16 Nisan 2012 Pazartesi

askeri kahve

bundan tam iki sene önce yazmaya karargah binasının herhangi bir yere erişimi olmayan bilgisayarında başlayıp türlü badireler atlattıktan sonra internete yüklemeyi başardığım bu kahve yazısını sonradan hiç okuma fırsatım olmamış. yazdıklarımın hemen hepsini unuttuğumdan kendimi tekrarlama hatasına düşüp düşmediğimi bile bilmiyorum. iki sene önce diyarbakır'da, yeşil kamuflajlarımla cam tuğladan cehennem duvarının yanındayken, şimdi açık gri pantolon ve mavi bir gömlekle belediye binasındayım. komutanların göz açtırmayan baskısından sonra her şey alabildiğine serbest. öğlen ne yiyeceğimi seçme hakkım var, her gördüğüm herife de elimi şapkamın önüne götürerek selam vermek zorunda değilim. tüm zorunluluğum bitti, kahve istersem de yanımdaki telefonu kaldırmam yeterli. ehliyet bile opsiyoneldi fakat yine de sınava girdim, 120 soruda 118 doğru çıkarırsam kimse şaşırmasın. sınavdan çıktıktan sonra ensemden sokan arı da şahidim olsun ki artık askerde değilim, istediğim zaman da kahve içerken rajaz dinleyebilirim...

...

öyle bir sabit ki hayatımda; geçen sene tam şu anda, yani 14 nisan 2009 15.15’te, yine kahve içip bir yerlere bir şey yazdığıma eminim. dudağımın arkasında beklettiğim kahveyi içmekten ziyade damıttığımı, çalışmayı pek istemeden akşamı beklediğimi, kahvenin beyaz kağıt üzerindeki desenlerine takılıp kaldığımı ve çalan müziğe tutunup zihnimi serbest bıraktığımı biliyorum. format aynı kalsa da, mekan-insanlar-müzik-sosyal hayat değişti sadece. geçen sene mutlak surette rajaz dinlerdim, pahalı duvar kâğıtlarının çevrelediği mekanda kutsal şarkım çalarken, patroniçem de bu ritüele sigarasıyla destek olurdu. loft furyasına kapılıp tepesinden sanayi tipi dev aydınlatmaların sarktığı ofiste rahatsız edenimiz çok olmazdı, kahve ayini başarıyla biterdi. kahvenin seçici geçirgen hücre zarımdan içeriye girmeye çalışması da dahil olmak üzere kainatta olup biteni kısa süreliğine görürdüm. güneye doğru uçan bir kuşun gözünden bakardım bazen hayata, bazen de binlerce yıldır doğru zamanın gelmesini bekleyen virüs gibi hareketsiz kalırdım. garcia marquez’in bir kitabında yaşadığımı ve kitap okundukça hayatıma devam edebileceğimi düşünürdüm. 

şimdi rajaz çalmıyor, sqny marka sikindirik radyomuzda rajaz niyetine funda arar’dan “yalnız ve paramparça” dinliyoruz. patroniçe gitmiş yerine bet suratlı bir binbaşı gelmiş ki hayatımın geri kalanında böyle bir insanla aynı ortamda çalışmayacağımı bilmek rahatlatıyor. daha önce çalıştığım herhangi bir yer, balayı süiti gibi kalıyor bu evrak ve prosedür cehenneminin yanında ama bir kere yapılan bir hizmet olduğundan susuyorum. hayat da bir kere yaşanılan bir serüven olduğundan normalde de susuyorum gerçi, yazının keşfi sanırım en çok bana yaradı. tarih öncesi dönemlerde yaşasaydım muhtemelen yine akşamı bekler ve elimde bir çubukla yazıyı bulmaya çalışırdım, bulur bulmaz da günlük tutardım. aklımın yarısını götüren bir hastalık oldu bu günlük formatı. ortaokula giden kızlar gibiyim, neresi olursa olsun yazıyorum bir şeyler. not deftersiz dışarı çıkmıyorum, bir bilgisayar bulsam notepad açıyorum, proje keşfinin olduğu çizelgenin köşesine bile o an neler oluyorsa not düşüyorum. tedavi edilmesi gereken bir şimdi bağımlılığım var, dünyanın kaderini değiştirmeyecek ne kadar önemsiz olay varsa belge altına almak istiyorum. 

-abi, kahve başlığına geri dön istersen. 

15 nisan 2010 11:11’den devam…

dünkü kahvem, komutanların komutanının teftişe gelmesiyle yarım kaldı. herkesin ölesiye korktuğu bir adamdı, tek parmak hareketiyle beni hayatımın geri kalanında hiçbir prensesin öpüp de düzeltemeyeceği bir kurbağaya çevirebilirdi. o yüzden kahveyi döktüm ve bardağı en ücra köşeye sakladım. bu sabah ancak çıkarabildim ve kahve rituelimin öğleden önceki ayağına başladım.

rajaz yine yok, hatta şu an “yüreğinden yaralı bizim hikâyemiz” dizesiyle serdar ortaç konuk oluyor kulaklarıma. sivil hayatta tüylerimi ürperten bu şahısa olan ön yargılarımda da ciddi azalma var ama yine de şarkının bitmesini beklemek istiyorum.

2 dakika 37 saniye sonra…

evet şarkı bitti ve haykıran kıraç’la yola devam. kıraç arkadaşım olsa eminim ki mesafeli yaklaşırdım, her an bağırabileceği gerçeğini aklımın bir köşesinde tutar ve ona göre davranırdım. sakinleştirmeye çalışırdım durduk yere küçük harfle konuşsun diye. bir insan şarkı da söylese sakin olmalı, brütal vokal de yapsa kontrolü elinden bırakmamalı. yarım saatlik black rose immortal’a ve opeth’in müzikalitesine de selam olsun, günlerim azaldıkça ending credits’in sesini daha fazla duyuyorum. 

saatler geçti…

bir fincan kahveyi ağız tadıyla içemedim. yarısına bile ulaşamadan yine angarya bir iş çıktı. sakinlik ve sessizlik istediğim her an, tanrı üzerime felaketler gönderdi, beni lanetlediği bir kavim sandı. bugün vazgeçtim kahve keyfi yapmaktan, zaten şu keyif kelimesinin üzerini de çizmem gerekiyordu ama içimdeki sefa pezevengi bir türlü uslanmadı. 

kahve ve müzik keyfinden de uzak dur ulan? 29 gün sonra dağın başında mı içersin artık, denizin dibinde mi ama biraz taviz ver. 4.5 aydır bira içmiyorsun ve gördüğün gibi dünya dönmeye devam ediyor, suların yükseldiği de yok. komutanın dolabından kahve yürütmek de ne ola? arsız mısın oğlum sen?

bu arada yeniden funda arar çıktı. “hayat bir gündür, o da bugündür” diyen adam doğru söylemiş. sanki her gün, aynı günü yaşıyorum burada. soğumuş kahvemden ve konsantre olamamaktan nefret ediyorum. bir şeyi istedikçe, o şeyin (artık ne sikse bu) benden uzaklaşmasına, imkânsızlaşmasına; bu sırada neyi istemiyorsam, onun da atkı gibi boynuma sarılmasına katlanamıyorum. bağırmak istesem ortam müsait değil, tekmil kisvesi altında adımı soyadımı ve memleketimi çığırsam da rahatlasam olmaz. söylemekten adıma, her sabah tıraş olmaktan yüzüme, her yerde görmekten de cinsiyetime yabancılaştım. erkek kelimesi de ne çirkinmiş, bimde satılan kolpa kek markası gibi. yaşasın kadın!

en iyisi akşamı beklemek, işlerimi bitireceğim yalanına sığınıp kimselerin olmadığı bir vakitte tek başıma kahve içmek. insansızlık özlemi aldı başını yürüdü, omzunda yıldız taşıyan adamlardan öyle bıkkınlık geldi ki dönünce gerçek yıldızlara bakmaktan imtina etmezsem iyi.

saat 17.37…

erken biten mesainin ardından gelen muhteşem sessizlik, gripin ve akıllara durgunluk veren şarkısı “durma yağmur durma”. portatif zaman makinem olsa, yanıma bu şarkıyı da alıp istanbul’a geri dönerdim ve yürürdüm. trafikte durmuş arabaların arasından, yanaşan vapurların gölgesinden, taksi katarlarının önünden, ıslak hamburger boğazlayanların yanından, cihangir kaldırımlarından... şarkı bittikçe başa sarar, kahvem azaldıkça yenisini yapardım. zaman makinem sayesinde öldükçe yeniden doğardım, hep geri dönerdim. 

- son bir haftadır dikkat ediyorum, sanki istanbul’u özlemişsin gibi?

sadece istanbul’u değil ki, hemen her şeyi özledim. özlemek iyi ki sağlığa zararlı değil; yataklara düşer ve mum gibi erirdim yoksa. gözlerim görmez, kulaklarım duymaz olurdu. hayat, parmaklarımın ucundan akıp giderdi her saniye. yarılanırdım günbegün. geri dönecek dermanım olmazdı, oysa gelecek ay şimdi gibi son günüm olacak. nostradamus’un “bir gün gelecek, bir gün kalacak” kehanetindeki söz konusu gün gelecek. neleri özlediğimi saymak başka bir yazının konusu olsun, yazı değil excel tablosu anca keser ama bir deneyeceğim.

istediğim gibi bir kahve içmek bir günümden fazlasına mal oldu ama buna değdi. şimdi burayı terk edebilirim, koğuşlar bölgesine giderken ıslıkla in the army now bile çalabilirim.



3 yorum:

Adsız dedi ki...

kendi cinsiyetine yabancılaştığın kısım başta olmak üzere efsanevi bir yazı! (:

zaphod dedi ki...

Sağolsun yazın beni de senin askerde olduğun zamanlara götürdü. Sayafyı aşağı doğru scroll ettikçe bitmeyen "deh amk" dedirten zor günlerdi. Çok şükür artık tuğla gibi yazmak için fazla vaktin olmuyor. Less is more brother. Bu arada o evlenen kuzen telefonda kalbini kırdığım kuzen mi? Öyleyse kocasına söleme.

mies dedi ki...

yok o değil, ablası evleniyor. senin hesabını ben keseceğim zaten, bekle az kaldı. uzun yazacak zamanım olmuyor, bir denk getirsem on kişiyi bayıltacağım.