25 Nisan 2012 Çarşamba

one more cup of tea

geçimini sadece müzik yaparak sağlayamayan bob dylan, 1976'daki desire albümüne koyacağı one more cup of coffee'yi sözleşmeli memur olarak çalıştığı 1960'ların sonunda bir günde, daha ilk kahvesini bitirmeden ikincisinin geldiği bir sabah vaktinde yazmış ve işine geri dönmüştü. 

kıvırcık saçlarını kısa kestiren genç adam, resmi yazılara bile anında bir beste buluyor, demir ayaklı masasında parmaklarıyla ritm tutuyordu. kendi ruhunun müziğini seneler önce kaybeden müdürü, ara sıra gözlüklerinin üzerinden bu tuhaf adama baktıktan sonra da işine geri dönüyor ve sık sık saati kontrol ediyordu. tavana kadar yükselen dolaplar dosyalarla kuşatılmışken bir kahve daha içen bob'un aklında dolaşan melodiler ise zamanı hızlandırıyor ve 21. yüzyıla çoktan girmiş başka bir genç adamın aklını esir alıyordu.

biraz önce, çayımın son çeyreğine ancak gelmişken yenileri geldi. kimsenin konuşmaya mecali yok, yüzde elli katılım ile mesai macerasına devam ediyoruz. devamsızlık yok demişlerdi fakat uzun süredir tam kadro değiliz. ben, demir ayaklı abanoz masam kadar demirbaşım. çok canım sıkılmadığı sürece dışarıya çıkmıyorum. geçen cuma, hafta boyunca tavan altında durmaya daha fazla dayanamayıp öğleden sonra araç istemiş ve çevredeki tarıma yönelik binaları gezmeye gitmiştim. geçtiğimiz haftalarda projelerin modellemesini bitirip pasif çalışma evresine geçtim, makine sabah sekizden beri 8000*6000'lik bir render için tam mesai çalışırken ben de makinist gibi sadece ufak ayarlamalar yapıyorum. geçen haftalardaki onurun istekli çalışması, bu haftaki beni biraz rahatlatsa da ortalama bir memurun birkaç katı daha fazla işlem hacmi yaratıyorum. onlara dönüşmek ne kadarımı alır bilmem, bunlar umursadığım şeyler değil.

büyük bir boşvermişlik ve bu boşvermişliği bir arada tutan siniri ayıklanmış bir parça kırmızı etten ibaret olduğumu düşünüyorum bu aralar. sanki ben uyurken şırıngayla sakinleştirici zerk ediyorlar iri bedenime. pek oyalanmadan yatıyor, saatler boyunca uyuyor, kalkarken bile kainatı siktir ederek kalkıyorum. pazar akşamı canım sıkılmıyor, pazartesiden nefret etmiyorum. insanların neler hissettiklerine odaklanamıyor, kendi iç dünyamda boylu boyunca uzanıyorum. başka bir zamanda yaşıyorum sanırım, tüm bu anlar da çoktan yaşanmış ve bitmiş. kravatım gömleğimle, pantolonum da kunduramla uyuyordur muhtemelen. grinin tonları, mavinin tonlarıyla uyum göstermeseydi ortaokul ve lise hayatım bu deryada şaşkın bir balık olmakla geçmezdi. hayat zordan kolaya evriliyor. yazılı-sözlü ve ödev yok, ay sonuna kadar durup biraz işe yararsam maaş alıyorum.

dün, babama ve bana koşu ayakkabısı aldım. aynı modelin farklı renk ve numaraları. trendyol'da inanılmaz indirim vardı şekerim, o paraya pabucun tekini alamazsın. babama ne kadar benzediğimi bilsen şaşardın. bedenen kendimizi yorarsak, düşünmeye pek dermanımız kalmaz. ben tanrının belki de yaşayacağım zor günlere az da olsa destek olsun diye verdiği hayalgücü ve gerçeği değiştirebilme becerisiyle bir şekilde idare edebiliyorum fakat babamın üzerinde yürüdüğü yol çok daha ince. bir insan, babasını ve oğlunu toprağa vermemeli. neden diye sormuyorum, cevabını almayacağım sorular vaktimi çalıyor.

render devam ederken, biraz fazla pozladığım için çeşitli yerlerde ışık patladı. her şey bir kutucuğa rakam girmekten ibaret olsa da, nerede ne yapacağını bilemezsen cinema 4d'de hiçbir şey yapamazsın. hatam ise f değerini 8'den 6'ya düşürmek oldu. çıktılar biraz karanlık çıkar bu kainatta, o yüzden biraz daha ışık diye sayıklamak sadece benim değil, yanlış bilmiyorsam goethe'nin de sorunuydu. let there be more light ise pink floyd-a saucerful secret'in ilk parçasıydı. paramparça bir sürü bilgi resmi geçit yapıyor beynimde, içimde ölen biri var.

sekiz saat yerimden kalkmadan yazabilir ve başka insanları ciddi bir çalışma içinde olduğuma inandırabilirim. başkalarını inandırmak konusunda sıkıntı çekmiyorum fakat kendime yalan söylemek, gerçekten zor oluyor. biraz içmem gerekiyor bu iş için. benim birazım bile yavru bir deveyi bayıltabiliyor. neylersin, ölüm herkesin başında. uyudun uyanamadın olacak. musalla taşı mı yoksa musallat aşı mı? yeter artık bir şey deme takalın.

öğlen arası çoktan bitti, uygun fiyata müstakil bir şiş piyaz bulup onu yedikten sonra da denizi izlemeye gittim. birkaç martı, gemisiz bir deniz. je vais bien ne güzel bir filmdi, kardeşini arayıp duruyordu güzel lili. izlemediysen izle, en kötü ihtimalle şarkıya aşık olursun eğer kolay aşık olabilen biriysen. kardeşinin bir gün döneceğine mi, yoksa günün birinde onun yanına gideceğine mi inanmak isterdin? seçim şansın var ne güzel, benim tek seçeneğim tüm bu keşmekeşi ardımda bıraktığımda yeniden gün batışına doğru ilerleyeceğimize tüm saflığımla inanmak oluyor. bakalım sonrasında ne olacak, diğer tarafta da yazmaya devam edebilecek yoksa bunun imkansızlığını gördükten sonra geri mi döneceğim?

aslında bir kasa bira ile tanrının huzuruna çıktığımı ve bana sorduğu "neden tuborg?" sorusunu cevaplamak için dünya'ya geri dönüp bu blogu açtığımı daha ilk yazıda yazmıştım. unuttun değil mi? unuttun mu beni?


2 yorum:

lou dedi ki...

uzun sorulara verilen kısa cevaplar iyidir,
kısa sorulara verilen kısa cevaplar da iyidir,
kısa cevap iyidir yani işte uzatmanın alemi yok.
demem o ki
ölümün cevabı; bi gün kavuşmak.

zaphod dedi ki...

Ayakkabıyı pantolonla değil kemerle uyduruyoruz. Uçak biletleri çok bahalı :(