- perşembeden aklımda kalanlar bunlar doktor, birçoğunu unutmuşum bile. ne yapmam gerekiyor?
- bir şey yapmana gerek yok, zaten perşembe değil cumaydı önemli olan. cumaya konsantre ol ve odanın duvarında sabah karşılaştığınız dev örümcekten bahsederek başla.
günışığının doldurduğu beyaz bir odada uyanıp yavaştan çantaları toplamaya başlamak, sırt çantasının ardındaki duvarda dev bir örümceğin bize günaydın demesiyle epey hızlandı. yüzüklerin efendisinden fırlamış sanki pezevenk, uzaktan gözlerini bile görebiliyorduk. bacağındaki kıllar saçımdan uzundu ve yavaş hareketlerle bizi tedirgin ediyordu. öldürmeye çalışıp da ilk seferde başaramamak, bizim ölümümüze giden patikayı açacağından hayvana saygı duyduk, onu övdük ve fotoğrafını çekip odadan kaçarcasına uzaklaştık. biz uyurken gelip de yanağımızdan öpmediği için teşekkür ettik. iki eşcinselin tatil anıları gibi oluyor böyle olunca ama tamamen ayrı yataklardaydık, zaten bir gün sonra da sevgilimin yanına gidecektim.
kahvaltımız demoydu, masadan aç kalktık. irfan amca yarım domatesi pay etmişti bize, zeytin de 1/10 ölçekliydi fakat manzara ve hava güzel olduğundan keyfimiz kaçmadı. kaştan çıkıp kuzeye ilerlemeli; üçağız, kaleköy ve coğrafik açıdan diploma projesi inceliğinde hazırlanmış başka koyları görmeliydik. bizi yanıltan ve bir saatten fazlamıza mal olan şey tam olarak bayındır yazan bir tabela oldu. ara yola ve cehennemin öteki ucuna gittik, adres sorduğumuz ilk kişi sağır ve dilsizdi, ikincisinden de biz bir şey anlamadık. uzun ve toprak bir yoldu, bizi hiçliğin sonundaki koya indirdi. hiçliğin sonundaki koyda bile her tarafa çöp atıldığını görmek beni şaşırtmadı, çünkü çöp atmak ata sporumuzdu, olmazsa olmazımızdı. içtiği suyun şişesini geri götürmekten aciz bir sürü gerizekalıya beddua edip geri döndük. evlerinde insanların, ahırlarında hayvanların olmadığı tuhaf bir köyün ortasında durup insanların nereye gitmiş olabileceğini merak ettik. sanki, biz gelmeden bir saat önce öncü birlikler "kaçın geliyorlar" diyor ve insanlar bizi görmek istemediklerinden olsa gerek sığınaklara saklanıyorlardı. perşembe öğretmenevi, cuma günü de bu ıssız köy.
tekrar ana yola çıkmak bir saatimizi aldı, güneş tepedeydi ve otuz kilometre sonra üçağız'a varacaktık. üçağız yolu sakindi, ortalıkta bağımsız atlardan başka kimse yoktu. turistler evlerine, öğrenciler sıralarına, çalışanlar da işlerine dönmüştü. üçağız'a varmamızla, bizi tekne turuna çıkarmaya ant içmiş adamları karşılamamız bir oldu. adeta saldırı altındaydık, küçük tekne sahipleri etrafımızda dönüyor ve dalgalı denizde rodeo fırsatından bahsediyorlardı. büyük ve çirkin tekne sahipleri ise astronomik fiyatlardan bahsediyordu. esnaf kabusu yine başlamıştı, nereye gitsek birileri geliyor ve bize fiyat söylüyordu. öyle sıkıcıydı ki pazarlık teşebbüsünde bile bulunmadık. küçük teknesiyle bizi gezintiye çıkarmaya çalışan yaşlı amca (kendisine musallat adını verdim), turdan umudunu kesince sekiz dönüm arsayı atmış milyara, arsadan umudunu kesince de uygun fiyata gözleme satmaya çalıştı. cinnet geçiriyor gibiydi. koşarak uzaklaştık, bu koşu bizi uzaktaki kaleye götürdü. nelerle karşılaşacağımızı bilmiyorduk, sadece bir kale sanmıştık. o kale, kaleköy'ün (eski adıyla simena) kalesi imiş, yüzümüzü rüzgarla yıkayınca anladık.
sadece denizden ulaşımı olan ender yerlerden birisi kaleköy, yayan gelmek istiyorsan patikalardan biraz yürümen gerekiyor. küçük bir limanı ve bozulmamış bir dokusu var, tepedeki kalenin eteklerinde konuşlanmış birbirinden güzel taş evler denize kadar inerken, araçsızlığın ne kadar huzur verici olduğunu anlıyorsun. korna sesi, fren, siren yok. rüzgar var aralıksız esen, perspektifler var bir bankta oturup da yüzyıllarca bekleyebileceğin.
yanımızda getirdiğimiz biraları, kalenin eteklerindeki bir yamaçta, eski bir ahşap bankın üzerinde bitirdik. sırtımızı duvara yüzümüzü güneşe verdik, geldiğimize değmişti. yüksek basamaklardan aşağıya inmek ve denize ulaşmak, ulaşmak yetmiyormuş gibi denizle hemzemin bir iskeledeki ahşap masada, beyaz sandalyelerin üzerinde çok soğuk birer bira daha içmek başımıza gelen en güzel şeylerden biriydi. likya rüzgarları denizi dalgalandırıyor ve o dalgalar da iskeleyi süpürüyordu. denizin içindeki lahit, taştan bir tekne gibi duruyordu. güneşe doğru hafiften yürüdük, azrail epeydir gelmemiş gibiydi belki de böyle bir yer olduğundan onun da haberi yoktu. denizin üzerine çok yüksekten bırakılmış gibi duran kayalardan sekerek, kayaköy'e bir de denizden baktık. başımızın dönmesi biralardan değildi.
hava hafiften kararırken de arabaya doğru giden patikaya düştük yeniden. zifiri karanlık yaklaşıyordu ve yolumuzun üzerinde bizim ev vardı. demre çayağzı ve hemen solunda kalan andriake'ye tepeden baktık, bulutlar bir yere yetişiyormuşçasına çok hızlı hareket ediyordu. menüde humus ve balık varken, ev bizi bekliyordu. laptopu televizyona bağlarsak dev ekranda pes keyfi de mümkündü.
yorucu ve keyifli geçen günün ardından eve ulaştık, iki onluk atacak zamanımız kalmıştı ve eşitlik bozulmadı. fotoğrafları bilgisayara yükledik, şarjları yenileyip ertesi sabah çıralı tarafına gitmek üzere karşılıklı çekyatlara yerleştik. cuma bitmişti ve kaleköy aklımda sonsuza kadar kalacaktı.
günışığının doldurduğu beyaz bir odada uyanıp yavaştan çantaları toplamaya başlamak, sırt çantasının ardındaki duvarda dev bir örümceğin bize günaydın demesiyle epey hızlandı. yüzüklerin efendisinden fırlamış sanki pezevenk, uzaktan gözlerini bile görebiliyorduk. bacağındaki kıllar saçımdan uzundu ve yavaş hareketlerle bizi tedirgin ediyordu. öldürmeye çalışıp da ilk seferde başaramamak, bizim ölümümüze giden patikayı açacağından hayvana saygı duyduk, onu övdük ve fotoğrafını çekip odadan kaçarcasına uzaklaştık. biz uyurken gelip de yanağımızdan öpmediği için teşekkür ettik. iki eşcinselin tatil anıları gibi oluyor böyle olunca ama tamamen ayrı yataklardaydık, zaten bir gün sonra da sevgilimin yanına gidecektim.
kahvaltımız demoydu, masadan aç kalktık. irfan amca yarım domatesi pay etmişti bize, zeytin de 1/10 ölçekliydi fakat manzara ve hava güzel olduğundan keyfimiz kaçmadı. kaştan çıkıp kuzeye ilerlemeli; üçağız, kaleköy ve coğrafik açıdan diploma projesi inceliğinde hazırlanmış başka koyları görmeliydik. bizi yanıltan ve bir saatten fazlamıza mal olan şey tam olarak bayındır yazan bir tabela oldu. ara yola ve cehennemin öteki ucuna gittik, adres sorduğumuz ilk kişi sağır ve dilsizdi, ikincisinden de biz bir şey anlamadık. uzun ve toprak bir yoldu, bizi hiçliğin sonundaki koya indirdi. hiçliğin sonundaki koyda bile her tarafa çöp atıldığını görmek beni şaşırtmadı, çünkü çöp atmak ata sporumuzdu, olmazsa olmazımızdı. içtiği suyun şişesini geri götürmekten aciz bir sürü gerizekalıya beddua edip geri döndük. evlerinde insanların, ahırlarında hayvanların olmadığı tuhaf bir köyün ortasında durup insanların nereye gitmiş olabileceğini merak ettik. sanki, biz gelmeden bir saat önce öncü birlikler "kaçın geliyorlar" diyor ve insanlar bizi görmek istemediklerinden olsa gerek sığınaklara saklanıyorlardı. perşembe öğretmenevi, cuma günü de bu ıssız köy.
tekrar ana yola çıkmak bir saatimizi aldı, güneş tepedeydi ve otuz kilometre sonra üçağız'a varacaktık. üçağız yolu sakindi, ortalıkta bağımsız atlardan başka kimse yoktu. turistler evlerine, öğrenciler sıralarına, çalışanlar da işlerine dönmüştü. üçağız'a varmamızla, bizi tekne turuna çıkarmaya ant içmiş adamları karşılamamız bir oldu. adeta saldırı altındaydık, küçük tekne sahipleri etrafımızda dönüyor ve dalgalı denizde rodeo fırsatından bahsediyorlardı. büyük ve çirkin tekne sahipleri ise astronomik fiyatlardan bahsediyordu. esnaf kabusu yine başlamıştı, nereye gitsek birileri geliyor ve bize fiyat söylüyordu. öyle sıkıcıydı ki pazarlık teşebbüsünde bile bulunmadık. küçük teknesiyle bizi gezintiye çıkarmaya çalışan yaşlı amca (kendisine musallat adını verdim), turdan umudunu kesince sekiz dönüm arsayı atmış milyara, arsadan umudunu kesince de uygun fiyata gözleme satmaya çalıştı. cinnet geçiriyor gibiydi. koşarak uzaklaştık, bu koşu bizi uzaktaki kaleye götürdü. nelerle karşılaşacağımızı bilmiyorduk, sadece bir kale sanmıştık. o kale, kaleköy'ün (eski adıyla simena) kalesi imiş, yüzümüzü rüzgarla yıkayınca anladık.
sadece denizden ulaşımı olan ender yerlerden birisi kaleköy, yayan gelmek istiyorsan patikalardan biraz yürümen gerekiyor. küçük bir limanı ve bozulmamış bir dokusu var, tepedeki kalenin eteklerinde konuşlanmış birbirinden güzel taş evler denize kadar inerken, araçsızlığın ne kadar huzur verici olduğunu anlıyorsun. korna sesi, fren, siren yok. rüzgar var aralıksız esen, perspektifler var bir bankta oturup da yüzyıllarca bekleyebileceğin.
yanımızda getirdiğimiz biraları, kalenin eteklerindeki bir yamaçta, eski bir ahşap bankın üzerinde bitirdik. sırtımızı duvara yüzümüzü güneşe verdik, geldiğimize değmişti. yüksek basamaklardan aşağıya inmek ve denize ulaşmak, ulaşmak yetmiyormuş gibi denizle hemzemin bir iskeledeki ahşap masada, beyaz sandalyelerin üzerinde çok soğuk birer bira daha içmek başımıza gelen en güzel şeylerden biriydi. likya rüzgarları denizi dalgalandırıyor ve o dalgalar da iskeleyi süpürüyordu. denizin içindeki lahit, taştan bir tekne gibi duruyordu. güneşe doğru hafiften yürüdük, azrail epeydir gelmemiş gibiydi belki de böyle bir yer olduğundan onun da haberi yoktu. denizin üzerine çok yüksekten bırakılmış gibi duran kayalardan sekerek, kayaköy'e bir de denizden baktık. başımızın dönmesi biralardan değildi.
hava hafiften kararırken de arabaya doğru giden patikaya düştük yeniden. zifiri karanlık yaklaşıyordu ve yolumuzun üzerinde bizim ev vardı. demre çayağzı ve hemen solunda kalan andriake'ye tepeden baktık, bulutlar bir yere yetişiyormuşçasına çok hızlı hareket ediyordu. menüde humus ve balık varken, ev bizi bekliyordu. laptopu televizyona bağlarsak dev ekranda pes keyfi de mümkündü.
yorucu ve keyifli geçen günün ardından eve ulaştık, iki onluk atacak zamanımız kalmıştı ve eşitlik bozulmadı. fotoğrafları bilgisayara yükledik, şarjları yenileyip ertesi sabah çıralı tarafına gitmek üzere karşılıklı çekyatlara yerleştik. cuma bitmişti ve kaleköy aklımda sonsuza kadar kalacaktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder