27 Temmuz 2011 Çarşamba

gidin

bu sabah tek yumurtalı dev bir omlet yerken kaleköy'de olmayı ve sırtımı mezara dayayıp yerdeniz büyücüsü'nü tüm benliğimle bir kez daha okumayı her şeyden çok istedim. zeytinden damlayan zeytinyağı açık renkli pantolonumun üzerine döküldü, hemen tuz döktüm. pratik bilgilerin oyaladığı bir hayatım olmasını istemiyordum, pantolonumdaki leke ya da gömlekli adamlarla birlikte iş yapmak umrumda değildi. sefil ve özgür bir hayatı, maaşlı ve boğucu bir hayata tercih edecekken; biraz sonra işe gidecektim. telefonlar çalacak, santimler her tarafımdan fışkıracaktı. araç çubuğunda programlar, programlarda başka yerlerden çizimler, gelen mailler, istifa etmek isteyen, her şeye alınan bir iş arkadaşı ve bütün bu debdebenin arasında sadece sırtını kayaya dayayıp kitap okumak, daha fazla bilgisayar görmek istemeyen bir adam: ben. hepsi gitsin demiyorum, hepsi kalsın. hepsi, sahip olduklarları her şeyle olduğu yerde kalsın, modern hayatın dokunmatik çarmıhına gerilsin. sadece ben gideyim. bir ağacın gölgesinden diğerine, soğuk bir suyun kenarından beyaz çakıl taşlarına. sanki orta dünya'da yolunu kaybetmiş bir ozan gibi, savaştan sonra evine dönen ve miğferini çoktan savurmuş bir savaşçı gibi. mızrağımı toprağa saplayayım, kılıcım kınında kalsın.

fakat 2011 yılının sıcak bir temmuzunda saplanıp kaldım, zaman hunharca geçti. ay sonları bana, ay boyunca harcayabileceğim ve biraz az içmeyi becerirsem de bir kenara atabileceğim paraları getirdi. hafta içlerim, semt pazarının kurulduğu perşembe dışında tahmin edilebilir geçerken, hafta sonlarımı da ana karargaha gelen türlü kuzen ve onların zevceleri nedeniyle son bir aydır çileye dönüştü. bıkkınlık ve öfke harmanlandı, yoğun bir şeye dönüştü. bir çamur gibi, cennetteki bal akan ırmaklar gibi. senelerdir katliama hazırlanan birisi, bir binayı havaya uçurduktan sonra adaya geçip önüne çıkan herkesi öldürdü. tanrı'yı pişman edercesine, insanın ilk andan itibaren lanetli bir yaratık olduğunu ispatlarcasına. güzel sesli amy winehouse da hayatı boyunca yaptığı gibi müsaade istemeden, fikrimizi almadan, kendi bildiğini okurcasına; ben bu dünya'ya yaşamaya değil her geçen gün biraz daha ölmeye geldim dercesine aramızdan ayrıldı. adı hep hatırlanacaktır, oysa onunla aynı yaşlarda olan ve birkaç hafta önce marketi açtıktan sonra kalp krizi ile ölen marketçimizi ailesi dışında kimse bilmeyecek birkaç sene sonra. yaşam boyu yaptıklarımız sonsuzluğun yığma duvarlı kuyusunda yankılanır mı bilmiyorum, tanrı'nın adalet sağlamak konusundaki yeteneğini sorgulamayı da bir gaz odasında, 1944'te daha dokuz yaşında ölürken bırakmıştım. bizi koruyamamıştı subaylardan, tekmelerden ve gazlardan. oysa her sabah dua etmiştim ona.

uzun uzadıya yazılacak ne varsa boşver, bir mezara sırtımı dayayıp ged'i, çevik atmaca'yı, tenar'ı, kalessin'i, atuan'ı okumak istediğim bir günün sabah vakitlerinde ne kussam nafile. orada değilim.

Hiç yorum yok: