3 Nisan 2012 Salı

two brothers' island

dün akşama kadar devam eden toplantılar ve projenin sürekli değişmesi, bizi iş programı açısından birkaç ay geriye atabilirdi fakat neyse ki bir iş programımız yoktu. proje maliyeti, ülkede herkes bir lira verse bile dengelenmiyordu ve projenin mutlaka küçülmesi gerekiyordu. scale komutu ile projeyi 0.1 oranında küçültürsem maliyet de onda birine düşecek fakat 21 santim yüksekliğindeki kapılardan, adam kafası bile geçmeyecekti. ancak kedilerin cirit atabileceği bir kompleks yapmak da toplantının gündeminde değildi. biz de kedi ya da o ebatlarda canlılar değildik. kediler de bu proje için herhangi bir ödeme yapacak gibi durmuyorlardı. tüm kahrolası dinamikler bizim aleyhimize işlerken, öğlen arası da geldi. belediyemizin er kişileri yemek için kendi evlerine gidince, bana belediyemizin bayanları ile bir arabaya doluşup yemeğe gitmek kaldı. bir masanın etrafında, beş bayanın arasında otururken bir şeyleri yanlış yaptığımı o anda anlamaya başladım. ne yapıyordum lan ben? bu konuştukları ve yeni aldıkları çantalar da ne demek oluyordu? henüz ışınlanmış gibi etrafıma yabancı gözlerle bakarken yemeği bitirip kalktık, bu sefer tatlı yemek istediklerinden pastaneye çöktük. olimpos'un sakallı tanrıları ve müzekart soran yılmış bekçileri adına! profiterol siparişi verdik, ayrılıkçı lider gibi oturmamak için azıcık profiterolu övdüm. çikolata her zamanki gibi yapış yapış ve iğrençti, damak tadıma zerre uymuyordu fakat gökten zembille inmemişti; bunu ben hak etmiştim. göz göre göre pastaneye oturmuş ve hamur topaklarının üzerindeki çikolataya tatlı kaşığı ile girişmiştim. 

hayat işte... yolun kenarındaki pastanede takım elbisemle hanım hanımcık otururken, aklıma, günde defalarca olduğu gibi eski anlar geldi. profiterolumu herkesten önce bitirmiş ve yola bakıyordum. o yoldan, çağlar ile defalarca geçmiştik. geçip de kaş'a, kaputaş'a ve güzergahta ne varsa oraya gitmiştik. motorumuz etrafta oturanların dikkatini dağıtacak kadar güzeldi, yanımızda duran arabalar ister istemez bize bakardı. kırmızı ışığın kısa ömründe arabasıyla motorumuzu takas etmek isteyenler bir kenara, teknesiyle bile bir alışverişe girmek isteyen deli bıyıklılar olurdu. yeşil yanar yanmaz en öne biz geçer ve virajlarda da hafiften yatardık. fiziğin ve merkezkaç kuvvetinin yasaları bunu gerektirirdi. diğerleri prolarını (ismini uzun uzun yazmak bile istemiyorum kahrolasının) bitirirken, ben de iki nisana geri döndüm. bazen, vurulduğunu henüz bilmeyen bir asker gibi hissediyordum kendimi. bazen o kadar acı çekmiyordum ki, olan bitenin uyanınca bitecek bir rüya olduğunu düşünüyordum. düşler ve hayaller, gerçeğimi eğip büküyor ve aklımı karıştırıyordu. mutlak doğrunun hangisi olduğunu düşünürken de uyuyakalıyor ve rüyalardan devam ediyordum. uyanınca gideceğini biliyordum. hayat da belki ölünce uyanacağımız bir rüyadır, aksini iddia edebilir misin? yine de ne olursa olsun, yaşamaya mecbursun.

çam ağaçlarının örttüğü patikadan denize ulaşmaya çalışırken, gruptan birisi son sesiyle bulutsuzluk özlemi'nden şarkılar söylüyordu. sesi kötü ama dinlenesiydi, bir daha geri dönemem kısmına mırıldanarak eşlik ettim. belki yeniden karşıma çıkacaksın. yürümek beni özgürleştiriyordu, kayaların üzerinden aşıp yamaçlardan inerken düşüncelerimi duyabiliyordum. bazen etrafımda kelebekler uçuşuyor, bazen de tepemizde bir şahin süzülüyordu. iz sürmeyi ve kendime paylar çıkarmayı seviyordum. sarp yamaçlardan inerken grubumuzdan birkaçı yuvarlandı,  neyse ki kırık olmadan yola devam edebildiler. sonunda deniz kenarına ulaştık, ben gruptan bağımsızlığımı ilan edip koyun en sonuna gittim. orada beni bekleyen bir şeyler olduğunu biliyordum. tuz kristalleri, serpiştirilmiş elmas parçaları gibi duruyor ve yükselmeye başlayan güneşin yardımıyla ışıldıyordu. koyun sonuna doğru yürüdüm, kayaların başkalaşımı bir şaire ilham verecek kadar tuhaftı . küçük bir adacığı, beni beklerken buldum. iki tane küçük tepesi vardı ve ufka doğru uzanmıştı. arkadaki kaya biraz daha büyüktü. güneşin altında parlıyorlardı. bağdaş kurup, adacığı cepheden gören başka bir kayanın üzerine çöktüm. orası bizim adamızdı artık, ömrü milyon yıllıktı. adını two brothers' island koydum, bir zamanlar senin olan telefondan rajaz'ı açtım ve biraz yükseldim yeryüzünden. şarkı devam ederken, etrafımdan biri beyaz diğeri de sarı olmak üzere iki kelebek geçti. ikimiz yine aynı yerdeydik, biliyordum. şarkı bitti, aynı koyda kamp yapmaya ve hemen adamızın üzerinden doğan güneşi karşılamaya ant içtim. 

bu seferki yürüyüş çok uzun sürmedi, öğleden sonra üç gibi tekirova'nın oteller bölgesinde, tatil için geliş keferelerin arasında noktayı koyduk. noktalama işaretlerimi halis altından döktürdüğümden, açık marketten bir tane tuborg gold alıp kafaya diktim. martın sonuna gelmiştik ve altı ay geçmişti. bir yılın yarısı. geride ne kadar günüm kalmıştı bilmiyordum. belki de geride kalmak ve bütün bu olanları anlatmakla mühürlenmiştim. acıları yaşamak bana kalmıştı ve sanki buna tüm ömrüm boyunca hazırlanmıştım. her şey yolunda giderken bile içimde bir tedirginlik olurdu, karamsarlığı elimden bırakmazdım.

şimdi, adamıza yeniden döneceğim ve kamp yapacağım günlerin özlemiyle; iş arkadaşımdan çalmasını istediğim "özgürce yaşa" şarkısının ve şimdi benim kullandığım telefonundaki bir videonda, bu şarkı eşliğinde yaptığın hız denemesinin gölgesinde arkama yaslanmış ve yine eski günleri düşünüyorum. seni hiç yargılamadım biliyorsun, benim olamayacağım kadar hızlıydın sadece. bana ise tüm yavaşlığımla bir şeyler anlatmak kaldı ki bu yazıyı bile üç saatte yazdım. dün akşam direksiyon dersinde, ayağımı debriyajdan çekmeden gaza basıp arabayı şaha kaldırırken de oralarda bir yerde olup bana güldüğünü biliyorum. 


9 yorum:

lou dedi ki...

geçen gece de özdemir asaf
uyku tutmayanlar beğene tıklasın yazmıştı.

mies dedi ki...

zerre anlamadım?

zamka dedi ki...

ben de baya zorladım ama anlamadım, başka bir yazının yorumu gibi duruyor :)

lou dedi ki...

özür dilerim
kafa karıştırmak istemedim
sadece beğendim demek istedim
im im im im

mies dedi ki...

"sadece beğendim demek istemek" hiç bu kadar görkemli işlenmemişti. - the new york times.

zamka dedi ki...

iyi ki birşey anlatmak istememişsin

lou dedi ki...

gereğinden fazla serbest çağrışımın
sonuçları diyelim

zaphod dedi ki...

Özledim lan.
Bu arada ilk yorumu ben yazınca hiç karışıklık olmuyor biliyorsun. Konu dağılıp arif'in Manchester'a attığı golü arıyodum nereye geldim tadında bitiyor.

mies dedi ki...

ya at kafalı zaphod, buraya yazdığın yorumu hep şans eseri görüyorum. bu arada vahşi gelişmeler oluyor, senin on sene önce seri tokatlar ile bayılttığın menderes denen herif, makyaj malzemesi satan bir dükkan açtı buraya. bilkent ingilizce işletmeye mi sokmuşsun herifi vura vura tam anlamadım. adam eşgalini, dükkanın girişine asmış. bundan bir yazı çıkacak ileriki günlerde. 23 nisan haftasında geleyim deme, düğün var amk. benim değil. mayısın ilk haftaları iyi. direksiyon sınavım da var, gelirken direksiyon getir.