10 Haziran 2011 Cuma

man of the hour

başka on haziranlarda başka yerlere yazdığım yazılar, bugünkü halimle epey paralellik gösteriyor. iyi olan şu ki: bir tarzım var ve her sene başka bir telden çalmak yerine aynı konu üzerinden devam ediyorum. kötü olan şu ki: bu karamsarlık ve hiçbir şeyin düzelmediğini görmek beni ne zaman yıldıracak bilmiyorum. daha da kötü olan şu ki: üç sene önce aynı şeylerden bahsetmek ile otuz yaşına yaklaşırken bahsetmek arasında üç seneden çok daha fazla bir fark var ve benim gelecek sene on haziranda da hemen hemen aynı şeylerden şikayet etmeyeceğimin bir garantisi yok.

üç sene önce, sarıyer'deki kolejin şantiyesine de, akşama kadar fantastik koçaklamalar söyleyen ustalara da sağlamından saydırmışım. şantiyenin tozu ve sıcağı, baret yerine şapka takmak isteyen cesur işçiler, aldığı yevmiye ile ukraynalı kadınlara giden kalıp ustaları, sürekli çay demleyen faik ve kısa gömlekli adamlar, adamlar, adamlar... 2008 yazı tozun toprağın ve biraz önce dökülen betonun markajında geçince, 2009 haziranı için şık bir şeyler düşünmüştüm.

2009 haziran'ı ise bu sefer gayrettepe'de bir ofiste, özel üniversitede okuyan bir piçin diploma projesiyle birlikte nişantaşı'ndaki bir evin terasını çizmekle geçti. oldukça yüksek bir notla geçirdiğim herif muhtemelen şu anda bir projeyle uğraşmak yerine arabasıyla bir yerden bir yere son sürat gidiyordur. ona pek sıcak değildir muhtemelen, m5'inin kliması da arabanın motoru gibi iyi çalışıyordur. performanslıdır. nişantaşı'ndaki terasın sahipleri de çok zengindi bak, o sıralarda yurtdışından aldıkları bir arabayı gümrükten geçirmek için doğru bağlantıları kurmaya çalışıyorlardı. ben ise, birkaç ay önce memleketine dönen ev arkadaşımın bıraktığı geniş boşlukta ayda 950 kağıt kira veriyor ve kalan parayla taklit yapıyordum. insan gibi yaşama taklidi. bir şeyleri yoluna sokmuş da özel zevklerine para harcayan insan taklidi. o kadar sene okumanın boşa gitmediğini gösteren mutlu bir genç taklidi. 

taklitlerle geçen haziran ayı sonrasında ağustosta işten çıkmak iyi gelmiş ve bir sonraki haziranda nerede olacağımı kestirememiştim. askere gidebilecek, gitsem bile dönebilecek, dönsem bile iflah olabilecek miydim? haziranda dönmüştüm, dünya kupasına varlığımı emanet etmiş ve temmuzun ortasında geri almıştım. o varlığımla temmuz'da izmir'e gidip iş görüşmesine gittikten yaklaşık beş ay sonra, şimdi çalıştığım ofise ancak girebilmiştim. bazen olmaz bilirsin, bende bazenler de pek olmuyor. genelde "olmaz"larla yaşıyorum. alışmaya çalıştıkça bir şeyler daha da bozuluyor, her şey birbirinin üzerine devrilmeye başlamışken de son anda canımı kurtarıyorum.

başka bir haziranda da önüme devrilen bir binanın taşları ayaklarıma çarpmış ve adana depremi'nde bir şekilde hayatta kalmıştım. oldukça sıcak bir günde, teyzem ile çarşıya çıkarken kaldırımdaki insanların yolun ortasına doğru kaçıştığını görmek başta küçük bir kavga gibi gözükmüştü, ölümden döndüğümü ise bisküviden yapılmış gibi duran apartmanın molozlarına bakarak anlamıştım. kolonlarda ve kirişlerde demir yoktu. o zamanlar, kolonun ve kirişin varlığından habersizdim. fransada devam eden dünya kupasını izler ve zinedine zidane olmak isterdim.

geçen seneki dünya kupasından sonra bu yazın zor geçeceğini biliyordum ama daha haziranın ilk onluğundan yelkenleri suya indirmiş durumdayım. bekle ki bitsin bu yaz. haziran geçsin, temmuz da geldiği gibi geri gitsin. ağustosun ilk haftalarında gerrard kırmızı formasını giyip de anfield road'a çıkarken, antalya'da bir genç de henüz masasına gelen birasından dev bir yudum içsin.


Hiç yorum yok: