5 Nisan 2012 Perşembe

light my candles

haftada en az iki kere gittiğim balıkçının en dibindeki masada, hemen akvaryumun önünde oturuyor ve yemeğimin gelmesini bekliyordum. masalar cilalı, sandalyeler ise kuzey ege'ye gönderme yaparcasına laciverte boyalıydı. duvarda istanbul'un eski fotoğrafları ve tavanda da balıkçı ağları vardı. balıkçının karşısındaki fırından getirilen ekmekler henüz soğumamıştı. sakince yemek yiyenlerin arasında, işe yeni başlamış çekingen bir komi gibi belli belirsiz bir müzik dolaşıyordu. sıcak ekmekten bir parça koparıp tanıdık gelen bu müziğe kulak kabarttım. şarkı nirvana'nın lithium'uydu fakat caz versiyonuydu. kurt cobain'in bu dünya'yı ardında bırakıp gidişinin 18. yılında, yolu düşen turistlerin balık yediği bir balıkçının en arka masasında, bir zamanlar aylaklar gibi dolaştığım şehrin eski fotoğraflarının hemen yanında şarkıya kimse duymadan eşlik ettim. blue jean dergisinin verdiği nirvana klipleri cd'sine ve kurt cobain ile ilk tanıştığım yıllara döndüm. ben onu bulduğumda çoktan beynini dağıtmıştı, kanları eprimiş hırkasına saçılmıştı. ben bir cd'ye yüklenmiş kliplerinde kurt cobain'i gördüğümde, o tasını tarağını ve sırtındaki kronik acıları toplayıp gitmişti. ortalığı tozu dumana katıp rock tarihine vurduğu damgayı zerre umursamadan, ceketinin önünü iliklemeden, içindeki nefreti saklamaya çalışmadan hesabını kapatmıştı. 

didim'de, bir otelin teras katında tek başınayım. çift kişilik yatağın tam ortasında yatay bir çarmıha gerilmişim gibi iki kolum tamamen açık yatıyorum. oda cehennem kadar sıcak, kulağımda kulaklık sabahtan beri nirvana çeviriyorum. 90'lık çekme kasetimin bir tarafında nevermind, diğer tarafında in utero. kaseti ise kampüste yere tezgah açan adamlardan almışım. sony walkmenimin pili bitince, yeni pilleri takıp defalarca başa sarıyorum. bu adamın sesinde beni mıhlayan bir şey var. bu kadar acı çekmiş ve bunu kayıpsız olarak notalara aktarmış olabilir mi? kayıpsız aktarım, o zamanlar yepyeni bir teknoloji olan mp3'te bile mümkün değil ki ben bir çekme kasette bunu nasıl yakalayabiliyorum? güneş tepede dolaştıkça odanın içi ısınıyor, ben müziğin sesini biraz daha açıp ara sıra da soğuk duş alıyorum. geceleri barda çalışıyor, gündüzleri ise soğutmasız bir teras katında hayatta kalmaya çalışıyorum. gece barda nirvana unplugged cd'sini çalmak, gündüzleri tek başıma dinlemek kadar büyüleyici gelmiyor. 

lithium'un bitmesine yakın, sipariş verdiğim balık geliyor. yine tek başınayım, aklıma istanbul'daki sahaflarda arayıp da bulamadığım bir gün tek başına geliyor, vedat türkali romanı. bir gün tek başına ha, vay canına. yüzyıllık yalnızlık ya da albaya mektup yazan kimse yok gibi. yağda kızarmış bir çupra, başka bir şarkı çalıyor adını bilmediğim. bir zamanlar durup da geçen yüzyıllara baktığım noktalardan, başka birileri bakıp da analog makinesiyle fotoğraf çekmiş. o fotoğraflar, kurt cobain ölmeden çok önce basılıp elden ele dolaşmış; kurt cobain tüfeği kendisine doğrulturken çoktan duvardaki yerini almış. tetik çekildikten seneler sonra, bir çocuk balıkçıdan içeri girip en arkadaki masaya oturmuş ve çalan şarkıya kulak kabartmış. bu, şarkıyla ilk defa karşılaşması değilmiş; bundan seneler evvel, henüz internet neredeyse hiçbir yerde yokken, tek müzik kaynağı olan bir müzik dergisinin verdiği cd'de dinlemiş. daha sonra nirvana'yı nereye gitse götürmüş, orijinal kaset alacak parası olmadığından çekme kasetlerle idare etmiş. günün birinde okulu bitirip askerden de döndükten sonra, bir belediyeye memur olmuş. eskimiş siyah tişörtler yerine takım elbise giymeye başlamış fakat özünü yitirmemiş. geçmişine perde çekmemiş, tüm hatırladıkları ve acılarını da hep yanında taşımış. 

ve kurt cobain'in tetiği çekmesinden tam 18 yıl sonra, buzdolabında kalan son birayı odasına getirip sadece onun için şişeyi kaldırıp kafaya dikmiş. erken gidenlerin ardından durup da el sallarken, elinde hep bir şişe varmış. onun da kaderi buymuş. 



2 yorum:

zamka dedi ki...

bira içince böbrek taşı düşüyor diyorlar, korkuyorum kırmızı içerken asteroid düşecek diye.

Adsız dedi ki...

Üniversitede Beat neslini anlatırken hoca, bir ritimden bahsetmişti. Kerouac'ın yazılarında olurmuş bu ritim ve kalbin atışını andırırmış (küt küt:). On the Road'u okurken buna dikkat etmiş ve fark edince çok şaşırmıştım.

Şiirde nasıl ki son kelimeler kafiyeli olursa, senin de yazılarında bir bütün olarak bu uyum, bu beatic nesle özel ritim söz konusu.

Yoksa sen Jack'in reenkarnesi misin mies :)

~ charm (Beni adsız diye yaftalayan bir bloğun var yalnız. bir türlü kendi profilimden yorum yapamıyore:)