ve bunların üzerine başka malzemeleri de ekleyip "mağaza" yapıyorlar. vahşi bir üretim ve tüketim döngüsü var, herkes bir iş peşinde. karıncalar misali oradan oraya bir şeyler taşıyoruz. araçlarımız, kurumsallıklarımız, elektrik ve suyumuz var. daha malzemesinin ne olduğunu anlamadığım bir internetimiz var ki, bundan elli sene önceki adama tarif et desen, edemem ama hayatım burada geçiyor. bu yazı, gönder tuşuna bastıktan dakikalar sonra okunuyor, yorumlanıyor ve belki küçük bir kelebeği hareketlendiriyor. yazımı okumak için biraz daha ofiste kalan ve çıkar çıkmaz bir arabanın altında kalıp ölen bir insanın hayaleti, geceleri beni ziyaret etmeye başladığından beri yazdıklarıma daha dikkat eder oldum. vicdan azabı çeken ve sonra kendini asan yazarlardan olmak istemiyorum. 

ah carry, çalışmam gerekirken ne kadar saçmaladığımı görsen hayret eder ve bana napoliten soslu bir makarna hazırlardın. taze nanenin yapraklarını da sosun üzerine serpiştirdikten sonra bana döner ve gülümserdin. beni severdin biliyorum, beni özlediğini gizlice içtiğin sigaralardan anlardım. izmaritlerini apartman boşluğuna atardın, bir şeyler saklarken yanakların henüz tavaya atılmış soğanlar gibi hafiften pembeleşirdi. 

dün akşamı sadece salatayla geçirip sabah da kahvaltı etmeyince akli melekelerim, irlanda'nın bir barındaki sarhoşlar gibi sağa sola yalpalamaya başladı. maaşımı almış olmam da, içmek için güzel bir gün fikrini aklıma yavaşça yerleştirdi. bira.fm'in kışkırtıcı arayüzüne yüzümü dönmenin vakti, ben yazdıkça yaklaştı. ben yaklaştıkça da dünyadaki tüm profiller elele tutuşup etrafımı sardı.


Hiç yorum yok: