21 Mart 2011 Pazartesi

funny, how time slips away

bu sabah saat altıda, evin az ilerisindeki çam ağacının altında minibüs beklerken, geçmiş her zamanki gibi gelip yanımda dikildi ve benimle birlikte yola bakmaya başladı. üç sene önce, evde durmaktan bunalıp sırt çantamda semerkand ve fotoğraf makinem ile yola çıkmış ve ilk minibüs nereye giderse oraya gitmeye karar vermiştim. çok sıcak bir ağustos zamanıydı ve gölgesi olan tek şey, bu sabah altında beklediğim çam ağacıydı. ilk minibüsün üzerinde kaş yazıyordu, ben de evrensel kaidelere boyun eğip kaş'a doğru yola çıkmıştım. eğer aksi güzergahta ilerleyen bir minibüs gelse, olimpos yol kavşağında inip yalnız kalma ihtiyacımı 11 km yol yürüdükten sonra denize ulaşarak giderecektim. fakat, dakikaların hayatıma yön verdiği günlerde (şimdi haftalar geçse de pek değişiklik olmuyor) ilk gelen kaş minibüsü olmuştu. öğlenin ortasında kaş'a vardıktan sonra, adı kapadokya olan mekanda oturup bir bira söylemiş ve semerkand okumaya başlamıştım. etraf haddinden fazla sıcaktı ve pek ortalıkta dolaşan kimse yoktu. daha sonra liman tarafındaki mavi'ye uğrayıp bir bira da orada içtikten sonra, çukurbağ yarımada'sına doğru hareketlenmiştim. asfalttan yansıyan güneş yüzümü yakıyordu fakat iki bira sonrası keyfim yerindeydi. hemen karşımda meis varken uzun bir süre yürüdüm, mitolojik bir hacı gibiydim ve çektiğim çile kutsal geliyordu. sıcağı şakaklarımda hissederken, hemen yol üzerinde güverte adında bir yer daha bulmuştum. en son masaya geçmiş ve kitabıma kaldığım yerden devam ederken bir bira daha söylemiştim. patates kızartması da fabrikasyon değildi, her biri diğerinden farklı ebatta eşsiz parçalardı. kıyıya yanaşan tekne ve pembemsi çiçeklerin eşliğinde, hayyam'dan rubailerle sarhoş olmuştum. yarımada tarafında biraz daha dolaştıktan sonra, bir ağacın altına boylu boyunca uzanıp kendimi dinlemiştim. bir deniz kenarında olduğum sürece özgürdüm fakat henüz okulum bitmediğinden birkaç hafta sonra istanbul'a dönecektim. belki de okulum bittikten sonra, antalya'ya yerleşirdim. gelecek, belirsizlikler içindeydi.

bu sabah ise okulumu bitirmiş ve çoktan antalya'ya yerleşmiş birisi olarak, yıllar önce beklediğim çam ağacının altında bekliyordum. gelen minibüse göre şekillenen bir hayatım olmayacaktı, 2.5 saat sonra mesaim başlıyordu. her pazartesi yaptığım gibi yine ofise dönecek ve bir sonraki hafta sonunu bekleyecektim. işlerin yetişmesi lazımdı, ve görünüşe bakılırsa bunları benim yetiştirmem gerekiyordu. sabah yıldızı henüz kaybolmamışken parlak bir antalya sabahında yola baktım, köşeden dönen minibüs yavaşladı ve beni aldı. şans eseri tek kişilik yer kalmıştı. pilli bebek'in olsun'u, iyi giderdi. yorgun geçen pazar gecelerinin ardından hep aynı yere dönerken, minibüsün yarısı uyurken ve ben de birazdan uyuyakalacakken, bir ninni gibi gelirdi her şey. olsun'dan sonra, geçen zamana saygı amacıyla johnny paycheck'ten "funny, how time slips away" dinledim. göz kapaklarım ağırlaşıyordu, başka kentleri düşünüyordum. bir prag sabahını, paris öğleden sonrasını ya da kayaköy'ün zamanı inkar eden değişmez yalnızlığını. bir minibüsün pencere kenarında kafamı cama yaslayıp, tamamlanmamış düşler gördüm. zaman bir çırpıda geçmişti. 


Hiç yorum yok: