26 Ağustos 2011 Cuma

strangers in the day

tanrı'nın sorduğu "neden tuborg" sorusunun ve benim bunu cevaplamak için blog açmamın üzerinden tam bir sene geçmiş, her ayın sonunda yaptığım genel durum değerlendirmesini bunda da yapacak değilim paniğe kapılma. ankete iştirak et yeter, bir senedir neredeyse her gün yazıyorum ve yüz kişi bile katılmamış ya lan ankete? kendim çalıp kendim oynamayı ve kapımın önünde kırmızı tuborg bulmayı severim bilirsin fakat sağlıklı bir sonuç için yüz tane oy almak istiyorum. 

blogun birinci yıldönümünü hasta olmama rağmen içtiğim altı kırmızının hala devam eden ve her saat biraz daha azalan etkisi ile elimden geldiğince kutlamaya çalışacağım. insan gibi içmediğim bir gecenin ertesinde eve bir şekilde ulaşmak ve yatağımda çapraz uyandıktan sonra işe gelmeyi de aradan çıkarmak dikkate değer bir başarı. uyanır uyanmaz patates bile kızarttım güzel kafayla, onu da şike skandalıyla çalkalanmaktan kusma evresine gelmiş televizyonun karşısında yedim, kandaki alkol oranı seyrelsin diye de bir litre ice tea şeftali içtim.

evden çıktım, ortalık gerçekten göz kamaştırıcı derecede aydınlıktı ve gözlerimi açmakta zorlanıyordum. hemen sol tarafımda birisi yürüyordu. birbirimize iyice yaklaşmıştık ve biraz sonra sırtına bıçak yedikten sonra brütüs'e hayıflanacak sezar tedirginliğinde, ürkek bir leopar gibi sessiz adımlar atıyordum. sol omzumun ardındaki sonunda seslendi, döndüm ve baktım. daha önce görmediğim birisiydi ve aynı apartmadan çıkmıştık. heralde yüksek sesle müzik dinlediğim ve evden genellikle boş bira kutularıyla ayrıldığım için bana beddua edecekti. bekara ev yok medeniyetinin gereklerini hatırlatacaktı. sabah güneşinde parlayan açık renkli gözlerine baktım ve ismini tahmin etmeye çalışmama rağmen bulamadım. 

"kapının önüne biraları bırakan bendim, özür dilerim" dedi. yerine oturan taşlar ve sıkıcı hayatlarını balkonda sürdüren atletli emekliler adına sonunda bir belirsizlik daha son bulmuştu. hem kapıma kırmızı tuborg koyup hem de özür diliyordu, bambaşkaydı. aynı apartmanda oturduğumuzu ve evin kısmi fotoğraflarını koyduktan sonra, yaklaşık altı aydır yazılarını takip ettiği adamın ben olduğumu fark ettiğini söyledi. bir gece önceden çok içtiğim için aklımın bana oynadığı bir oyun gibiydi fakat gerçek olduğunu, beraber ofise doğru yürürken anladım. kafamdan uydurduğum kişilerin bir ismi mutlaka olurdu ve onun ismini bilmiyordum. adını sordum, söyledi. özür dilemesine gerek olmadığını, bunun özel bir jest olduğunu söyledim. bir antalya sabahının parlak asfaltları üzerinde konuşarak ilerledik. itü'de şehir ve bölge planlama okuyormuş, daha birinci sınıfa geçmiş. bir siyah poşetin içinde hemen doğum günümde bulduğum altı kırmızının ardından, blogun doğum gününde de altı kırmızı içmiş ve işe giderken de jestin sahibiyle karşılaşmıştım.

tanıştığıma memnun olduğumu söyleyip ofise girdim, hayat bazen gerçeklik çizgisinden sapıyor ve alternatifler sunuyordu. yazmak işaretleri ortaya çıkarıyor ve bazen kapımın önüne bırakılmış şık bir hediye paketine neden oluyordu. her şey tuhaftı ve handan da bunun farkındaydı.


Hiç yorum yok: