22 Ağustos 2011 Pazartesi

ride under the moon & dawn

yaklaşık bin kilometrelik uzun bir yolculuktan sonra ofise dönüp karanlık gündemin bir kenarına tutunmak pek hoş olmasa da yoldan aklımda kalanlar bana bir süre daha yetecektir. sahte insanların hayatlarımızın tam orta yerine medya aracılığıyla kurulduğu ve gitmek bilmediği, insanların etnisite üzerinden dolduruşa getirildiği ve öteki taraf vaadiyle kandırıldığı şu yılların benim için hiçbir önemi yok. şehirler kendi üzerine çökse bile motosikletimiz yeterince hızlı, toz bulutundan zamanında kurtulabiliriz. yayla yoluna çıkar, sabahın altısındaki keskin soğukta sedir ağaçlarının yanında ilk molamızı veririz. karları erimiş dağın durgun baraj gölündeki yansıması ve kimselerin olmadığı yollar bizi kendimize getirecektir. haberler, ölümler, siyasetçiler, yalancılar ve sonsuz bir veri akışı yok. sadece yükselen güneş ve kısalan gölgeler, yolumuzun üzerine çıkan koyun sürüleri ve yılan gibi kıvrılan yollar var.  yeni gelen bir mail ve saat de cehennemin dibinde, güzel bir ağaç altında ya da ayçiçeği tarlalarının önünde durup evden hazırladığımız sandviçleri yemenin, önümüzde uzanan yolun ve bize katacaklarının bilinemezliğinin hissiyatını medeniyetin tek bir zerresi bile vermiyor. diğer insanlarla aramızda kasklarımız var. diğer insanların hastalıklı düşünceleri ve evhamları artık kayıp, neye inandıkları ve inandıkları değer üzerinden başkasına kurdukları baskılar da deniz kenarındaki viraja 140 ile girerken hafiften yatan motorun üzerinde aklıma gelenler değildi. benzinimiz bitince depoyu bir kez daha doldurduk, karnımız acıkınca da yol üzerinde bir yere parkedip karnımızı doyurduk.



cumartesi sabah antalya'da başlayan yol, bizi sabahları buz gibi olan elmalı üzerinden yamaca kurulmuş kalkan'a, oradan kumların ülkesi patara ve  paraşüt dolu hava sahası ile fethiye'ye, bir dağın zirvesine; bundan yaklaşık 4000 sene önce kurulmuş görkemli kent tlos'un kayaya oyulmuş lahitlerine ve hala ayakta duran kemerlerine, usulca akan bir suyun yer yer belimize kadar yükseldiği saklıkent kanyonu'na, çadırlı emeklilerin yerleşik hayata geçtiği katrancı koyu'na ve çok zenginlerin teknelerini çektiği göcek'e götürdü. bir gördüğümüz insanı bir daha görmedik, aynı yoldan geçmedik. bazen  durdum ve dört bin sene öncesine baktım, bazen dört bin sene öncesi tüm ihtişamıyla önümde durdu ve ona hürmet ettim. ölümsüzlük taşta saklıydı, bende değil. en iyi ihtimalle elli sene sonra olmayacaktım, gençlik nasıl bir insanın ömründe geçiciyse; hayat da zamanın kadim tarihinde öyleydi. bir süre yaşadıktan sonra geçip gidiyorduk işte, belki bir başka bedene belki de çok koyu bir karanlığa. varken yok oluyorduk.

yola çıktığımzda henüz ortalıkta gözükmeyen güneşi, fethiye'de dağların ardından batırdık. üzerinde patlamalar var mıydı 300mm lensim ile tam göremedim, belki de 400mm almam gerekecek seneye. tüm gün at sürmüş iki yorgun şövalye gibi sonunda bir otele yerleştik. temiz çarşaflar ve ılık bir duş. fethiye'de gece hayatı, daha önce olduğu gibiydi. her turiste yavşayan ve bende tiksinti uyandıran adamlar, birbirinin aynısı ingilizler ve otuz sene öncesinin müzikleri. kimsenin yeniliğe ihtiyacı yoktu, birisi hunharca düğün yapıyordu sadece. moral bozan org müziği eşliğinde tuhaf hareketler serisine düğün denen topraklarda yaşıyorduk ve kalabalık çığırından çıkmış gibiydi. nedense tüm geleneklerimiz ve insanımızın gördüğü her kayaya isim yazma ısrarı beni çileden çıkartıyordu. saklıkent kanyonu'nun derinliklerinde bile adam bembeyaz kayanın üzerine kırmızı boyayla adını ve sevgilisinin adını yazmıştı. bir kayadan yuvarlan sezai, yapmaya son çalıştığın şey akan kanınla ismini yazmak olsun. medeni bir insan olana kadar yeniden doğ, sakallı bebek gibi dolaş ovalarda, çöpünü sağa sola bırakmamayı keşfedene dek yeniden yuvarlan yamaçlardan.








pazar sabahı uzun bir kahvaltıdan sonra tekrar yola çıktık, gece bastırmadan eve dönmemiz gerektiğinden marmaris'e gitmenin iyi bir fikir olmadığını düşündük. paramız resmen suyunu çekmiş ve dünya'nın en pahalı benzinini vatandaşına sunan yüce devletimiz tarafından cebimizden zorla alınmıştı. göcek marina'nın etrafını dolaşan toprak yol bizi küçük bir koya ve bu koyda küçük ceylan dinleyip kağıt oynayan dört tane davarın yanına götürdü. tüm şiddetiyle uluyup acı çeken bir ses ve sevmediğim insanlar. fazla kalmadık, öğlen sıcağını çimlerin üzerinde uzanıp biraz müzik dinleyerek geçirdik. moleskine'e notlar aldım, geçen sene antakya'da, bir önceki sene istanbul'da yapı statiği finalindeymişim. şimdi de muğla'daydım işte. yanımızda kasklarımız ve rotamız vardı.


geri dönüş yolunda geçtiğimiz haftalarda olduğu gibi kaputaş'a indik. beyaz taşlardan seken ışık ve merdivenlerin ardından dünyanın en güzel mavisi. bir önceki gün arsenal'i 2-0 yenen liverpool'umun mutluluğunda, liverpool havlumu kumların üzerine serdim. hava oldukça sıcaktı fakat motorda bunun farkına varmamıştık. denizle kavuştuğum ve tüm hafızamı sıfırladığım eşsiz an. önüm arkam sağım solum türkuaz bir sarhoşluk gibiydi, yaşadığımı hissediyordum. burada kalmalı ve zamanı gelince de böyle bir yerde ölmeliydim. 21. yy medeniyeti vahşilikten öte değildi artık; fabrikalar, hisseler, tedarik zincirleri, insan kaynakları, raporlar, projeler ve anlaşmalar. kaynağım denizin dibindeydi ve tüm doğayla iyi anlaşabiliyordum. birisine rapor vermek ve alternatif üretmek zorunda değildim.








güneş alçalmaya başlayınca geri dönmenin çanları da hafiften çalmaya başladı. yanımızda getirdiğimiz suyla kafamızı yıkadık, üzerimizi giyindik, kaskları takıp bir kez daha yola koyulduk. bir süredir aklımı zehirleyen ve beni yazmaktan alıkoyan her şey gitmişti, pırıl pırıl olmuştum. insan ilişkilerinden dolayı içimde katılaşan monokrom levha parçalanmış ve altından bembeyaz bir tabaka çıkmıştı. bomboştu, sırt çantamda mutluluğun mimarisi ve aklımda tabula rasa ile yeni bir ruh halimin ilk dakikalarındaydım ve son hız eve dönüyorduk.


çok uzun bir yolun ardından eve bir kez daha döndük. babam, uzun zamandır hayalini kurduğu c max'ı almak için birkaç saat önce yola çıkmış, annem ise benim dört saatte yarısını ancak hazırlayabileceğim bir sofrayı balkona kurmuştu. balkondayken hafiften bir rüzgar çıktı, gözlerimi kapatınca sanki hala motorda olduğumu düşündüm. bir sonraki güzergaha kadar bir ara vermeli ve şehre geri dönüp benzin parası kazanmalıydım.


günlerin gölgesinde ve ayın ışığında geçen birkaç günden sonra insanların arasına geri döndüm, onlardan biri değildim ve bir süre insan taklidi yaptıktan sonra geri gidecektim.



Hiç yorum yok: