13 Ekim 2010 Çarşamba

güneşli pazartesiler

a day in the life, the beatles'in en sevdiğim beş şarkısından biridir; güzel geçen günlerimin sonunda istemsiz aklıma düşer. pazartesi böyle bir gündü, tesadüfe bak ki salı da aynı güzellikte devam etti. hayatımdaki bir günü olduğu gibi, yorumlamaya çalışmadan, mobese kameraları objektifliğinde yazmak da dün bu saatlerde aklıma geldi. fakat objektif olabilmek aradan geçen yirmi dört saatten sonra hiç kolay değil, unuttuğum detayları zihnim dolduruyor. yaşlıların her şeyi güzel hatırlama yanılsaması gibi, ben de geçen saatlerden sonra tüm gerçeği olduğu gibi hatırlayamıyorum. oysa aklımda epey bir şey vardı.

pazartesi, sevgilimle antalya'da buluşarak başladı. hemen migros'a gidip saat beşteki somewhere için iki bilet aldık. tarantino'nun epey övdüğü bir filmdi, sofia coppola çekmişti. biletleri aldıktan sonra kale kapısı'na gittik. ışıklar caddesi palmiye ağaçlarının anlamsız uzunluklarının gölgesinde devam ederken, biz de aylak adımlarla yürüdük. vitrinlere bakıp insanların ayakkabı dedikleri şeylerle alay ettik, parmakları açıkta bırakan fakat dize kadar uzanan ucube çizmeleri inceledik. tekstil sektörünün içine girdiği yaratıcılık krizine ilk elden tanık olup, adidas'ın neden artık güzel renkte süperstarlar yapmadığını tartıştık. tek isteğim gri üzerine siyah çizgili ve beyaz tabanlı deri bir süperstardı oysa, umudumu kaybedip üç kapıların önünden geçtik. ekseriyetle yaşlılar vardı caddelerde, gençler muhtemelen bir yerlerde çalışıyordu. emekli olunca onlar da dışarıda dolaşabilirdi. burger king'ten birer dondurma alıp, karaalioğlu parkı'na girdik. antalya'nın eski zamanlarından kalma fotoğraf sergisinde kaybolduk biraz, tarık akıltopu'nun epey kötü şiirleriyle kendimize geldik. vogon şiiriyle kapışabilecek kadar kötü dizelerdi ne yazık ki, elimizden bir şey gelmedi. iki amaçsız gibi dolaştık, falezlerde oturup aşağıya baktık. tarihin en anlamsız vasıtalarından biri olan tur teknelerini izledik. javier bardem'den, güneşli pazartesilerinden, sinemadan konuşurken kaleiçi'nin taş sokaklarında sürüklendik.  birer tuborg içmenin kimseye bir zararının dokunmayacağı güneşli bir pazarteside,  adımlarımızın bizi nereye sürüklediğinin tam olarak bilincindeydik.

gizlibahçe'ye girip hemen ortadaki kaplumbağa havuzunun yanındaki masaya konuşlandık. tarihi bir evin gölgesi avluya vuruyor ve dire straits "money for nothing" ile bu güzel güne eşlik ediyordu. tahta sandalyeler ve ekose örtülü tahta bir masa, çok soğuk tuborg gold ve güzel müzik. gizlibahçe'ye ne zaman gelsem, hayatı ayrı seviyorum. birkaç biradan sonra saate baktığımızda dört buçuk olduğunu ve filme muhtemelen geç kaldığımızı görmek, yavaş geçen güne bir ivme kazandırdı. koşar adımlarla kaleiçi'nden çıktık, amacı olan iki insandık ve birbirimizi seviyorduk. ilk otobüs, gitmek istediğimiz yere gideceğini vaat eden bir belediye otobüsüydü ve en arkada tam iki kişilik boş yer vardı. filmin başlamasına 13 dakika kala başka bir duraktan yolcu alıyorduk, geç kalacağımız kesin gibiydi.

saat tam beş iken, salondan içeriye koşarak girdik. yerlerimize başkaları oturduğundan, daha güzel bir yere oturmak zorunda kaldık. ekrana baktığımız anda "somewhere" yazdı, film tam zamanında başlamıştı. herhangi bir macera filmine ve son anda kurtulan bruce willis'e tercih edebileceğim sakin bir filmdi ama büyük ödül verilecek kadar değildi. hollywood dünyası, benim için başka bir gezegen kadar yakın olduğundan tarantino'nun övgüsünü pek anlayamadım. sinema yerine bilgisayarda izleseydim filmi bitirmek yaklaşık yedi yılımı alırdı. sinemada olduğum için bir yere kaçamadım fakat yine de kötü bir film değildi. sadece pek bir şey olmuyordu. festival seyircisini mest edecek türden sanırım, tam emin değilim. bir kez daha izlemek için kesinlikle astronomik bir ücret alırdım.

filmden çıktıktan sonra eve dönmem ve saat dokuz buçuktaki halı saha mücadelesinde forma giymem gerekiyordu. otobüse binmeden önce arby's'te enfes bir fast food festivali düzenledik. beef and cheddar, burgu patates ve erimiş peynir gün boyu gelişen ve gerçek bir canavara dönüşen açlığımızı yatıştırmaya yetti. ayrılmak istemedim, hep bir alışveriş merkezinin yemek katındaki plastik sandalyelerde yan yana oturup her şeyden biraz biraz konuşmaya devam etmek istedim. birbirimizi bulmamızın üzerinden bir sene geçmişti ve anlayıp anlatabilmenin, içmeye gitmenin ve vitrinlerdeki tuhaflıklarla dalga geçmenin tadı anlatılmazdı. çok yakında yeniden görüşmek üzere sabah buluştuğumuz yerde ayrıldık.

iki saat sonra bir halı sahada deli horozlar gibi oradan oraya koşuyordum, berbat başladığımız maçı bir şekilde kurtarmak için takım olarak büyük çaba sarfediyorduk. anne tarafından leopar olan karşı takımın kalecisi yere inmiyordu, tüm topları çıkartıyordu şerefsiz. tek farklı galibiyeti son dakikada aldık ve kardeşimle maçtan sonra birer soda içip eve geldik. güzel bir pazartesi geride kalmışken, altı saat sonra kalkmak zorundaydım. bu sefer yolum daha batıya, fethiye tarafınaydı ve kaputaş'ta günbatışı her zaman güzel olurdu. yaklaşık 1400 kere yaşadığım pazartesilerin belki de en güzeli geride kalmıştı.




1 yorum:

Nalanca dedi ki...

Çalışırken arada bir aklıma geliyor "mies yazmıştır, okumalı eve gidince" diyorum. gelince bakıyorum "a ne güzel, yazmış". "yorgun argın tadı çıkmaz, hafta sonu bakarım" diyorum. En keyifli anımı bulup öyle okuyorum. iyi ki varsın ne diyim:)