21 Ekim 2010 Perşembe

dört element haftası - cumartesi

- günün tamamını yazmak çok uzun sürüyor, yeniden bile okuyamıyorum doktor?

- yeniden okuman için değil, uzak bir gelecekte geçmişi hatırlamak için yazıyorsun zaten genç adam. bunu da gerçekleştirebileceğin en doğru mecra burası, sözlüğü insanların genelini ilgilendiren konular için kullanırsan iyi olur.
- evet haklısın da cumartesi günü ne yapmıştım, nereden başlayayım?
- phaselis'ten başla ama önce kapıya bak.
- yok bakmayacağım, bugün kapıya bakmak istemiyorum.


en son ölesiye bir korku yaşadığım phaselis'e araçla dönüp gündüz normal seyreden her şeyin gecenin karanlığıyla nasıl bir hale bürünebileceğine tanık olarak güne başladım. panik yapacak bir şey yoktu, fakat o hışırtı hala aklımın bir köşesinde. hemen çaprazımızda bir şeyler bizi takip ediyordu, yol zifiriydi. kara bir köpeğin, dişlerini gösterip bize hırlaması bile hışırtının yanında bir hiçti. bulutların epey alçaldığı, bununla birikte güneşin de ara sıra çıktığı serin bir gündü. likya maratonu için kurulan finiş çizgisinden geçip phaselis'in üç limanını ve antik kenti dolaştık. sabah yağan yağmur, taşların üzerindeki mevsimlik tozu almıştı ve ortalığa bir canlılık katmıştı. turist kalabalığı yoktu, olanlar da sakince dolaşıyordu. çok yaşlı turistler, sanki ilk gençliklerini geçirdikleri phaselis'e geri dönmüştü. dağdan yuvarlanıp denize düştükten sonra hayatını kaybetmiş bir ağacın yanına giderken dalga içinde kalmam, günün geri kalanında çok sevdiğim süperstarlarım yerine will'in sandaletleriyle idare etmeme neden oldu. ağaç güzeldi, geometrikti; uğruna ıslanmaya değecek nadide ölü şeylerden birisiydi.


phaselis'te küçük bir geziden sonra, çıralı yol kavşağında beni bekleyen sevgiliyi almak için geri döndük. hedefimiz, volkanik kayalardan oluşmuş dar bir boğazın kenarında bira içmekti ve bulutların arasından çıkan güneş, bölgesel aydınlatmalarla ağaçları ön plana çıkartıyordu. gün güzel olacak gibiydi, ama bu kadar olacağını bilemezdim.

çıralı'da ne yazık ki tuborg bulamayınca, tuborg çantamıza altı tane efes sıkıştırdık. bazen tuborg'un hiçbir surette bulunmadığı özel anlar oluyor ve ne yapsak da ulaşamıyoruz. dağıtım ağı efsanevi gerçekten, bu aralar kutu fıçı da göremiyorum. ne yaptıklarını bir anlayabilsem her şey daha kolay olacak. efesleri yüklenip, çıralının çöl atmosferinden geçtik. solda uzanan kayalar bizi pek kimsenin bilmediği, bilenlerin de her zaman gelemediği muhteşem bir geçide götürecekti. bu geçidi keşfettiğimden beri sevdiklerimle burada içmeyi çok istiyordum. arazi şartlarına çok uyumlu olmayan sevgili kayaların üzerinde sekmekte pek başarılı olamasa da, bir şekilde vardık. kayalar koyu griydi, hava ve şartlar güzeldi. havluları serip içmeye başladık. kuzey-güney aksında devam eden akdeniz, önümüzden usulca geçiyordu. camel yine rajaz söylüyordu, hayat bir bize güzeldi. biraların bitmesi ve yağmurun başlaması aynı ana denk gelince, yerimizden kalktık. birası bitince keyfi kaçan willy, her zaman yaptığı gibi bira bulmaya gitti. ben de, şu anda ankara soğuğunda hayatta kalmaya çalışan sevgiliyle yağmurda denize girdim. olması gerektiğinden daha soğuktu, o yüzden fazla kalmadan geri çıktık. ileride güneş açmıştı ve gökkuşağı hemen tepemizdeydi. bir ayağı denize saplanırken, turunculaşan güneş ortama masal havası veriyordu. çıplak ayakla ve fotoğraf makinemle oradan oraya koşup kendimi anı ölümsüzleştirmeye adadım, ellerimizde biralarla sağa sola seken üç kişiydik ve doğru zamandaydık. güneş batıncaya kadar ne kadar optik illuzyon varsa sırayla gerçekleşti, ruhumuzu olimpos tanrılarına emanet edip olimpos'a bayrams'a geçtik. çıralıdan olimposa yürümenin bir kilometre, arabayla gitmenin ise yirmiden fazla olmasını seviyorum, araçsızlık özlemimi pekiştiriyor.



dağdan kasabaya inip kümeslere girişen aç kurtlar gibi daldık yemeğe, hepsi birbirinden güzeldi. ortada ateş yanmaya başlamıştı fakat biralarımızı sahilde içmek istedik. olimpos'ta da soğuk tuborg bulamayınca efes'e devam ettik. bloga "tuborger" diyen birisi için ciddi bir handikap ama bir daha olmasın. tuborg kendi dolabıyla ve dağıtım ağıyla gelsin de besleme gibi meşrubat dolaplarında dolaşmasın. ufukta sürekli çakan şimşeklerin aydınlattığı bulutlar, tepede samanyolu galaksisi. kayaların dibine çöküp geniş ekran şimşek izledik, bulutsu pamuklar uzağa yığılmıştı ve kağıttan aydınlatmalar gibi gözüküyordu her elektrik atladığında. tepede ise her şey sakindi, yıldızlar milyar yıllık uykularına devam ediyordu. birer sigara güzel geldi, dışarıda olmak her zaman iyiydi de cumartesi günü zirve yapmıştı. gökkuşakları, şimşekler, yıldızlar, rüzgar ve ateş. dört elementin en güzel sunumları bizim için hazırlanmış gibiydi. pansiyona dönüp bu sefer ateşin etrafına dizildik, ailenin diğer oğlu da sevgilisiyle ateşin başındaydı. kardeşim de gelmişti aynı yere ve bira içiyordu. biraları alıp bir ateşin başında konuşlandık, insanın hayatta değer verdiği kaç insan vardır ki? büyük bir kısmı, benim için ateşin başındaydı ve bir şeyler konuşuyorduk. biralar bitiyor, biralar geliyor; ateşe bakıyorken yüzlerimiz de hafiften yanıyordu. cumartesi gecesi bir pansiyonun portakal ağaçlarıyla kaplı bahçesinde kütüklerin üzerinde son buluyorken, hayattan aldığım keyfi damağımda hissediyordum.

Hiç yorum yok: